7- 'Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış' göğe andolsun;(5)
8- Siz, gerçekten birbirini tutmaz bir söz (çelişkili ve aykırı görüşler) içindesiniz.(6)
9- Ondan çevrilen çevrilir,(7)
10- Kahrolsun, o 'zan ve tahminle yalan söyleyenler';(8)
11- Ki onlar, 'bilgisizliğin kuşatması' içinde habersizdirler.(9)
12- "Hesap ve ceza (din) günü ne zaman?" diye sorarlar.
13- O gün onlar, ateşin üstünde tutulup-eritilecekler.(10)
AÇIKLAMA
5. Ayette "Zat'il-Hubuk" kelimesi geçmektedir. Hubuk ise yollar demektir. Rüzgarların esmesi ile çöllerin kumlarında ve durgun suların üzerinde meydana gelen dalgalara, yosma yapılmış saçlardaki kıvrımlara da denir. Burada gökyüzüne hubuklu denmesi ya göküzünde dağılmış olan, esen rüzgarlar tesiri ile durmadan değişen ve hiçbir zaman bir şekilde durmayan, birbirine benzemeyen şekiller alan çeşitli bulutlardan veya geceleyin gökyüzüne yayılan ve insanlar tarafından çeşitli şekillerde görülen ve hiçbir kümesinin şekli diğerine benzemeyen yıldızlardan dolayı öyle buyurulmuştur.
6. Bu değişik sözlere karşı, çeşitli şekillerde olan gökyüzüne yemin edilmesi, benzetme bakımındandır. Yani gökyüzünde bulutlar ve yıldızlar kümelerinin nasıl muhtelif şekilleri varsa ve aralarında da bir aynilik bulunmuyorsa ahiret konusunda sizin değişik sözleriniz de işte böyledir. Ve herbiri diğerinden farklıdır... Biri der ki: Bu dünyanın başlangıcı ve sonu yoktur, ezeli ve ebedidir. Ve herhangi bir şekilde dünyanın son bulması, kıyamet kopması da düşünülemez. Kimi der ki: Bu kainat düzeni yaratılmış ve sonradan olmuştur. Bir gün de gelip son bulacaktır.
Ama insan bünyesinden yok olan şeyin daha sonra yeniden eski şeklini alması mümkün değildir. Mümkün kabul eden de vardır, fakat onun da inancı, insan; amellerinin iyi veya kötü sonuçlarının karşılığını bulmak için tekrar bu dünyaya dönecektir, şeklindedir. Kimi cennet ve cehenneme inanmaktadır. Ama bunu tenasuh (ruh göçü) ile karıştırmaktadır. Buna göre, günahkar cehenneme girerek de cezasını çeker, bu dünyada da azap çekmek için yeniden bu dünyaya döner, biçimindedir. Kimi der ki, dünya hayatının kendisi bir azaptır. İnsan nefsinin maddi hayatla ilgisi ona karşı hırsı devam ettiği müddetçe o, tekrar tekrar ölüp dirilerek bu dünyaya gelmeye devam edecektir. Onun hakiki kurtuluşu (NİRVANA) nefsinin tamamen yok olmasından sonradır. Kimi, ahiret, cennet ve cehenneme inanmasına rağmen; Allah'ın kendi biricik oğlunu haç'a gerdirip öldürecek bütün insanların ilk ve ezelî günahının bedelini ödediğini, o oğula iman ettikten sonra kişinin kendi çirkin amellerinin sonuçlarından (azabından) kurtulacağını iddia etmektedirler. Diğer bazı insanlar ahiret, hesaba çekilme ve herşeye iman etmelerine rağmen, Allah katında çok sevgili veya çok güçlü olan bazı büyükleri şefaatçi kabul etmektedirler. Bu dünyada her şeyi yaptıktan sonra bile bu zatların eteğine yapışınca azaptan kurtulabileceklerini kabul etmektedirler. Bu büyük zatlar konusunda, bu inançta olanlar arasında da bir uyuşma yoktur, her zümre kendine ayrı ayrı şefaatçiler edinmişlerdir. İddiaların bu kadar farklı oluşu ve sözlerin birbirini tutmayışı açıkça insan mantığına şunu haykırmaktadır ki; vahiy ve peygamberliğe ihtiyaç duymadan insanın kendisi ve bu dünyanın sonu konusunda kurduğu hayaller, ileri sürdüğü kanaatler ilim dışı hayaller ve kanaatlerdir. Yoksa insan elinde bu konuda hakikaten doğrudan doğruya, kendi başına gerçeği bilme imkanı olsaydı, bu kadar farklı ve çelişkili kanaatler ortaya çıkmazdı.
