85- Hiç şüphesiz, sana Kur'an'ı farz kılan,(107) seni dönülecek yere(108) elbette döndürecektir. De ki: "Rabbim, hidayetle geleni de, açıkça bir sapıklık içinde olanı da daha iyi bilmektedir."
86- Kitabın sana (kalbinde vahy ile) bırakılacağını umud etmezdin: (bu,) Senin Rabbinden ancak bir rahmettir.(109) Öyleyse sakın kâfirlere arka olma.(110)
87- Sana indirildikten sonra, sakın seni Allah'ın ayetlerinden alıkoymasınlar.(111) Sen Rabbine çağır ve sakın müşriklerden olma.
88- Ve Allah ile beraber başka bir ilaha tapma. O'ndan başka ilah yoktur. O'nun yüzünden (zâtından) başka her şey helak olucudur. Hüküm O'nundur(112) ve siz O'na döndürüleceksiniz.

AÇIKLAMA

107. Yani, "O sana Kur'an'ı tebliğ etme, onu insanlara öğretme ve dünyayı muhtevasındaki kılavuza göre islah etme sorumuluğu vermiştir."
108. Meâd kelimesi orijinal anlamıyla bir kimsenin sonunda dönmek zorunda olduğu yer demektir. Nekra (Belirsiz isim) olarak kullanılması, onun tarif edilmemiş (edilemez) bir esenlik ve felah yeri olduğuna delâlet eder. Bazı müfessirler onun cennete delâlet ettiği düşüncesindedir. Fakat anlamı yalnızca cennetle sınırlamak için bir sebeb yoktur.
Bizzat Allah onu hem bu dünyaya, hem de ahirete taalluk eden bir vaad olarak kullanmışsa bırakalım belirsiz kalsın. Hem sonra ayetin bağlamı, Hz. Rasûl'e bağışlanacağı vaad edilen en yüksek şeref ve esenliğe yalnızca ahirette değil, dünyada da gerçekleşecek bir vaad olarak bakılmasını gerektiriyor. 57. ayetten bu yanaki ifadelerde dile gelen Mekke müşriklerinin sözleri şöyleydi: "Ey Muhammed, seninle birlikte helâk mı olalım istiyorsun? Eğer sana uyup da bu inancı kabullenirsek Arabistan bize zindan olacak." Buna cevaben Allah, peygamberine şöyle diyor: "Ey Muhammed, sana mesajı iletme görevini veren Allah seni helâk etmeyecek, tam aksine seni bugün bu insanların hayallerinin bile erişemeyeceği bir mevkiye yükseltecek." Gerçekten de, bundan üç-beş yıl sonra daha bu dünyada Allah Hz. Rasûl'e tüm Arabistan'ın hakimiyetini bağışladı. Ne kendisine direnecek bir güç vardı, ne de onun alternatifi olabilecek bir din. Koca bir yarımada bütünüyle tek bir şahsın kontrolüne girsin de hiçbir muhalifi ona meydan okumasın ve hiçbir kimse emirlerine isyana cesaret edemesin. Bu, tarihte örneği görülmüş bir durum değildi. Hem sonra bu salt politik değil, dinî bir egemenlikti, zira tüm bir nüfus İslâm'a kazandırılmıştı.
Bazı müfessirler, Kasas Suresi'nin bu ayetinin, Peygamber'in (s.a) Mekke'den Medine'ye hicreti sırasında inzal edildiği ve Allah'ın bu ayetle Rasûlü'ne (s.a.) , kendisini tekrar Mekke'ye döndüreceği vaadinde bulunduğu görüşündedirler. Fakat bir kere bu ayette geçen kelimeler "meâd" kavramının "Mekke" anlamına gelmesine müsait değildir. İkinci olarak bu sure, hem hadislere, hem de bizzat kendi mevzuunun delâletine göre Habeşistan'a hicret esnasında vahyedilmişti. Eğer bu ayet birkaç yıl sonra Medine hicreti dönemlerinde inzal edilmişse, o halde neden hiç gereği yokken araya sokuşturulmuş olsun? Bunu anlamak mümkün değildir. Üçüncü olarak böyle bir bağlam içinde Hz. Rasûl'ün Mekke'ye dönmekten sözetmesi son derece yersiz olurdu. Çünkü ayet eğer bu anlama alınırsa, müşriklerin mazeretlerine cevap vermek şöyle dursun, onların ekmeğine yağ sürmüş olur ve ayet şu anlama gelirdi: "Ey Mekke halkı, şüphesiz dediğiniz doğru. Muhammed bu şehirden sürülecek, ancak daima sürgün kalmayacak. Biz onu ergeç bu yere geri getireceğiz."
