Herkes Kendi Aczini İçinde Yaşar.
Allah’ım, bir kul daha ne ister ki böyle güzel bir kentin letafetinden nasiplenmekten başka…
Ayağımız gömülecek kadar kar yağmasa da, uzun geçen kışın ardından baharın tüm renklerini ve güzelliğini cömertçe sunduğu bir tablo vardı karşımda…
Sadece Boğazın yeşilini değil, denizin mavisiyle bütünleşen, tüm renklerin iç içe geçtiği görkemli bir renk cümbüşünü görmek mümkündü; sol tarafımda Altın Boynuz kıyıları, sağ tarafımda Sarayburnu’na doğru.
Sabah erken saatlerde çiseleyen yağmurun tesiri ile, Haliç’e doğru esen Boğazın hafif serin rüzgarının bahar sabahı tene dokunan üşümeyi,
Üsküdar’dan söken şafak, Kızkulesi’nden süzülerek, Karaköy’ün haşmetli binalarının pencerelerinde alev alev yanan sabah güneşinin yüreklerde oluşturduğu sıcaklık karşılıyor/dengeliyor...
Bu saatlerde arabaların seyrek geçtiği iki yol arasına özenle yerleştirilmiş kırmızı, beyaz, siyah rengârenk laleler Eminönü’nün ferah haliyle sırtını verdiği Gülhane Parkı’nın Ayasofya minarelerinde birleşen silueti göz kamaştırıcı...
Ve cıvıl cıvıl martılar, dışarıda özgürlüğün sesi var…
Kulaklarımı bu huzura verip elimdeki gazeteye hızlıca bir göz atıyorum. Gazetenin tam orta sayfası ‘İstanbul Köşesi’nde bir paragraf gözüme takılıyor;
“37 yaşındayım ve bir erkeğin kadına âşık olduğu gibi bende İstanbul’a âşığım ama birgün olsun gidip göremiyorum… onunla ilgili şiirler kitaplar, dergiler, belgeseller daha ne varsa takip ediyorum ama gidemiyorum… çünkü engelliyim ve ekonomik gücüm de yok… ama vasiyetim odur ki, ölünce beni İstanbul’a defnedin…”
Ah Allahım! Bu ne sevgi… Gazete okumayı bırakıp tekrar camdan dışarı süzülüyorum…
Bu huşu ile; “Allah’ım, bir kul daha ne ister ki böyle güzel bir kentin letafetinden nasiplenmekten başka” düşüncesi hâsıl olmuştu ki, tramvayın içinde cıvıltılı bir patırtı kopuyor!
İki tarafı açık kapılardan dalan üç çocuk tramvayın bitişik vagonları içinde bir koşuşturmaca başlatıyorlar…
Eminönü, tramvayın ilk durağı ve ilk seferleler. İnsanlar koltuklarında, kimi gazetesini okuyor, kiminin gözleri hâlâ sabah mahmurluğunda, kimi benim gibi camdan dışarıdaki eşsiz manzarayı kaybetmemek için gözlerini kırpmıyor…
Derken,
Biraz sonra, koşuşan çocukların ebeveyni olduğu, kucağındaki kapüşonlardan anlaşılan bir adam, içeri girerek tam karşıma oturuyor.
İçerisi gitgide kalabalıklaşa dursun, afacanların koşturması hız kesmiyor! Koltuklar arasından geçerken çarptıkları gazeteler yerlerde…
Biraz önceki sükût çehreler bir bir geriliyor ve hafiften homurtular yükseliyor… Benim de keyfim kaçıyor, gözlerimi pencereden kopartıp büsbütün babanın yüzüne kilitlenerek; “evladım durun, koşmayın artık, etrafı rahatsız ediyorsunuz!” demesini bekliyorum…
Lakin baba sanki başka yerde!
Fırtına koptu kopacak! Ama çocukların masumiyeti, insanların şişen avurtlardaki kızgınlığın boşalmasını engelliyor…
Sabırsızlık zaaflığından olsa gerek, tüm cesaretimi toplayarak, hafiften dilimi de ısırarak, tam karşımda oturan düzgün giyinimli beyefendiye sual ediyorum:
-Afedersiniz! Beyefendi, şu koşuşan çocuklar sizin olmalı! Bir şeyler yapmayı düşünmüyor musunuz?
Benim bu gergin ifademe, nasıl bir tepki vereceğinin tedirginliğine karşı gayet naif;
-Tabi ya… Koşuşturup etrafı rahatsız ediyorlar değil mi?
Ben ne düşüneceğimi bilemiyorum. Çocuklarda bu durumla nasıl baş edeceklerini bilmiyor galiba… Hastaneden geliyoruz, üç saat önce annelerini kaybettik!
Mehmet Ballı Yazar |