53- Yeminlerinin olanca gücüyle Allah'a and içtiler; eğer sen onlara emredersen (savaşa) çıkacaklar diye. De ki: "And içmeyin, bu bilinen (örf üzere) bir itaattır.(81) Allah, yapmakta olduklarınızdan haberi olandır."(82)
54- De ki: "Allah'a itaat edin, peygambere de itaat edin. Eğer yine de yüz çevirirseniz, artık onun (peygamberin) sorumluluğu kendisine yükletilen, sizin de sorumluluğunuz size yükletilendir. Eğer ona itaat ederseniz, hidayet bulmuş olursunuz. Peygambere düşen, apaçık bir tebliğden başkası değildir."
55- Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va'detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi' kıldıysa, onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi' kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecektir. Onlar, yalnızca bana ibadet ederler ve bana hiç bir şeyi ortak koşmazlar.(83) Kim ki bundan sonra küfre saparsa,(84) işte onlar fasık olandır.
AÇIKLAMA
81. Ayet, müminlerden beklenen itaatın, başkalarını inandırmak için yemin etmeyi gerektirecek şekilde değil de, her türlü şüphenin üzerinde bilinen ve tanınan türde olması gerektiği anlamına da gelebilir. Onların davranışları ortadadır ve kendileriyle ilişkide bulunan herkes, onların Allah'a ve Rasûlü'ne gerçekten itaat ettiklerini anlarlar.
82. Yani, "Belki halkı kandırabilirsiniz, ama açık gizli her şeyden, hatta tüm içinizden geçenlerden haberdar olan Allah'ı kandıramazsınız."
83. Bölümün başında belirtildiği gibi, burada, Allah'ın yeryüzünde halifelik verme sözünün adı müslüman olanlar için değil, imanda samimi amelde müttaki, sadakatte içten ve Allah'ın dinine uymada şirkin her türlüsünden uzak ve ihlaslı olanlar için olduğunu belirterek münafıklar uyarılmaktadır. Kendilerinde bu nitelikleri taşımayanlar ve İslâm'a yalnızca dillerinin ucuyla hizmet edenler bu sözün muhatabı ve layığı değildirler. O halde, bu sözde payları olduğu ümidini beslememelidirler.
Bazıları Hilafet'i siyasal iktidar ve otorite şeklinde tefsir edip, yeryüzünde güç ve iktadara sahip bulunanların gerçek mü'minler ve Allah'ın razı olduğu dinin her türlü şirkten uzak bağlıları olduğu sonucuna varmaktadırlar. Sonra, bu yanlış sonuçlandırmalarını desteklemek için de, iman, fazilet, ilahi emir, Allah'a ibadet ve puta tapma vs. ya da tefsirlerine uygun düşecek çarpık anlamlar vermektedirler. Kur'an'ın anlamının en feci şekilde tahrifidir bu; Yahudi ve Hıristiyanların kendi kitaplarını tahriflerinden de feci. Ayetin bu şekilde tefsiri Kur'an'ın mesajını özden yok etmeye yöneliktir. Eğer yeryüzünde hilafet, salt güç ve iktidar demekse, dünya üzerinde güç ve iktidar sahibi olanlar, bugün güç ve iktidarı ellerinde bulunduranlar Allah'ı, vahyi, nübüvveti ve ahiret hayatını inkâr da etseler ve faiz, zina, içki ve kumar gibi tüm büyük günahlara dalmış da olsalar, ayetin anlamına giriyorlar demektir. Böyleleri takva sahibi müminlerce ve sahip oldukları niteliklerden dolayı yüksek mevkileri ellerinde tutmaya layıksalar, bu durumda "iman" fiziki kanunlara uyma, fazilet de bu kanunlardan başarıyla yararlanma demek olacaktır. Allah'ın razı olduğu din, fizik bilimlerde üstünlük sağlayarak, yararlı, ferdi ve kollektif girişimlerde başarı için gerekli kurallar ve işlemlere uymak ve şirk de yararlı işlem ve kuralların yanısıra bir takım zararlı yöntemler de benimsemek anlamına gelecektir.
