3- Zina eden erkek, zina eden ya da müşrik olan bir kadından başkasını nikâhlayamaz; zina eden kadını da, zina eden ya da müşrik olan bir erkekten başkası nikâhlayamaz. Bu, mü'minlere haram kılınmıştır.(5)
4- Korunan (iffetli) kadınlara (zina suçu) atan, sonra dört şahid getirmeyenlere de seksen değnek vurun ve onların şahidliklerini ebedi olarak kabul etmeyin. Onlar fasık olanlardır.
5- Ancak bundan sonra tevbe eden ve salihçe davrananlar hariç. Çünkü gerçekten Allah, bağışlayandır, esirgeyendir.(6)

AÇIKLAMA

5. Yani, yalnızca zaniye bir kadın, tevbe etmemiş zani bir erkeğe veya bir müşrike denk bir eş olabilir. Mümin ve faziletli bir kadın böyle birine eş olamaz. Müminlerden tanıdıkları bu tür kişilere kızlarını vermeleri haramdır. Aynı şekilde, zina edip (tevbe etmemiş) kadınlar için de ancak zani veya müşrik erkekler uygun eş olabilir, böylesi kadınlar müminlere uygun eş olamazlar. Müminlerin ahlâken düşük kadınlarla evlenmeleri haramdır. Şu kadar ki, bu hüküm yaptıklarında ısrar edip, tevbe ve ıslahta bulunmayanlar içindir. Çünkü tevbe ve ıslahtan sonra "zani-zaniye" kabul edilmezler.
İmam Ahmed bin Hanbel'e göre, zina edenle evlenme yasağı, yapılmışsa böyle bir evliliğin yasal etkisi olmayacağı anlamı verir. Fakat bu görüş doğru değildir. Haramın yasal sonuç ve etkileri olmaz. Yani, bu haramı işleyerek evlenen kişinin evliliğinin geçersiz olduğu ve eşlerin evliliğe rağmen zina ettiği demek değildir bu. Çünkü, bu noktada Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur:
"Haram, helâlı haram yapmaz" (Taberani, Darekutni) . Bir başka söyleyişle, meşru olmayan bir eylem meşru bir eylemi gayri meşru yapmaz. Bu nedenle, eğer bir kişi zina eder ve sonra evlenirse, onun ahlâksız olmayan öbür eşi de zinaya karışmış sayılmayacaktır. Açık isyan dışında hiçbir gayri meşru eylemin, bunu yapanın bundan böyle yapacağı her işi gayrı meşru saydıracak şekilde yasal haklardan mahrum bir kişi haline getiremeyeceği kesin kuraldır. Bu açıdan bakıldığında ayetin açık anlamı şöyle olmaktadır: Ahlâksız oldukları bilinen bu tür kişileri eş olarak seçmek günahtır. Müminler bundan kaçınmalıdır, aksi halde hukuk onları toplumun istenmeyen iğrenç elemanı olarak ayırırken, eğer müminler kendileriyle evlenirlerse yüreklendirilmiş olurlar.
Aynı şekilde, ayet zina eden bir müslümanın müşrik biriyle yaptığı evliliği de batıl geçersiz kılmaz. Ayet zina eylemini vurgulamakta ve bunu yapan kişinin müslüman da olsa, temiz ve saf İslâm toplumunda temiz evlilik yapmaya uygun olmadığını belirtmektedir. Böyle bir kişi evlilik için kendisi gibi insanlara, ya da İlahi Kanuna inanmayan müşriklere yaklaşmalıdır.
Bu konudaki hadisler oldukça açık ve nettir. Müsned-i Ahmed ve Nesaî de Abdullah bin Amr el-As'dan gelen rivayete göre, Ümmü Mahzul adlı bir kadın Medine'de fahişelik yapardı. Hz. Peygamber (s.a) bir müslümanın bu kadınla evlenme isteğini reddetti ve kendisine bu ayeti okudu. Tirmizi ve Ebu Davud'da geçen bir rivayete göre, Mersed bin Ebi Mersed adlı bir sahabi, cahiliye döneminde Mekke'nin ahlâksız kadınlarından İnakl'la gayri meşru ilişkilerde bulunmuştu. Sonra, onunla evlenmeyi tasarlayarak izin için Hz. Peygamber'e (s.a) geldi. İki kez izin isteğinde bulunmasına rağmen Hz. Peygamber (s.a) cevap vermedi. İsteğini üçüncü kez tekrarladığında Hz. Peygamber (s.a) kendisine bu ayeti okudu. Bunlardan ayrı olarak, Hz. Abdullah İbn Ömer ve Ammar bin Yasir'den de aynı konuda başka rivayetler vardır. Sözgelimi, bunlardan birinde Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmaktadır: "Karısının ahlâksız olduğunu bilen ve buna rağmen onunla yaşamaya devam eden adam cennete girmez" (Ahmed, Nesaî, Ebu Davud, et-Teyalisi) Hz. Ebu Bekir (r.a) ve Hz. Ömer (r.a) zina eden bekâr bir çift bulduklarında, önce kendilerine gerekli cezayı (hadd) uygularlar, sonra da onları evlendirirlerdi. İbn Ömer'in naklettiğine göre, bir gün dalgın ve düşünceli bir adam Hz. Ebu Bekir'e gelir. Birşey söylemek ister, fakat açıkça söyleyemez. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer'den adamı bir kenara çekip, ne demek istediğini anlamasını ister. Soru üzerine, adam kendisine misafir olarak gelen birinin kendi kızıyla zina halinde görüldüğünü anlatır.
