37- (Bunlar,) Büyük günahlardan ve çirkin -utanmazlıklardan kaçınanlar(58) ve gazablandıkları zaman bağışlayanlar,(59)
38- Rablerine icabet edenler,(60) dosdoğru namazı kılanlar, işleri kendi aralarında şûrâ ile olanlar(61) ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak edenler,(62)
AÇIKLAMA
58. İzah için bkz. Nisa an: 53-54, En'am an: 130-131, Nahl an: 89, Necm an: 32.
59. Yani, onlar öfkeli değil, sakin bir mizaca sahiptirler, kinci değildirler, Allah'ın kullarının noksanlıklarına göz yumarlar. Ve öfkelendiklerinde öfkelerini bastırırlar. Bu özellik, imanın en önemli vasıflarından birisidir ve Kur'an da övülmüştür. (Bkz. Al-i İmran: 134) Ayrıca, Hz. Peygamber'in (s.a.) başarı kazanmasındaki en mühim amillerden biri olma keyfiyetine haizdir. (Bkz. Al-i İmran: 159) Hz. Aişe'den (r.a) şöyle bir hadis rivayet edilmiştir: "Rasulullah hiçbir surette nefsi için intikam alma yoluna gitmemiştir. O sadece, Allah'ın hududlarına tecavüz eden kimselere ceza vermiştir." (Buhari, Müslim)
60. Yani, Allah onları çağırırsa, onlar hemen buyur diyerek koşar, Allah'ın davetine icabet eder ve O'nun her emrini yerine getirmeye çalışırlar.
61. Bu, müminlerin en iyi özelliklerinden kabul edilir. Öyle ki bu husus Al-i İmran: 159'da "emir" şeklinde beyan edilmiştir. Dolayısıyla, İslâm toplumunda istişare önemli bir yer işgal eder. İslâm toplumunda istişare yapmaksızın işleri yürütmeye çalışmak sadece cahillik değil, Allah'ın nizamına karşı gelmektir de.
İslâm istişareye niçin önem vermiştir? Bu soru üç temel nedene dayalı olarak cevaplandırılabilir:
a) Şayet bir mesele iki ya da ikiden fazla kimseyi ilgilendiriyorsa ve buna rağmen sözkonusu mesele hakkında bir kişi karar verirse, diğerlerine haksızlık etmiş olur. Dolayısıyla ortak yapılan bu işte hiç kimsenin kendi keyfine göre karar vermeye hakkı yoktur. İşte bu nedenden ötürü adil bir sonuca varabilmek için, konuyla ilgili tüm şahıslarla istişarede bulunmak gerekir. Yine bir mesele karara bağlanacaksa ve karardan çok büyük bir kitle etkileneceği için istişare mümkün değilse, o insanların seçtikleri ve güvendikleri kimselerle istişare yapılmalı ve sonra mesele karara bağlanmalıdır.
b) Şayet bir kimse, ortak çalışmalarda sorunu kendi başına göre halletmeye çalışıyorsa, bilinmelidir ki onun böyle davranmasının ardındaki neden, ya kendi çıkarlarıdır, ya da o şahıs kendisini herkesten üstün görerek başkalarını aşağılamaktadır. Oysa, ahlâk bakımından bu iki neden de kötüdür ve bir mü'min bu iki çirkin özellikten beridir. Mü'min kişi, başkalarının hakkını meşru olmayan bir yolla ele geçirerek haksızlık yapmaz. Yine bir mü'min, kendini beğenmiş bir halde herkesten daha iyi bildiği zannına kapılmaz.
c) Bir iş, şayet başkalarının hak ve çıkarları ile ilgili ise o iş hakkında karar vermek çok büyük bir sorumluluğu müdrik olmayı gerektirir. Kalbinde Allah korkusu olan bir kimse, bu yükü yalnız başına taşımayı katiyetle istemez. Aksi bir davranış, yani, böylesine bir sorumsuzluk ancak, kalbinde Allah korkusu olmayan ve ahirette vereceği hesaba aldırmayan kimseler tarafından yapılır. Allah'tan korkan ve ahiret hesabına iman eden insanlar, kat'î surette herkesi ilgilendiren meseleler hakkında, kendi başlarına karar vermek istemezler. Onlar söz konusu meseleyle ilgili olan kimselerle veya onların seçtiği ve ilgilendiği temsilcilerle istişare eder ve tarafsız bir şekilde karara varırlar. Sonuçta verilen kararda herhangi bir yanlışlık dahi sözkonusu olsa, bir tek kişi sorumlu olmaz.
Bu üç hususa dikkat edecek olursak şayet, istişarenin İslâm'ın ahlâkî yapısının temel taşı olduğunu ve ondan (istişareden) kaçınmanın İslâm'ın tahammül edemeyeceği derecede bir ahlâksızlık olduğunu müşahede ederiz. İslâm, büyük veya küçük her işte istişare ile karara varmayı emreder. Öyle ki, evdeki işlerin bile evin beyi ile hanımı arasındaki istişarenin sonucunda karara bağlanmış olmasını ister. Hatta çocukların yaşı büyükse istişareye katılımının sağlanması gerekir.
