93- O da onlardan yüz çevirdi ve (şöyle) dedi: "Ey kavmim andolsun, size Rabbimin risaletini tebliğ ettim ve size öğüt verdim. Şimdi ben, küfre sapan bir topluluğa karşı nasıl üzülebilirim?"(76)
94- Biz hangi memlekete bir peygamber gönderdiysek onun halkı yalvarıp-yakarsınlar diye, mutlaka onları dayanılmaz bir zorluk (yoksulluk) ve sıkıntıyla yakalayıvermişiz.
95- Sonra kötülüğün yerini iyilikle değiştirdik, öyle ki onlar, çoğaldılar ve: "Atalarımıza da (bazan) şiddetli sıkıntılar (bazan da) refah ve genişlikler dokunmuştu" dediler. Bunun üzerine, biz de onları kendileri hiç şuurunda değilken apansız kıskıvrak-yakalayıverdik.(77)
96- Eğer o ülkeler halkı inansalardı ve korkup-sakınsalardı, gerçekten üzerlerine hem gökten, hem de yerden (sayısız) bolluklar (bereketler) açardık; ancak onlar yalanladılar, biz de onları kazanageldikleri nedeniyle yakalayıverdik.

AÇIKLAMA

76. Burada anlatılan bütün bu olayların derin mânâları vardır. Her kıssa, Hz. Muhammed'in (s.a) ve onun kavminin durumuna tam ve yerinde uymaktadır. Her kıssada iki taraf vardır: Peygamber ve kavmi, her bir kıssada geçen peygamber ve onun talimleri, uyarıları vs. tamamiyle Hz. Muhammed'in (s.a) davetinde olduğu şekildedir. Diğer taraftan, kötülük, ahlâksızlık ve inatçılıklara dalmış olan halk ve onların kendini beğenmiş şefleri, her zaman, küçümser bir tavırla davete karşı çıkmışlardı. Hz. Muhammed (s.a) ve davetine karşı Kureyş halkı da aynı tarz bir tavır takındığı için, dolaylı olarak, eğer çağrıya kulak vermezler ve Allah'ın onlara bahşettiği fırsatı değerlendirmezlerse akıbetlerinin de onlar gibi olacağı ikazı yapılmakta. Eğer körükörüne aynı yolda gitmeye ısrar ederlerse, sapkınlıklarında ısrar edenlere geçmişte müstehak olan aynı belâ kendilerinin de başına er geç gelecektir.
77. Her bir peygamberin ve halkının kendi hususi durumları birer birer anlatıldıktan sonra, şimdi ise, her bir elçinin risalet görevi ile gönderilişinde Allah Teâlâ'nın uyguladığı genel ve müşterek usûlü belirtilmekte. Her ne zaman bir peygamber gönderilse, Allah, o halkın kibrini kırmak, mütevazi bir şekilde mesajı kabule hazır bir hale getirmek için bir takım zorluklar ve felâketlerle etki eder. Bu sünnete uygun olarak, Allah, peygamberler gönderdiği kavimlere kıtlık ve hastalık göndermiş, onları çeşitli ekonomik darboğazlara sokmuş, savaşlarda yenilgilere ve buna benzer felâketlere uğratmıştır. Bütün bunlar, onların kibir ve gururlarını kırmak, güç, kuvvet ve zenginliğe olan aşırı güvenlerini ve bağlılıklarını sarsmak içindir. Bu onlara, kendilerinin fevkinde, mukadderatlarını kontrol eden yüce bir kudretin olduğunu ikaz etmek içindir ki bu sayede kalbleri, uyarıları alıcı hale gelsin ve Rablerinin önünde diz çöksünler. Fakat bu usul eğer hakkı anlamaya yöneltmede onlar üzerinde muvaffak olamazsa, bu sefer de, o insanlar bolluk ve refah ile şımartılır. İşte bu hal artık onların sonunun başlangıcıdır. Kural olarak, sıkıntı ve felaketlere düçar olan bir topluluk, büyüyüp zenginleşmeye başladıklarında ise Rablerine minnet duymaktan ictinap ederler ve hatta eski günlerini sanki sıkıntılar hiç olmamış gibi unutup giderler. Sonra, entellektüelleri hemen "Bunda öyle olağanüstü birşey yok. Bize tarih söylemektedir ki, mukadderatın iyi ve kötü olayları hiçbir ahlâkî değere bağımlı olmadan meydana gelmektedir. Bu olaylar Allah'ın kontrolüne bağlı veya ahlâkî kanunlara uygun ortaya çıkmamakta, aksine bütün bunlara, yani darlık, felâket, refah ve bollukların oluşumuna, "tabiat" dediğimiz şey sebep olmaktadır. Bundan dolayıdır ki, bizden önce geçenlerin de darlık ve bollukları yaşamış olduklarını tarih bize göstermektedir.