Bunun üzerine Hz. Ömer, "Yazıklar olsun sana, kızının sırrını neden gizliyorsun?" der. Sonunda, delikanlıyla kız yargılanır, cezalandırılır, evlendirilir ve ardından bir yıllığına şehirden sürülür. Aynı nitelikte daha başka bir olay Kadı Ebu Bekir İbn ül-Arabi tarafından Ahkâmü'l Kur'an'ında (II: 86) anılmaktadır.
6. Bu hükmün amacı, sayısız kötülüklere yol açacağından, insanların haram bağlantı ve gayri meşru ilişkilerinin toplumda yayılmasına karşı tam bir yasak koymakdır. Bu bağlamda ortaya çıkabilecek en büyük kötülük, derinden derine ahlâk dışı bir havanın yayılmasıdır. Biri çıkar, doğru veya yanlış bir başkasının yaptıklarını anlatır, diğeri onu daha fazla şüphe ve katmalarla daha başkalarına aktarır. Böylece, toplum içinde kötü ihtiras ve arzuların doğmasına kapı açılmış olur. İslâm bu kapının kapalı kalmasını amaçlar. Bir yandan, zina halinde yakalanan ve suçu delille sabit olan kişiye, başka bir suç karşılığında verilmeyen en ağır cezayı verirken, öte yandan, bir kişiyi zina ile suçlayıp da bunu delillendiremeyene bir daha böyle bir iftirada bulunmasın diye 80 kamçı vurur. Eğer suçlayan ahlâk dışı bir hareketi gözleriyle görse bile, gizliyi açığa vurup kirin yayılmasına çalışacak yerde yerinde kalmasını sağlayacaktır. Bununla birlikte, eğer yeterli şahidi varsa, gördüğünü toplumda yaymaktan kaçınarak doğru yetkililere koşacak ve suçluların mahkemece cezalandırılmalarını sağlayacaktır. Şimdi, bu konudaki yasanın ayrıntılarını madde madde sunalım:
1) "" ifadesinin geçtiği ayet, burada sıradan bir suçlamanın değil, temiz kadınların iffetine karşı zina suçlamasının sözkonusu edildiğini açıkça göstermektedir. Sonra, suçluyanlardan dört şahit getirmelerinin istenmesi de, bunun zina ile ilgili olduğuna bir başka delildir. Çünkü, tüm İslâm hukukunda dört şahit getirme şartı yalnızca zina ile ilgilidir. Bu bakımdan alimler, hırsızlık, içki, faiz alma gibi suçlamaları kapsamasın diye, ayetin zina suçlusuyla ilgili olduğunda görüş birliğine varmışlar ve bu tür suçlamaya mahsus olmak üzere "kazf" adını vermişlerdir. Kazf'ten ayrı olarak, daha başka yersiz suçlamaların cezalarını belirleme işi hakimin veya gerektiğinde iftira ve hakaret ile ilgili genel yasalar çıkarılabilecek olan İslâm Devleti Şura Meclisi'nin ictihadına bırakılabilir.
2) Ayet, her ne kadar el-muhsanat (temiz ve namuslu kadınlar) dan söz ediyorsa da, fakihler yalnızca kadınları suçlamakla sınırlı olmayıp, namuslu erkeklere iftirayı da içine aldığında ittifak halindedirler. Aynı şekilde, iftiracılar için "müzekker sigası-eril kipi" kullanılmışsa da, yasa yalnızca erkek iftiracılarla ilgili olmayıp, kadın iftiracıları da kapsamına almaktadır. Suçun kötülüğü ve ağrılığı açısından, suçlayan veya suçlanılan kadın olsun erkek olsun farketmez. Bu nedenle, iftira eden erkekle, faziletli ve temiz bir erkek veya kadına iftira atan kadının her ikisi de bu yasanın kapsamı içine girmektedir.
