ANASAYFA
Edebice Yazılar  

Sevmeyi Hatırlamak

Çocukluk eskiden küçük şeylerle sevinmeyi öğretirdi insana.  Ya şimdi ki çocuklar öyle mi?

Ne güzeldir çocukluğunun anılarıyla avunarak sevmeyi bilmek.
Biz köy çocuğuyuz, yumuşacık teni höllükte pişen.
Hani, hikâyelerimizde,  “… İşte o köy bizim köyümüzdür.” türden şirin mi şirin köy tasviri vardır ya, hah işte benimde böyle bir Anadolu köyünde geçti çocukluğum. Madımak kokulu yaylası, güldür güldür akan ırmağı, göğü kucaklayan ormanı, yeşili verimli bir köydü şimdi buram buram burnumda kokan ...

Korkusuzca, sokaklarında koşturup, kanayan dizlerimize aldırış etmeden saatlerce çelik çomak oynadığımız, aylarca lapa lapa yağan kar üzerinde, babamızın tahtadan özene bezene yaptığı kayağa ellerimiz çatlaya çatlaya ve dahi sümüğümüz aka aka kaydığımız…

Artık bahçeli evlerden uzak, sobaları olmayan, bacasız evlerde yaşıyor olmamıza inat, çocukluğumuzun güzel hatıralarıyla iç geçirip avunuyoruz: Daha dünkü çocukluğumuzun efil efil esen rüzgârın salım salım salladığı kavakların gölgesinde, gürül gürül akan dere kenarında salkım saçak söğüt ağacının dibinde kendi ellerimizle yaptığımız hoddiden düdük veya kaval dinletisinde çeşme başındaki koyunların koyun koyuna huzuru…
Cevizi, elması, armudu, eriği… dalından kopartıp domatesi, patatesi, salatalığı… ellerimizle diktiğimiz cennet bahçemizin içinde, iki katlı, kerpiçten duvarları yükselen, penceresi ahşap, tavanı kiremitli evimiz. Sımsıcacık yuvamız…

Alt katındaki genişçe bir sofanın ortadan ayırdığı  iki odadan; kazma, kürek, yaba, tırmık, keser, balta, çekiç … in düzenli yerleştirildiği karakuda damı… Buğday, arpa, mercimek, un,… çuval çuval dizildiği ambar damı…
Biraz daracık ama zarif, basamaklardan  inmesi  çıkması kolay olsun diye kıvrımsız, kalın tahtadan yapılmış merdivenler…
Üst katta tüten iki  “baca”dan biri; hem yattığımız, hem de oturduğumuz, giyim kuşamın duvarlara gömülü tahta dolaplarda muhafaza edildiği mütevazi odamız.
Bu oda içerisinde, yaz kış yemeklerimizin üç ayaklı demir sacayağı üzerindeki isli bakır kaplarda–tadı hala damağımızda- yemeklerin meşe odunu ateşinde pişirildiği duvarın içine gömülü bir metre karelik dumanı hiç eksik olmayan ocaklık…

Üs katta, iki odayı biribirinden ayıran salonun bir ucu köy meydanına bakan balkona açılan kapı, diğer ucunda bahçeye bakan, üzüm asmasının gelin duvağı gibi sardığı arka balkon kapısı. Tabanı muşamba döşeli salonun bir köşesi süslü tahta raflarda; bakır tencere, kap, kacak ve melemen tabakların sıra sıra dizili dolabın altında su güğümlerinin sıralandığı, beton tezgahın altında yağ, salça, bal ve turşu küplerinin muhafaza edildiği mutfak.
Aynı kattaki ikinci odamız; genç kızların heyecanla ilmek ilmek köy odasında dokudukları en has kilim orta yerde serili, tahta sedir üzeri yine nakış nakış örgülü yün minderler döşenmiş, arkasında ot yastıkların yaslandığı toprak sıvanın badanalanmış duvarları hediye gelen türlü seccadeler asılı misafir odamızın, üst gözünde ıslak odunlar cısır cısır yanan alevin camdan şömine tadında keyiflendirdiği sobanın alt gözünde yıkanmadan küllüğe gömülmüş patateslerin toprak kokusunda közlendiği emayenin, kıvrım kıvrım oda içerisinde dolaşan ve ulak yerleri tütmesin diye tuzlu bezle sarılmış, zifti akmasın diye de küçük teneke kutuların asılı borularının takılı olduğu, kıştan kışa ve sadece yatılı misafir geldiğinde ancak tüten küçük BACASINA yuva yapmış leylekleri SEVMEKLE geçmişti çocukluğumuz…
Ve birde kapı eşiğinden hiç eksik olmayan kedimiz…

Hâlâ o sevginin huzuruyla anımsıyorum leylekli günleri…  Ki ben her son bahar onları hüzünle değil yine geleceklerini bildiğim için sevinçle uğurlamanın ardından; babamın talimatı ile dama çıkar,  saatlerce uğraşır bacayı temizlerdim. Döndüklerinde onlar bilgelikleriyle “yuvamız yıkılmış” alınganlığı göstermeden, gagalarında tek tek taşıdıkları çöplerle birkaç günde yeniden yaparlardı yuvalarını…
İlk yağan Nisan yağmuru ardından her sabah kulağımız tavanda uyanırdık… Ve nihayet bir iki gün içerisinde beklediğimiz o ses;
“lak lak lak ... ” koca kırmızı gagasını biribirine vurarak öten evimizin çatısındaki leyleği görmek için balkona  fırlardık.
Sağ selim geldiğini gururuyla, peşi peşine saatlerce  “lakal ak” ötmekten bayılarak kafası sırtına düşen baba leyleği görmek için sokağa iner mahalledeki arkadaşlarımızla koro şeklinde ellerimizi çırparak:
“Leylek leylek havada,
Yumurtası tavada,
Leylek bizim dostumuz,
Ağzı kırık testimiz”
Diye tezahürat yapardık.
Çocukluğumun en güzel tekerlemelerinden biriydi.
Sevinç dolardı içimiz.  Pır pır olurduk. Ne yapacağımızı bilemezdik neşeden…
Ne de güzel sevinirdik… Başarırdık sevinmeyi…
Şimdi bakıyorum da geçmişe…
Çocukluğunu köyde yaşamış, yaşı kır(k)larda olan bizim kuşağın daha şanslı olduğunu düşünüyorum şimdiki nesle göre. Çocukluk eskiden küçük şeylerle sevinmeyi öğretirdi insana.  Ama şimdi çocuklar öyle mi! Teknolojinin alışılmış kolaycılığında testlerle sınavlarla sınırlandırılmış hızlı bir hayatın içinde yaşıyorlar. Hem de teknolojinin esaretinde… Hayal etmeyi, sevinmeyi, sevilmeyi bilmeden… (bu öykü kültür edebiyat dergisi 8. sayısında yayımlanmıştır.)
Mehmet BALLI Araştırmacı Yazar Editör / 2007
Not:bu yazı izinsiz yayımlanamaz...