Fakat, Kur'an'ı açık kalb ve zihinle inceleyen bir kimse, "İman" "Salih amel" "Hak din" "Allah'a bağlanma"', "Tevhid ve Şirk" kavramlarının, gerçekten Kur'an'da bu anlamlarda kullanıldığına inanır mı?" Gerçekte, böyle bir anlama ulaşan kişi, ya Kur'an'ı bütünüyle akıllıca incelemeyip, oradan burdan bazı ayetler okuduktan sonra, bu ayetleri kendi yanlış anlayışına, ön yargılarına ve önceden oluşmuş görüş ve teorilerine göre yorumlayan biridir; ya da Kur'an'ı bütünüyle okumuş olmakla birlikte bir Rabb olarak Allah'ı, hidayetin yegane kaynağı olan vahyini, mutlak itaata layık gerçek yol göstericiler olarak Rasûllerini kabul etmeye çağıran ve yalnızca ahiret hayatına inanmayı istemekle kalmayıp, yaptıkları karşılığında ahirette sorguya çekilecekleri fikrini taşımadan, dünya hayatındaki başarıyı tek ve nihai hedef sayanların, gerçek başarı ve kurtuluştan yoksun kalacaklarını bildiren büyük ayetleri yanlış ve saçma gören biridir. Kur'an, bu konuları farklı şekillerde ve apaçık bir dille öylesine tekrarlar durur ki, onu namusluca inceleyen bir kişinin, bu ayetin tefsirinde modern müfessirlerin daldığı yanlışlıklara düşmesi asla mümkün değildir. Bu müfessirler, Kur'an üzerinde iyi kötü bilgisi olan birinin asla doğru kabul edemeyeceği bir hilâfet ve istihlâf anlayışına saplanmışlardır. Bu anlayış da kendi yanlış düşüncelerinin ürünüdür.
Kur'an hilâfet ve istihlâfı aşağıdaki üç anlamda kullanır ve nerede hangi anlamda kullandığını, kavramın geçtiği ayet ve bu ayetin öncesi ve sonrası belirler:
a) "Allah'ın verdiği yetki ve otoriteyi taşımak" Bu anlamda, tüm insanlık yer yüzünde Allah'ın halifesidir.
b) "Allah'ı "Hakimiyet'in Mutlak ve Yegane Sahibi" kabul ederek, O'nun verdiği güç ve yetkiyi O'nun koyduğu yasalara uygunluk içinde kullanmak." Bu anlamda, yalnızca dindar ve takva sahibi bir mümin halife olabilir, çünkü, yalnızca o, hilâfetin sorumluluklarını gerçek anlamda, yüklenebilir. Öte yandan, bir kâfir ve günahkâr halife olamaz, olsa olsa Allah'a asi olur, çünkü Allah'ın verdiği güç ve yetkiyi, yine O'nun bahşettiği ülkede O'na itaatsizlik etmekle kötüye kullanır.
c) "Yeryüzünde bir ulusun diğerinin yerini alması" a) ve b) anlamları "vekalet" ifade ederken, c) anlamı "halef olmayı" ifade eder. Hilâfetin bu iki anlamı da Arap dilinde meşhurdur ve yaygındır.
Şimdi, bu ayeti okuyan kimsenin, burada Hilâfet kelimesinin Allah'a vekâletin sorumluluklarını salt fizikî kanunlara göre değil, Allah'ın kanunlarına uygun olarak yerine getiren hükümet anlamında kullanıldığına şüphesi olmayacaktır. Bu yüzden, bırakın kâfirleri, dilleriyle müslüman olduklarını söyleyen münafıklar bile Allah'ın vaadinin kapsamı dışındadır. Yine bu yüzden, gerçek ve takva sahibi müminlerin bu vaade layık oldukları ifade edilmektedir. Yine bu yüzden, hilâfetin kurulmasının, Allah'ın razı olduğu din olan İslâm'ın sağlam temeller üzerinde kurulup, yerleşmesiyle sonuçlanacağı vurgulanmaktadır; yine bu yüzden bu nimeti kazanmak için ileri sürülen şart, müminlerin her türlü şirkten kaçınarak, imanlarında ve Allah'a bağlılıklarında sağlam ve sarsılmaz olmaları gerektiğidir.