3) Bu yasa, suçlanan yalnız "muhsan" veya "muhsana" olduğu zaman geçerlidir. Suçlanan "muhsan(a) - ahlâk kalesi içinde" olmadığı zaman yasa geçerliliğni yitirir. "Muhsan(a) " olmayan bir kişi ahlâk-sızlığıyla ünlüyse ortada iftira diye bir sorun olmayacaktır; aksi halde, hakim, suçlayana herhangi bir ceza vermek için ictihadını kullanabilir, ya da Şura Meclisi böyle durumlar için gerekli yasaları çıkarabilir.
4) Kazf'ın cezalandırılabilir olması için, birinin delilsiz olarak bir başkasını ahlâksızlıkla suçlaması yeterli olmayıp, kâzif (suçlayan) , makzuf (suçlanılan) ve bizzat kazf eylemiyle ilgili yerine getirilmesi gereken bir takım şartlar vardır:
Kâzifle ilgili şartlar şunlardır:
a. Yetişkin olmalıdır, mükellef olmayan bir kazf suçu işlerse, kendisine hadd değil tazir uygulanır.
b. Aklı yerinde olmalıdır, deli ve anormal kişilere hadd uygulanmaz; aynı şekilde, yasaklanmış sarhoşluk vericilerin dışında, kloroform gibi sarhoşluk veren bir şeyin etkisindeki kişi de kazf suçlusu sayılamaz.
c. Baskı altında değil de, kendi iradesiyle kazf'ta bulunmuş olmalıdır.
d. Makzuf'un babası veya dedesi olmamalıdır, çünkü bunlara hadd uygulanamaz.
Hanefilere göre bir beşinci şart daha vardır ki, yalnızca hep el-kol hareketleri yapan bir kişi kazfla suçlanamayacağından, kâzif sarhoş da olmamalıdır. Fakat, İmam Şafiî buna karşı çıkar. Sarhoşun el-kol hareketleri açık ve herkesin ne demek istediğini anlayabileceği şekildeyse, bir kimsenin adını kirletmek için el-kol hareketi sözden daha az zararlı olmayacağından o da kâzif sayılır. Fakat, Hanefiler salt el-kol hareketlerini 80 kamçılık hadd cezası için yeterli bulmayıp, bu noktada tazir cezası önerirler.
Makzuf (suçlanan) la ilgili şartlarsa şunlardır:
a) Aklı ve şuuru yerinde olmalıdır; yani, aklı ve şuuru yerindeyken zina etmiş olmakla suçlanmalıdır: Deli (deliliği sonradan sürsün veya sürmesin) zina suçunu işlemiş olmaz. Çünkü; deli namusunu herhalde tam olarak koruyamaz ve zina ettiği delilleriyle sabit bile olsa, ne hadd cezasıyla cezalandırılır, ne de şahsına karşı aşağılamada bulunulur. Bu nedenle, onu suçlayan da kazf cezasını haketmiş olmaz. Bununla birlikte, İmam Malik ve İmam Leys bin Sa'd, delilsiz olarak bir başka kişiyi zina ile suçladığından dolayı, deliyi suçlayanın ilgili hadd cezasını hakettiği görüşündedirler.
b) Yetişkin olmalıdır, yani, yasal açıdan tam yaşındayken zina ile suçlanmalıdır. Bir küçüğü veya küçüklüğünde zina etmiş bir yetişkini suçlamak hadd cezasını gerektirmez. Çünkü tıpkı bir deli gibi, bir çocuk da şeref ve namusunu bütünüyle koruyamaz. Fakat, İmam Malik'e göre, suçlanan yetişkinlik çağına yaklaşmış bir erkek çocuğu olduğunda suçlayana hadd cezası uygulanmazsa da, aynı yaştaki bir kız çocuğu kendisini zina için teslim etmekle suçlanır ve kendisiyle cinsel ilişki mümkün olursa, bu durumda suçlama yalnızca kızın ailesinin şerefini lekelemekle kalmayıp, kızın geleceğini de harap edeceğinden suçlayan (kâzif) hadd cezasını haketmiş olur.
c) Müslüman olmalıdır, yani, İslâm'dayken zina etmekle suçlanmalıdır. Bir gayri müslimi veya müslüman değilken zina etmiş bir müslümanı suçlamaya gerekli hadd cezası verilmez.
d) Hür olmalıdır, bir köle ve cariyeyi, ya da köle veya cariyeyken zina yapmış hür bir kimseyi suçlamak gerekli hadd cezasını gerektirmez. Çünkü kölenin çaresizlik ve zayıflığı şeref ve namusunu korumaktan kendisini alıkoyabilir. Bizzat Kur'an köleliği ihsan (ahlâk kalesinde olma) durumunun dışında tutmuştur. (Nisa: 25) Fakat Davud el-Zahiri buna katılmaz, köle veya cariye iftira atanın da kâzif olup, kazf ceasıyla cezalandırılacağını savunur.