Her ne kadar Buhari, Neseî, İbn Cerir ve diğer hadisçilerce İbn Abbas'dan mervi böyle bir rivayet zikredilmişse de, aslında İbn Abbas'ın şahsi görüşüdür, doğrudan Hz. Rasûl'den mervî bir hadis değildir ki kişi kabul etmek zorunda kalsın.
109. Bu ayet Hz. Muhammed'in peygamberliğinin bir delili olarak zikredilmektedir. Tıpkı Hz. Musa'nın (a.s) bir peygamber olarak tayin edilip azim bir görevle gönderildiğinin farkına varmaması gibi -ki nitekim Hz. Musa böyle bir şeyi hiç ummamış ve temenni etmemişti, ancak bir seyahat esnasında aniden çağrıldı ve daha önceki hayatıyla hiç ilgisi olmayan bir göreve tayin edildi. Hz. Muhammed de (s.a) aynı ruh hali içindeydi. Mekke halkı Hira mağarasından indiği bir günün öncesine kadar, onun sürdürdüğü hayat biçimini gayet iyi biliyordu. Nelerle meşgul olduğunu, konuştuğu mevzuları, ilgi ve faaliyetlerinin mahiyetini tamamen bilmekteydiler. Şüphesiz o hakkın, doğruluğun ve dürüstlüğün tecessüm etmiş bir hali, asalet, barışseverlik, başkalarının hakkına riayet ve insanlığa hizmetin bir timsaliydi. Ancak bu hayat biçimi hiç kimsenin aklına böyle doğruluk timsali bir adamın ertesi gün peygamberliğini ilan edeceği fikrini çağrıştırmamıştı. En yakın dost, akraba ve komşuları arasında bile onun bir peygamber olmaya hazırlandığını söyleyecek tek kimse yoktu. Hiç kimse ondan Hira mağarasındaki inkılabî andan sonra birdenbire günlük konuşmalarının konusu haline geliveren mesele, problem ve fikirlerle ilgili tek bir kelime duymamıştı. Hiç kimse Kur'anî şekil içinde işitmeye başladığı bu tür kelimelere, terimlere, bu tür bir konuşma tarzına başvurduğuna şahit olmamıştı. Hiçbir tebliğ için kıyam edip dikilmemiş, bir mesaj sunmamış, yahut bir hareket başlatmamıştı. O inkilabî andan birgün öncesine kadar, hayatını dürüst ve kanuni yollarla kazanan, ailesiyle mutlu bir hayat süren, misafirlerini ağırlayan, fakirlere yardım eden, akrabalarıyla iyi geçinen ve bazen ibadet için inzivaya çekilen bir tüccar gibi yaşıyordu. Böyle biri için birdenbire dünyayı sarsan konuşmalar yapmak, inkılabî bir mesajı tebliğ etmek, özel bir literatür, dirençli ve atılımcı bir hayat felsefesi, temelli bir düşünce, ahlâk ve sosyal hayat sistemi getirmesi büyük bir değişiklikti. Ayrıca psikolojik olarak da böyle bir değişiklik hazırlanarak, zihnî gayret sarfederek olacak iş değildi. Böyle bir hazırlık ve gayret her halükârda bir şahsın, içinde yaşadığı kimselerden gizleyemeyeceği belirli tekamül aşamalarından geçmek zorundaydı. Eğer Hz. Rasûl'ün hayatı böyle tedrici bir gelişmenin merhalelerinden geçseydi, Mekke'de yaşayan yüzlerce kişi şöyle derdi: "Bu adamın birgün bu kadar ileri gideceğini sana söylememiş miydim?" Fakat tarih Mekke müşriklerinin Rasûl'e karşı her türlü itirazı yapmış olmalarına rağmen, hiç kimsenin Mekke'de böyle bir itirazda bulunduğunu kaydetmemiştir.