7. Ayette "Ondan yüz çeviren, Hak'tan yüz çevirendir" cümlesi geçmektedir. Bu cümledeki "anhü" zamirinin iki gidiş yeri vardır. Biri amellerin cezası, diğeri sözlerin çeşitli oluşlarınadır. Birinci hale göre bu ilahi buyruğun maksadı şudur: "Amellerin karşılığı mutlaka görülecektir. Her ne kadar siz bu konuda çeşitli inançlarda iseniz de buna inanmaktan ancak Hak'tan yüz çevirenler çekinirler." İkinci hale göre de denmek istenen şey şudur: "Bu çeşitli sözlerden dolayı ancak haktan yüz çevirenler sapıtırlar."
8. Bu sözlerde Kur'an-ı Kerim çok önemli bir gerçek üzerinde insanı uyarıyor. Tahmin ve benzetmelere dayanarak kanaat kurmak, dünya hayatının basit birtakım meselelerinde bir dereceye kadar geçerli olabilir. Her ne kadar ilim yerine geçmese, ilmi yolla ispatlanmasa bile...
Bütün hayatımız boyunca yaptığımız işlerden dolayı, birine karşı sorumlu ve hesap vermek durumunda mıyız değil miyiz; hesap vermek durumunda isek kimin karşısında, ne zaman ve ne cevap verme durumunda olacağımız, bu cevap vermede başarı ve başarısızlıkların sonuçları ne olacaktır? Bütün bunlar, insanın sadece kendi tahmin ve kanaatine dayanarak bir akide kurması, sonra da bu çürük ipliğe bütün hayat sermayesini sermesi doğru olmaz. Çünkü bu kanaat yanlış çıkarsa bunun mânâsı; "Kendi kendini tamamen mahvetmek olur" demektir. Buna ilaveten bu mesele baştan başa kişinin kendileri hakkında sadece kanaat ve tahminlerle sağlam bir görüş kurabileceği konulardan değildir. Kanaat, insanın duyular dairesi içinde olan konularda geçerlidir. Bu konu ise, hiçbir yönü ile duyular dairesi içine girmemektedir. Bu sebeple bu konu hakkında sağlam bir tahminde bulunulması mümkün değildir. İnsanın his ve idrak gücünün ötesindeki konularda sağlam bir kanaat elde edebilmesinin nasıl olacağına gelince, bunun cevabı Kur'an-ı Kerim'de yer yer verilmiştir. Ve bu sureden de insanın kendi başına doğrudan doğruya hakikate ulaşamayacağı cevabı ortaya çıkmaktadır. Gerçek ve şaşmaz bilgiyi Allah Teala kendi peygamberi vasıtası ile vermektedir. Bu bilginin sağlamlığı hakkında insan kendini şu yolla tatmin edebilir; yer ve gökte, hatta bizzat kendi nefsinde varolan sayısız alametlere bir göz atıp bakması ve sonra benzeri olmayan bir tarzda yaratılanları, peygamberin haber verdiği hakikatleri acaba isbat eden işaretler mi, diye düşünmesi veya diğer insanların ortaya attığı çeşitli görüşleri destekleyen deliller midir diye incelemesi gerekir. İşte bu; Allah ve ahiret hakkında Kur'an-ı Kerim'in bildirdiği ilmi araştırma yoludur. Bu yoldan saparak kendi kanaat ve tahminine göre hareket eden herkes kaybetmiştir.