e) Temiz ve lekesiz bir karakteri olmalıdır. Yani, zinadan ve onu andıran herşeyden uzak bulunmalıdır. Ne eskiden zina ile suçlamış olmalı, ne yasa dışı bir evlilikte cinsel ilişkide bulunmuş olmalı, ne açıkça mülkiyetinde bulunmayan bir cariyeyle ne de karısı sandığı bir kadınla yatmamış olmalıdır. Her günkü hayatı kimsenin kendisini ahlâksızlıkla suçlamayacağı şekilde geçmeli ve daha önce zinadan küçük suçlarla suçlanmamış bulunmalıdır. Çünkü, bütün bu durumlar kişinin ahlâkî temizliğinde leke getirir ve böyle birini suçlayan kişi de 80 kamçılık hadd cezasını haketmiş olmaz. Öyle ki, suçlananın zina suçu, suçlayana haddin uygulanmasından hemen önce delille sabit olursa, birincinin ahlâkî temizliği ve iffeti kaybolmuş olacağından suçlayan affedilir.
Bu beş durumda her ne kadar hadd cezası uygulanmazsa da, bu tür bir deliyi, bir çocuğu, bir gayri müslim, bir köle veya iffetsiz birini delilsiz zina ile suçlayana tazir cezası da verilmeyecek demek değildir.
Şimdi de kazfla ilgili şartlara bakalım. Bir suçlama, eğer suçlayan herhangi bir kişiyi gerekli delillerle ispatlandığında suçlananı ilgili hadd cezasına çarptıracak bir cinsel eylemle suçlar, ya da suçlayan suçlananı yasa dışı doğumla suçlarsa kazf olur. Fakat, her iki durumda da suçlama açık ve net olmalıdır, zina veya yasa dışı doğum suçlamalarının suçlayanın niyetine bağlı olduğu kapalı ifadeler güvenilir olmaktan uzaktır. Sözgelimi, bir adam için zani, günahkâr, kötü, ahlâksız ve bir kadın için fahişe, orospu, kahpe gibi sözcüklerin kullanılması yalnızca bir işaret olup, kazf değildir. Ne var ki, fakihler arasında işaretin de kazf olup olmadığı konusunda görüş ayrılığı vardır. İmam Malik'e göre, eğer işaret açıksa ve karşıdakine zina veya gayri meşru doğum isnat etme anlamına geliyorsa, bu kazftır ve kâzif hadd cezasını hak etmiş olacaktır. Fakat, İmam Ebu Hanife ve arkadaşlarıyla İmam Şafiî, Süfyan es-Sevrî, İbn Şübrüme ve Hasan bin Salih, her ne şekilde olursa olsun işaretin şüphe ve kapalılık ifade ettiği ve şüphenin olduğu her yerde haddin düştüğü görüşündedirler. İmam Ahmed ve İshak bin Rahaveyh'e göre, işaret, bir kavga ve döğüşte kızgınlık anında yapılmışsa, kazf, alay ve eğlence olsun diye yapılmışsa kazf degildir. Halifelerden Hz. Ömer ve Hz. Ali, işaret için de hadd cezası uygulamışlardır. Hz. Ömer zamanında kavgaya tutuşan iki kişiden biri diğerine "Ne babam zaniydi, ne de annem zaniyeydi" demiş ve olay Hz. Ömer'e gitmişti. Hz. Ömer, olaya şahit olanlara onunla diyenin neyi kasdettiğini sormuş ve bazıları adamın yalnızca anne-babasını övdüğünü ve karşısındakinin anne-babasına herhangi bir yüklemede bulunmadığını söylerken, diğerleri buna karşı çıkarak, bu sözlerle açıkça karşısındakinin anne-babasının zinakâr olduklarını ima ettiğini belirtmişlerdir. Hz. Ömer bu ikincilerin görüşüne katılarak adama hadd uygulamıştır. (El-Cessas, III: 330) . Bir başkasını eşcinsellikle suçlamanın kazf olup olmayacağı konusunda da görüş ayrılığı vardır. İmam Ebu Hanife bunu kazf saymaz, fakat İmam Ebu Yusuf, İmam Muhammed, İmam Malik ve Şafiî bunu da kazf olarak kabul ederek, gerekli haddin uygulanmasını önerirler.