Ayrıca köy, kasaba vs. hakkında bir karar alınacaksa akil ve baliğ olan herkes ile istişare yapılmalıdır. Şayet bir toplumu idare etmek için bir yönetici seçilecekse, o yönetici toplumun tüm bireylerinin onayıyla seçilmelidir. Toplumun güvenini kazanmış olan ehli rey toplumun işlerini yürütmeli, ancak bu güveni kaybettiklerinde ise istifa etmelidirler. Zorla toplumun başına musallat olmamalıdırlar. Mü'minlerden toplumun onayını cebir, hile ve rüşvet ile etkilemeye çalışıp, kendini seçtiren veya yönetimde kalmaya çalışan bir kimse kötü niyetlidir ve sadece kendi çıkarı için böyle davranmaktadır. Bu kimseler "Onların işleri aralarında istişare iledir" ayetine zahiren uyduklarını göstermeye çalışırlar, fakat aslında bu ilahi beyana uymazlar. Onlar hem Allah'ı hem de halkı aldatmaya çalışırlar. Ancak halk onların bu sahtekarlıklarını anlamayacak kadar ahmak değildir. Ve Allah'ı da zaten hiç kimsenin aldatmaya gücü yetmez.
"Onların işleri aralarında istişare iledir" ayeti beş temel düsturu tazammun eder:
a) Karara bağlanacak bir meseleyle ilgili olan ve karardan etkilenecek herkes mesele hakkında aydınlatılmalıdır. Ayrıca meseleyle ilgili kendi düşüncelerini söyleyebilmeleri için her türlü hak istisnasız onlara verilmelidir. Bunun yanısıra alınacak kararları açıkça eleştirebilmeli, protesto edebilmeli ve kararlara itiraz edebilme hakkına sahip olmalıdırlar. Tüm bu haklarını kullanmalarına rağmen, gidişat hakkında olumlu bir değişiklik gözlenmemişse, yöneticileri değiştirebilmelidirler. Toplumun özgürlüğünü ellerinden almak ve onlara danışmadan, yine onların işlerini yürütmek açıkça o topluma hiyanet etmektir. Böylesine bir tavır içerisinde halkı idare etmeye yeltenenler, sözkonusu ayeti çiğnemiş olurlar.
b) Toplumsal sorumluluk alacak olan kimseler, halkın onayıyla seçilmelidirler. Halk onları hiçbir korku duymadan, hiçbir baskıya maruz kalmadan ve serbestçe seçilebilirken, seçilme durumunda olanlar da gayri meşru metodlara (Örneğin, rüşvet, hile, tehdit vs.) başvurmamalıdırlar. Çünkü bu tür yöntemlerle halktan alınan onay, onay değildir. Bu şekilde toplumun başına geçen kimse, o toplumun gerçek lideri değildir. Gerçek lider, halkın kendisini sevdiği ve onu özgür iradesiyle seçtiği kişidir.
c) Toplumun başındaki liderin şura heyeti, o toplumun güven duyduğu kimselerden oluşmalıdır. Halkın onayını para, tehdit, yalan ve hile gibi yollarla elde etmiş olan kimseler aslında halkın güvenini hak etmiş değildirler.
d) İstişare esnasında şura heyetine mensup temsilciler, tercihlerini iman, ilim ve samimiyet çerçevesi dahilinde kullanmalıdırlar. Tercihlerini özgürce yapabilmeleri için baskı, rüşvet ve grup çıkarlarından etkilenmeden, kendi inandıkları ve bildikleri doğrultuda hareket etmelidirler. Şayet onlar tercihlerini bu şekilde kullanmayacak olurlarsa, mezkur ayeti ihlal etmiş olurlar.
e) Ehli rey, yani, "şura" mensupları, bir konuda ittifak ile ve çoğunlukla karar alırlarsa, o karar itirazsız kabul edilmelidir Çünkü, her şahıs veya grup kendi bildiğini okursa şayet, istişarenin bir anlamı olmaz. Nitekim Allah, sadece "Onların işleri aralarında istişare iledir", demekle kalmamış ve "Yapacağın işler hakkında onlarla istişare et" diye emretmiştir. Bu, "Onlara sadece danışın" demek değildi, aksine "Onlarla istişare ettikten sonra, ittifak ve çoğunlukla alınan karara uyun" demektir.
Bu bağlamda, istişare yoluyla karar alma yetkisinin sınırsız olmadığı iyice bilinmelidir. Çünkü, üzerinde istişare edilmesi sözkonusu olan saha dinin kaideleriyle sınırlanmıştır. Ana prensip şu şekilde belirlenmiştir: "Şayet bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz, onu Allah ve Rasulü'ne döndürün" veya "Aranızda anlaşmazlıklar hakkında karar vermek sadece Allah'a aittir." Bu ana prensip dolayısıyla müslümanlar, ancak naslardan çıkarılan yorum ve düşünceler ile, kendisiyle amel edilen kurallar hakkında istişarede bulunabilirler. Yoksa hiçkimse Allah ve Rasulü'nün açık açık bildirdiği bir husus üzerinde istişarede bulunmaya yetkili değildir.
62. Bu ifade, üç anlama birden gelmektedir: 1) "Bizim verdiğimiz helâl rızıktan harcarlar, ihtiyaçları olduğundan dolayı haram ve gayri meşru yollarla mal kazanmaya çalışmazlar." 2) "Cimrilik yapmazlar." 3) "Verilen rızıkları sadece kendi nefisleri için değil, ancak hak yolunda da sarfederler."
Birinci şık, "O kimseler, sadece Allah'ın verdiği helâl ve tayyib olan malı rızk olarak telakki ederler." anlamına gelir. İkinci şık, "Rızkın sarfedilmek üzere verildiği, toplayıp yığmak ve üzerinde bekçilik yapmak için verilmediği" anlamını tazammun eder. Üçüncü şık ise, Kur'an'daki "infak etmek" (sarf etmek) kelimesinin, insanın salt kendi ihtiyaçları için kullanılmadığı ve Allah yolunda harcamayı kapsadığını anlatır. İşte bu üç neden dolayısıyla infak etmek, mü'minlerin en önemli özelliklerinden biri olarak nitelendirilmiştir.