9.Yani onlar, yanlış tahminlerden dolayı nasıl bir sonuca gittiklerini hiç bilmiyorlar. Bu tahminlere dayanarak bir yol tutanlar dosdoğru felakete gidenlerdir. Ahireti inkar eden bir kişi, hiçbir şekilde hesap vereceğinin hazırlığı içinde değildir. Ve o öldükten sonra hiçbir yeni hayatın olmayacağı hayali içinde boğulmuştur. Halbuki bir gün ansızın tahminlerinin-beklentilerinin tamamen tersine, ikinci hayata gözlerini açar açmaz burada her amelinin hesabını vereceğini anlayacaktır. Ömrünün tamamını, öldükten sonra yine bu dünyaya geri döneceğim hayali ile geçiren herkes, ancak öldükten sonra bütün geri dönüş kapılarının kapandığını öğrenecek, herhangi bir yeni amelle önceki hayatın amellerinin telafi edilebilmesi için hiçbir fırsatın kalmadığını ve önünde başka bir hayatın olduğunu, bu hayatta artık sonsuza dek kendi dünya hayatının sorumluluklarını yükleneceğini de anlayacaktır.
Nefsimi tatmin eder, isteklerini tamamen yerine getirirsem mutlak yok oluş halinde varlık aleminin günahlarının azabından kurtulurum ümediyle kendini felakete atan kimse, ölüm kapısından geçer geçmez, önünde yok oluşu değil, devamlı var oluşu görecektir. Kendisine verilen vücut nimetinin, onu güzelleştirip düzeltmesi yerine, tahrip etmek için bütün gücünü harcamasının hesabını verecektir. İşte böyle birini, Allah'ın oğlunun günahlarının ödeyeceği safsatasına veya herhangi bir büyük zatın şefaatci olacağına güvenmesi sonucu, hayatı boyunca Allah'a isyanla yaşamışsa, Allah'ın huzuruna varır varmaz hiçbir kimsenin günahları ödemeyeceğini ve hiç bir kimsenin kendi gücü ile ya da kendi makbuliyetinden dolayı kimseyi Allah'ın elinden kurtaramayacağını anlamış olacaktır. Evet bütün bu tahmine dayanan inançlar gerçekte birer afyondur ve bu afyonun verdiği uyuşukluk içinde bu insanlar idraksiz ve düşüncesiz kalmışlardır. Bunlar Allah'ın ve peygamberlerin bildirdikleri sağlam bilgiyi bir tarafa atarak içine gömüldükleri cehaletin kendilerini nereye götürdüğünden habersizdirler.
10. Kafirlerin hesap günü ne zaman olacak, diye sormaları, bilgi elde etmek için değildi, alay ve istihza içindi. Bu bakımdan onlara cevap, işte bu ölçü ve ahenk içinde verilmiştir. Bu ahenk, tamamen kötü hareketlerde bulunan birine bu hareketlerden vazgeçmesi için nasihat ederken, bir gün bu hareketlerin kötü akibetine uğrarsın, sonu kötü gelir deyince; o, bu söze karşılık, alaya alarak "Beyefendi o gün ne zaman gelecek, hangi gündür?" diye sizden sorması gibidir. Onun bu soruşunun o kötü akibetin tarihini öğrenmek için olmadığı, nasihatlerinizle alay etmek için olduğu meydandadır. Bu sebeple ona en iyi cevap "Sizin musibetiniz, felaketiniz geldiğinde o gün gelmiş olacak." şeklinde verilir. Bununla birlikte şunu da bilmelidir ki ahiret konusunda, ahireti inkar eden biri ciddiyetle konuşarak da bu konuda uygun olmayan ifadelerle konuşabilir. Ama kafası tamamen berbat, fikri tamamen bozuk olmadığı müddetçe; "Söyle, ahiretin tarihini bildir, o gün ne zaman gelecek" diye sormaz. Onun tarafından bu soru ne zaman sorulsa, alay ve istihza şeklinde olacaktır. Çünkü ahiretin meydana geleceği tarihi açıklamanın veya açıklamamanın asıl konuyla bir ilgisi yoktur. Biri bundan dolayı ahireti inkar etmiyor. Ahiretin geliş senesinin, ayının, gününün bildirilmemesinden dolayı reddetmiyor. O, filan sene filan ay filan tarihte olacağını duysa da inanacak değil. Belli bir tarih söylemek katiyyen bir inkarcıyı kabul etmeye mecbur eden delil olamaz. Çünkü bundan sonra da -O gün gelmeden önce o gün- gerçekten kıyametin kopacağına nasıl kesinlikle inanabilir? sorusu akla gelecektir.