5) Fakihler, kazfin mutlaka cezalandırılması gereken bir suç olup olmadığında da görüş birliği içinde değildirler. İbn Ebi Leyla, bunun Allah'ın hakkı olduğunu ve dolayısıyla makzuf talep etsin etmesin, kâzife mutlaka hadd uygulanması gerektiğini söyler. İmam Ebu Hanife ve arkadaşları, suçun sabit olmasıyla haddin uygulanmasının şüphesiz Allah'ın hakkı olduğu, fakat suçlunun ilgili kanun çerçevesinde yargılanmasının suçlananın talebine bağlı bulunmakla insanın hakkı olduğu görüşündedirler. İmam Şafiî ve İmam Evzaî de aynı görüştedir. İmam Malik'e göre ise, eğer kazf suçu yöneticinin huzurunda işlenirse mutlaka cezalandırılması gerekli bir suç, aksi halde cezalandırılıp cezalandırılmaması suçlananın talebine bağlı bir suçtur.
6) Kazf telâfi edilir bir suç değildir. Eğer suçlanan davayı mahkemeye getirmezse durum farklı olacaktır; fakat dava mahkemeye getirilecek olursa suçlayanın suçlamasını ispatlaması istenir, eğer ispatlayamazsa kendisine gerekli hadd uygulanır. Sonra, mahkeme de suçlayan da onu bağışlayamaz ne sorun para vermekle çözümlenebilir, ne de suçlayan tevbe ve özürle cezaladan kurtulabilir. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "Haddi gerektiren suçları aranızda bağışlayın, fakat dava bana geldiğinde ceza vacip olacaktır."
7) Hanefilere göre, kazf için hadd istemi suçlanan tarafından yapılabileceği gibi, suçlanan yoksa, baba, anne, çocuklar ve torunlar gibi vurulan lekeden etkilenen soyundan biri tarafından da yapılabilir. Fakat, İmam Malik'e göre, bu hak varislere de intikal edebilir, İmam Şafiî de aynı görüştedir. Eğer suçlanan ölürse, yasal varislerinden herbiri hadd isteminde bulunabilir. Fakat, ilginçtir ki, ölümle bağlar kopacağı ve eşlerden birine yapılan suçlamanın karşı tarafın soyuna leke getirmeyeceği gerekçesiyle, İmam Şafiî karı ve kocayı bu hakkın dışında tutar. Ama, bu delillerin ikisi de zayıftır. Bir kere hadd isteminin verasetle intikal edebileceği kabul edildikten sonra, evlilik bağlarının ölümle koptuğu gerekçesiyle karı ve kocayı bu haktan yoksun etmek Kur'an'a ters düşecektir, çünkü bizzat Kur'an ölüm halinde eşlerden birini diğerine varisçi yapmıştır. Suçlamanın, eşlerin soyuna leke getirmeyeceği iddiasına gelince, koca için bu doğru olabilirse de, kadın için kesinlikle yanlıştır. Öte yandan, kazf cezasının yalnızca kişilerin neseplerini korumak için konmuş olduğu düşüncesi de doğru değildir, neseple birlikte şeref de aynı derecede önemlidir. Bu yüzden eşinin zina ile suçlanması bir beyefendi veya hanımefendi için hiç de küçümsenecek bir haysiyet kırıcılık değildir. O halde, kazf haddinin uygulanmasını isteme hakkı verasetle intikal edebiliyorsa karı ve kocayı bundan yoksun bırakmak doğru olmaz.
8) Bir kişinin kazf suçunu işlediği sabit olduktan sonra, onu gerekli hadd cezasından kurtarabilecek tek şey, mahkemede suçlanan kişinin falancayla zina halinde gördüklerini belirtecek dört şahit getirmesidir. Hanefilere göre, dört şahidin dördü de mahkemede aynı anda hazır bulunmalı ve hep birlikte şahitlik yapmalıdırlar. Çünkü, aynı zamanda ve bir arada ifade vermeyecek olurlarsa, her biri kâzif durumuna düşeceğinden, kendisini destekleyecek dört şahit getirmesi gerekecektir.
Fakat, bu delilin zayıflığı ortadadır. Bu konuda doğrusu İmam Şafiî ve Osman el-Bettî'nin görüşüdür; bunlara göre, şahitler birlikte gelsin, ayrı ayrı gelsin farketmez, hatta ayrı ayrı hakim huzuruna çıkmaları daha iyidir. Hanefiler, şahitlerin dindar ve takva sahibi olmalarını şart koşmaz, kâzif, dört fasık şahit getirirse hem kendisi, hem de makzuf zina haddinden kurtulur. Bununla birlikte, eğer kâzif kâfir, kör, köle, veya daha önce kazf'ten hüküm giymiş dört şahit getirecek olursa cezadan kurtulamaz. İmam Şafiî bu konuda fasık şahitler getiren kâzifin de şahitlerin de haddi hak edecekleri görüşündedir, İmam Malik de buna katılır. Fakat, bu noktada Hanefiler'in görüşü doğruya daha yakın görünüyor. Onlara göre, eğer şahitler takva sahibi iseler, kâzif kazf töhmetinden kurtulur ve suçlananın zina ettiği sabit olmuş olur. Ama, şahitler takva sahibi (adil) değillerse, kâzif'in kazf suçu, makzuf'un zina suçu ve şahitlerin delili hep şüpheli hale gelir ve şüphe üzerine kimseye ceza uygulanmaz.