Bu vaadi, gerçek anlam ve hedefinden çıkarıp, uluslararası alanda Amerika ve Rusya'ya uygulamak, tam anlamıyla bir saçmalıktır. Çünkü kriter böyle idiyse, niçin Firavun ve Nemrud lanetlenmiştir? (Ayrıntı için bkz. Enbiya an: 99) .
Burada anılması gereken bir diğer nokta, bu vaadin doğrudan muhatablarının Hz. Peygamber (s.a) zamanında yaşayan müslümanlar ve dolaylı muhatablarının da gelecek müslüman kuşaklar olduğudur. Bu sözün Allah tarafından verildiği günlerde müslümanlar korku içindeydiler ve İslâm Hicaz'da henüz bütünüyle yerleşmemişti. Birkaç yıl sonra, bu korku hali, yerini huzur ve sükûna bırakmakla kalmadı, aynı zamanda İslâm, Arabistan dışında Afrika ve Asya'nın geniş bölgelerine yayıldığı gibi, hem doğduğu ülkede, hem de yayıldığı yerlerde iyice yerleşti. Bu, Allah'ın vaadini Hz. Ebu Bekr, Hz. Ömer ve Hz. Osman (Allah hepsinden razı olsun) zamanlarında yerine getirdiğinin tarihi delilidir. Dolayısıyla, ilk üç halifenin halifeliklerinin Kur'an tarafından doğrulandığı ve bizzat Allah'ın, onların takva sahibi müminler olduğuna şahitlik ettiğinden doğru düşünen kimse şüphe duyamaz. Eğer hâlâ şüphe duyacak biri çıkarsa, Nehcü'l-Belağa'da geçen Hz. Ali'nin, Hz. Ömer'in İranlılara karşı bizzat savaşa gitmesi için söylediği sözleri okusun:
"Bu işteki başarımız veya başarısızlığımız çokluğa, ya da azlığa bağlı değildir. Bu, Allah'ın muzaffer kıldığı dinidir ve hazırlayıp, güçlendirdiği ordusudur, ulaştığı noktaya ulaşmış, vardığı noktaya varmıştır. Biz, Allah'dan bir vaad üzereyiz ve Allah, vaadini yerine getiren ve ordusuna yardım edendir. Bu işte, Emareti elinde bulunduranın yeri (Halifenin konumu) , inci gerdanlığın ipi gibidir. İp koparsa inciler dağılır gider, sonra da onları bir daha bir araya getirmek mümkün olamaz. Bugün Arap sayıca azsa da, İslâm'la çok ve dayanışmayla güçlüdür. Sen mihver ol ve değirmeni Araplarla çevir, harp ateşine sensiz gitsinler. Eğer sen buradan ayrılacak olursan, Araplar her yerden ve her taraftan üzerine gelirler ve neticede arkanda korunmasız bıraktığın yerler önündekilerden daha önemli olur. Acemler yarın seni görürlerse, "Bu Arabın köküdür, eğer onu sökerseniz rahat edersiniz" derler. Böylece, onların senin aleyhindeki şevkleri ve tamahları artar. "Onlar, müslümanlarla savaşmaya çıktılar" sözüne gelince, muhakkak Allahü Sübhaneh onların çıkışından senden daha çok nefret eder. Ve o, nefret ettiğini gidermeye senden daha muktedirdir. Onların sayısı konusunda söylediğine gelince, biz hiçbir zaman çoklukla savaşmadık, her zaman nusret ve yardımla savaştık."
84. "Küfür" burada nankörlük veya gerçeğin inkârı anlamına gelebilir. Birinci durumda, ayet, Allah kendilerine hilafet nimetini verdikten sonra doğru yoldan sapanlara, ikinci durumda, Allah'ın vaadini işittikten sonra da nifaklarından vazgeçmeyen münafıklara işaret eder.