Sonra birşey daha: Hz. Rasûl'ün bizzat kendisi bir peygamber olarak tayin edileceğini ne bekliyor, ne umuyor, ne de temenni ediyordu. Fakat hiç beklenmedik şekilde bu tecrübeyle karşı karşıya kaldı.
Bu, vahyin başlangıcı ile ilgili hadislerde zikredilen olayla da desteklenmiştir: Cebrail ile ilk karşılaşmasından ve Alâk Suresi'nin ilk ayetlerinin inzalinden sonra Hz. Muhammed (s.a) korkudan titreyerek Hira'dan hızla evine döner ve eşine "Beni örtün, beni örtün" der. Bu endişe krizinden birazcık kurtulduğu bir sırada başından neler geçtiğini eşine anlatır ve şöyle der: "Galiba hayatım tehlikede." Eşi şöyle cevaplar: "Hayır! Asla! Allah seni asla üzmez. Sen akraba haklarını gözetirsin, yoksula destek olur, zavallılara yardım edersin, hep iyilik etmeye hazırsın sen..." Sonra onu yeğeni Ehl-i Kitab içinde salih ve alim bir zat olan Varaka b. Nevfel'e götürür. Olup biteni dinleyen Varaka hiç tereddüd etmeden şunları söyler: "Sana gelen kimse, Musa'ya da gelen Nâmûs (özel olarak tayin edilmiş ilâhî elçi) ile aynı, keşke genç biri olsaydım da, kavminin seni süreceği zamana kadar yaşasaydım." Yüce Rasûl sorar: "Kavmim beni sürecek mi?" Varaka cevab verir: "Evet, senin getirdiğin şeyi getirip de kavminin düşmanlığına maruz kalmamış bir tanesi geçmedi bu dünyadan."
Bütün bir olay, bu tür beklentileri olmayan sade bir kişinin birdenbire olağanüstü bir tecrübeyle karşı karşıya kaldığında içine düştüğü durumu tüm tabiiliğiyle ortaya koymaktadır. Eğer Rasûlullah (s.a) sürekli bir peygamber olma hevesi taşısaydı, "peygamber olacak adamım" diye düşünseydi, aklı, fikri hep bir mesajla gelecek olan meleğin belireceği zamanda olsaydı, mağara tecrübesinden sonra içi sevinçle dolar ve dağdan o halde inerek kavminin huzuruna çıkıp peygamberliğini ilan ederdi. Fakat bunun tam aksine o gördüğü şey karşısında ne yapacağını şaşırıp korkudan titreyerek eve koştu ve tamamen üstü örtülü, yatağına uzandı kaldı. Birazcık kendine geldiğinde eşine mağaradaki inzivası sırasında başına geleni bir bir anlattı ve endişe ve güvensizlik hislerini dile getirdi. Bu, bir peygamber adayı olduğunu düşünen kimsenin durumundan ne kadar farklı değil mi?
Dahası, bir kocanın hayatını, tutku ve düşüncelerini, eşinden daha iyi kim bilebilir? Eğer kocasının bir peygamber adayı olduğunu, meleğin gelişini dört gözle beklediğini daha önceden bilmiş olsaydı, cevabı Hz. Hatice'nin sözlerinden çok farklı olurdu ve meselâ şöyle derdi: "Sevgili kocacığım. Niye bu kadar telaşa kapılıyorsun. İşte uzun süredir beklediğine kavuştun. Şimdi bir aziz gibi davran. Ben de hediye ve ikramları toplamak için kolları sıvayacağım." Fakat o, 15 yıllık hayat arkadaşlığı boyunca kocasını tanıdığı kadarıyla şeytanın onun gibi salih ve fedakâr birine tasallut edebileceğine bir an bile ihtimal vermediği gibi, Allah'ın onu kasvetli bir imtihana tabi tutacağını da aklından geçirmedi. Demek ki kocanın gördüğü hak ve gerçekti.