9) Kur'an, kazf suçundan kurtulabilmesi için gerekli şehadeti sağlamayan kişi hakkında üç hüküm getirir:
a. Kendisine 80 kamçı vurulur.
b. Artık hiçbir şehadeti kabul edilmez.
c. Bizzat fasık olur.
Bundan sonra şöyle der Kur'an:
".... ancak bundan sonra tevbe ve ıslah edenler (gidişatını düzeltenler) hariç, şüphesiz, Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir."
Burada şu soru ortaya çıkar: "Ayette anılan tevbe ve ıslaha bağlı bağışlama bu üç hükümden hangisiyle ilgilidir?" Fakihler, birinciyle ilgili olmadığında müttefiktirler. Yani, tevbe cezayı kaldırmaz ve ne olursa olsun suçluya gerekli kamçı cezası uygulanır. Fakihler bağışlamanın üçüncü hükümle de ilgili olduğunda müttefikler, yani, tevbe ve ıslahtan sonra suçlu daha fazla günahkâr olmayıp, fasıklıktan çıkacak ve Allah kendisini affedecektir. (Burada tek bir görüş ayrılığı vardır ki, o da şudur: Suçlu bizzat kazf suçu nedeniyle mi fasık olur; yoksa mahkemece mahkum olduktan sonra mı? İmam Şafiî ve Leys bin Sa'd bizzat kazf suçu nedeniyle fasık olacağı görüşünü savunduklarından, bir daha onun şahitliğini kabul etmezler. Buna karşı, İmam Ebu Hanife, arkadaşları ve İmam Malik, cezanın uygulanmasından sonra fasık olacağı görüşüne dayanarak, cezanın uygulanmasına değin şehadetinin geçerli olacağı fikrindedirler. Fakat, Allah katında suçlunun bizzat karar ve hükmün uygulanmasından sonra halkın kendisine fasık gözüyle bakacağı gerçektir.)
İkinci hükme, yani kâzifin şahitliğinin bir daha kabul edilmeyeceği" hükmüne gelince, "... ancak bundan sonra tevbe ve ıslah edenler..." cümlesinin bunu da kapsamına alıp almadığında fakihler arasında büyük görüş ayrılıkları vardır. Bir grup bu cümlenin yalnızca son hükümle ilgili olduğunu söyler. Yani, tevbe edip gidişatını düzelten kişi artık Allah'ın ve müslümanların gözünde fasık olmaz. Fakat ilk iki hüküm geçerliliğini korur. Yani gerekli hadd kendisine uygulanır ve bir daha şahitliği kabul edilmez. Kadı Şüreyh, Said bin Müseyyeb, Said bin Cübeyr, Hasan Basrî, İbrahim Nehaî, İbn Sirîn, Mekhul, Abdurrahman bin Zeyd, Ebu Hanife, Ebu Yusuf, İmam Züfer, İmam Muhammed, Süfyan es-Sevrî ve Hasan bin Salih gibi seçkin fakihler bu gruba dahildir. Karşı grup, "ancak tevbe edip..." cümlesinin ilk hükümle değil de, son iki hükümle ilgili olduğu, yani tevbeden sonra kazf suçuyla cezalandırılan suçlunun şahitliğinin kabul edileceği gibi, günahkâr olarak da sayılmayacağı görüşündedir. Bu grup, Ata, Tavus, Mücahid, Şa'bî, Kasım bin Muhammed, Salim, Zuhrî, İkrime, Ömer bin Abdülaziz, İbn Ebi Nüceyh, Süleyman bin Yesar, Mesruk, Dahhak, Malik bin Enes, Osman el-Bettî, Levs bin Sa'd, Şafiî, Ahmed İbn Hanbel ve İbn Cerir et-Taberî gibi fakihlerden oluşmaktadır. Daha başka delillerin yanısıra bu alimler Hz. Ömer'in Muğire bin Şu'be olayında, bazı rivayetlere göre, cezayı uyguladıktan sonra Ebu Bekre ve iki arkadaşına "Eğer tevbe eder (veya yalanınızı itiraf ederseniz) bundan böyle şahitliğinizi kabul ederim, aksi halde etmem" dediğini anarlar. Arkadaşları kabul ederken, Ebu Bekre bunu kabul etmemiş (yani iddiasında diretmiştir) . Güçlü bir delil gibi görünmektedir bu. Fakat, olayın ayrıntılarına baktığımızda, Hz. Ömer'in bu sözünün bu noktada delil olamayacağını görürüz. Çünkü, bu olayda, cinsel birleşmenin meydana geldiği konusunda ayrılık ortaya çıkmamış ve bizzat Muğire bin Şu'be bunu inkâr etmemiştir. Anlaşmazlık konusu kadının kim olduğu konusundadır. Muğire, suçlayıcıların Ümmü Cemil sandıkları kadının kendi karısı olduğunu söylemiştir. Sonra, Hz. Muğire'nin karısının uzaktan ve göründükleri ışığın altında farkedilmeyecek kadar Ümmü Cemil'e benzediği ve yanlışlıkla Ümmü Cemil sanıldığı da sabit olmuştur. Bu noktada deliller bütünüyle Muğire bin Şube lehine olup, olayı gören bir şahit de kadını açıkça seçemediğini kabul etmiştir. Bu yüzden Hz. Ömer, davayı Muğire bin Şu'be lehine çözmüş ve Ebu Bekre'yi cezalandırdıktan sonra, yukarıda anılan sözleri söylemiştir. Bu da, Hz. Ömer'in gerçek niyetinin suçlayıcılar üzerinde, yersiz bir şüpheye yol açtıklarını itiraf etmeleri ve bir daha böyle şüphelere dayanarak halkı suçlamayacaklarına dair tevbe etmeleri, aksi halde şahitliklerinin kabul edilmeyeceği için baskı yapmak olduğunu gösterir. Buradan Hz. Ömer'e göre yalancılığı sabit olmuş bir kişinin şahitliğinin tevbe ettikten sonra kabul edilebileceği görüşünü çıkarmak zordur.
Bu bakımdan, bu konuda önceki grubun görüşü daha doğrudur. Allah'tan başka kimse herhangi bir kişinin gerçekten samimi olarak tevbe edip etmediğini bilemez. Eğer önümüzde bir kimse tevbe ederse, onu artık "fasık" sayamayız, fakat yalancılığı bir kez sabit oldu mu, o zaman da tevbe etti diye gelecekte kendisine güvenemeyiz. Üstelik, ayetin ifadesi de "... ancak tövbe edenler..."in yalnızca "... onlar fasıktırlar"la ilgili olduğunu göstermektedir. Çünkü cümledeki ilk iki ifade "onlara seksen kamçı vurun ve bundan böyle şahitliklerini hiç kabul etmeyin" emir kipinde gelmişken, üçüncü ifade olan "onlar fasıklardır" bir haber-bilgi cümleciğidir. Sonra, bizzat haber-bilgi cümleciğinden sonra gelen "... ancak tevbe edenler hariç..." ifadesi, istisnanın ilk iki emir cümlesiyle değil de, haber-bilgi cümleciğiyle ilgili olduğunu göstermektedir. Bununla birlikte, istisnanın yalnızca son cümleyle sınırlı olmadığı kabul edilecek olursa, o zaman neden bunun "onlara seksen kamçı vurun" emriyle değil de, yalnızca "bir daha şahidliklerini hiç kabul etmeyin" emriyle ilgili olduğunu anlamak zorlaşacaktır.
10) Burada böyle bir soru sorulabilir: "... ancak tövbe edenler hariç..."teki istisna birinci hükme de neden uygulanmasın? Kazf, eninde-sonunda, bir tür hakaret, bir lekelemedir. Bizzat Allah "... ancak tövbe edenler ve ıslah edenler, hariç, Allah bağışlayıcıdır ve merhametlidir" derken, neden suçunu itiraf eden, özür dileyen ve tövbe eden bir kişi salıverilmez? Allah affederken insanların affetmemesi tuhaf değil midir? Bu sorulara cevabımız şöyle olacaktır: Tevbe, yalnızca tevbe sözünü dille söylemek demek değildir. Tevbe, pişmanlık, düzelme kararı ve salih amellerle bulunma eğilimidir bir kişinin içten tevbe edip etmediğini bilebilecek de yalnızca Allah'tır. Bu yüzden, tevbeyle dünyevî cezalar değil de, ancak Ahiret cezası kalkar ve yine bu yüzden, Allah, "suçlular tevbe ederlerse affedilebilirler" değil de "tevbe edenler için Allah bağışlayıcı ve merhametlidir" demektedir. Eğer tevbeyle dünyevî cezalar da bağışlanacak olsaydı, cezadan kurtulmak için tevbe etmeyecek suçlu bulunmazdı.