Aynı izlenim Varaka b. Nevfel için de geçerlidir. O bir yabancı değildi, aksine Hz. Rasûl'ün kabilesinden biriydi ve onunla kayınbiraderi olarak yakın bir akrabalık içindeydi. Hem sonra alim bir Hıristiyan olarak risaleti, kitab ve vahyi, uydurma ve sahtesinden ayırabilirdi. Hz. Rasûl'den yaşça da çok büyüktü ve çocukluğundan beri tüm hayatı gözleri önünde geçmişti. Bu yüzden Hz. Rasûl'ün Mağara'daki tecrübesi hakkında, söylediklerini dinleyince hiç tereddütsüz, gelenin Hz. Musa'ya (a.s) ilâhî mesajı getiren melekle aynı varlık olduğunu söyledi. Çünkü aynı şey Hz. Musa'nın (a.s) başına da gelmişti. O da temiz ve salih kimseydi. Temiz düşünceliydi ve peygamberlik konusunda hiçbir beklentisi yoktu. O aynı tecrübeyi hiç beklemediği bir tarzda ve ne olup bittiğini anlamadan yaşamıştı. Bu yüzden hiç tereddüd göstermeden, hiçbir yanılmanın ve şeytanî tasallutun olmadığı şeklinde kesin bir sonuca vardı. Bu dosdoğru adamın herhangi bir arzu ve istek izhar etmeden gördüğü şey kesinlikle bir hakikat tecrübesiydi.
Bu, Hz. Muhammed'in risaletine öylesine apaçık delil teşkil eder ki, realist bir kimse onu kolay kolay inkar edemez. Onun bir risalet delili olarak Kur'an'ın çeşitli yerlerinde zikredilmesinin nedeni budur. Meselâ, Yunus Suresi'nde şöyle demektedir: "Ey peygamber onlara de ki, Eğer Allah dileseydi bu Kur'an'ı size asla okumazdım, ne de O size (onun varlığı hakkında) herhangi birşey bildirirdi. Onun vahyedilişinden önce bir ömür boyu aranızda yaşadım. Aklınızı kullanıyor musunuz?" (16. ayet) Ve Şura suresi'nde de şunlar zikredilmektedir: "Ey Muhammed, Böylece sana emrimizle vahyi gönderdik. Sen kitab nedir, iman nedir bilmiyordun. Fakat Biz onu kullarımızdan dilediğimize yol gösterdiğimiz bir nur kıldık." (Ayet: 52) Daha fazla izah için, Yunus Suresi'nin 21., Ankebut Suresi'nin 88-92. ve Şura Suresi'nin 84. açıklama notuna bakınız.
110. Yani, "Allah, sen istemeksizin bu nimeti sana ihsan ettiği zaman bu sancağı yüksekte tutmak, mesajı başkalarına iletmek ve hedefe doğru ilerletmek için tüm çabanı harcamak, tüm enerjini kullanmak gibi bir yükümlülüğün altına girmemiş oldun. Bu konuda göstereceğin herhangi bir gevşeklik, müşriklere yardım ettiğin anlamına gelecektir. Bu demek değildir ki, -hâşâ- Hz. Rasûlü'n görevinde herhangi bir gevşekliğe rastlanmıştır. Aslında Allah şöyle bir iman ile yüce Rasûl'ü yüceltmiş olmaktadır: "Müşriklerin düşmanlık ve şamatalarına rağmen görevine devam et, hakikat düşmanlarının, kendilerine sunduğun mesajın kavmi çıkarlarına zarar vereceğini düşünerek izhar ettikleri korkuya da aldırma!"
111. "Seni alıkoymasın": O ayetleri başkalarına iletmekten onlara göre hayatını düzenlemekten alıkoymasın.
112. Diğer anlam şu olabilir: "Hüküm O'nundur. Yalnızca O, hakkıyla bu yetkiye sahiptir."
KASAS SURESİNİN SONU