11) Sorunun bir diğer yanı da, suçlamasını destekleyici şahit getiremeyen bir kişinin mutlaka yalancı sayılmayacağı noktasıdır. Evet, isbat edemese bile, o, suçlamasında doğru olamaz mı? Sonra, şahit getiremedi diye, yalnızca insanlar tarafından değil, ayrıca Allah tarafından da bir fasık olarak nasıl mahkum edilebilir. Bunun cevabı da şudur: Bir kişi, bir başkasının ahlâksızlığını görür ve gerekli şahidi olmadan hemen suçlamada bulunur ve gördüğünü yayarsa günahkâr sayılır. İlahî Hukuk, gizlice kire bulaşan bir kişinin kirini, bir başkasının tüm toplumda yaymasını istemez. Böyle bir kire şahit olan kişinin önünde açık iki yol vardır:
Ya, gördüğünü gördüğü yerde bırakmak, ya da İslâm Devleti görevlilerince temizlenmesi için gördüğünü delillendirmek. Bunların dışında üçüncü bir yol yoktur. Eğer yaymaya kalkarsa, kişi her tarafa yayma suçunu işlemiş olacaktır ve konuyu yeterli delil olmadan görevlilerin önüne getirecek olursa, o zaman da görevliler etkin bir şey yapamayacaklardır. Sonuçta kir yayıldığıyla kalacak, mesele kirin yayılmasına vasıta olacak ve toplumun kirli öğesi yüreklendirilecektir. Bu nedenle, gerekli delil ve şahidi olmadan kazf'de bulunan kişi, suçlamasında doğru da olsa, günah işlemekten kurtulamayacaktır.
12) Hanefi fakihler, kâzifin cezasının, zina suçlusuna göre daha hafif bir şekilde uygulanması gerektiği fikindedirler. Yani, kendisine seksen kamçı vurulacak, fakat kamçılama daha az şiddette olacaktır. Çünkü, cezalandırıldığı suç hakkında yalancı olduğu kesin değildir.
13) Hanefiler de içinde olmak üzere, fakihlerin çoğunluğu suçlamayı cezanın uygulanmasından önce veya uygulama sırasında kaç kez tekrarlarsa tekrarlasın kâzife tek bir ceza uygulanacağı görüşündedirler. Kâzif uygulamadan sonra da aynı suçlamayı tekrarlarsa bile, kendisine verilen ceza kâfi gelecektir. Şu kadar ki, haddin uygulanmasından sonra, eğer suçlanana karşı bir başka zina töhmetinde bulunursa, o zaman yeni bir kazf suçuyla yargılanacaktır. Muğire bin Şu'be aleyhindeki olayda Ebu Bekre cezanın uygulanmasından sonra da açıkça Muğire'nin zina ettiğine şahit olduğunu tekrarlamış, bunun üzerine Hz. Ömer onu yeniden yargılamak istemiş, fakat Hz. Ali aynı suçlamayı tekrarladığı için yeniden yargılanamayacağını belirtmiş ve Hz. Ömer de buna uymuştur. Buna dayanarak fakihler, kendisine hadd cezası uygulanan kâzifin yeni bir kazf suçu işlemedikçe tekrar yargılanamayacağından nerdeyse görüş birliğine varmışlardır.
14) Bir gruba karşı işlenen kazf suçuyla ilgili olarak fakihler arasında görüş ayrılığı vardır.Hanefilere göre, eğer bir kişi bir topluluğu bir sözle veya ayrı ayrı sözlerle suçlarsa, ilk cezanın uygulanmasından sonra yeni bir kazf suçu işlemedikçe yalnızca bir haddle cezalandırılır."mûhsan kadınlara (iftira) atanlar" ifadesi, bir veya birden fazla kişiyi suçlayanın yalnızca bir cezayı hak edeceğini göstermektedir. Hem, iki kişi suçlanmadan zina olmaz, buna rağmen kanun koyucu, biri kadını, diğer de erkeği suçlama karşılığında iki değil, tek bir ceza öngörmüştür. Buna karşı, İmam Şafiî, bir topluluğu bir veya birden fazla sözle suçlayan kişinin, suçlanan kişi sayısınca cezalandırılacağı görüşündedir. Osman el-Bettî de aynı görüşe sahiptir. Fakat Şa'bi ve Evzanî'nin de katıldığı İbn Ebi Leyla'nın fetvası ise, bir topluluğu bir sözle suçlayana bir ceza, ayrı ve ayrı ayrı sözlerle suçlayana ise, suçladığı kişiler sayısınca ceza verileceği şeklindedir.