Dolayısıyla bu olaylardan hareketle, herhangi bir ahlâkî ders çıkarmak ve sadece Allah'ın huzurunda boyun eğmek ve tevazu göstermek aklî yönden bir zaafın işaretidir ve bu gibi tavırlar düşünme yetersizliğinin bir sonucudur" gibi kendilerince mantikî gerekçeler ileri sürerek halklarını kandırırlar.
Yüce Peygamber (s.a) aynı durumu bir hadis-i şeriflerinde şöyle belirtmiştir: "Dert ve musibet, inanan için bir azaptan felâha çıkana kadar ona yardımcı olur. Münafığın hali ise; sahibinin kendini niçin bağladığını ve niçin çözdüğünü anlamayıp aval aval bakan merkebe benzemektedir. Eğer bir toplum musibet ve dertlere düçar olduğunda bile Allah'a yönelmiyorsa ya da Allah rahmetini ve bereketini saçarken O'nu hatırlamıyor, ya da kendini ıslah etmek için, hiç mi hiç gayret göstermiyorsa, onun fena akıbeti ve helâki artık yakın ve kaçınılmazdır. Öyleki tıpkı hamile bir kadın günleri dolduktan sonra, nasıl heran doğurabilirse, bunlara da her an azap gelebilir.
Bu çerçevede, ayrıca dikkat edilmesi gereken, 94 ve 95. ayetlerde bahsedilen İlahî uygulamanın bu ayet nazil olduğu sırada Mekke'de uygulamada olmasıdır. Kureyş halkı aynı muhalefeti gösteriyor ve sonuçta şiddetli bir kıtlığa maruz kalıp açlıktan kıvranıyordu. İbn Mes'ud ve İbn Abbas'tan rivayet edilen bir hadisten öğreniyoruz ki, Kureyşliler Hz. Peygamber'in (s.a) tebliğine karşı gelmeye başladıklarında, Hz. Peygamber (s.a) şöyle dua etmişti: "Allah'ım, Yusuf'un zamanında Mısır'a isabet eden bir kıtlık gibisinden yedi senelik bir kıtlıkla, bana bu insanlara karşı risaletimde yardımcı ol." Bunun üzerine Allah Teâlâ, Mekke ve civarına öyle şiddetli bir kıtlık verdi ki, insanlar hayvan leşleri, derileri, kemikleri, hatta ve hatta hayvan tüylerini yemeye başladılar. O zaman Ebu Süfyan'ın önderliğinde Mekke halkı, Yüce Peygamber'e (s.a) geldi ve Ona bu kıtlığı uzaklaştırıp kaldırması hususunda Allah'a dua etmesi için yalvardılar. Fakat Allah, kıtlığı, kaldırıp uzaklaştırdığı ve işler yolunda gitmeye, sonuçta da bollluk geri gelmeye başladığı zaman, hepsi, daha da küstahlaşmaya ve hatta önceden kalbleri imana doğru biraz meyletmiş olanlara bile engel olmaya başladılar. Şöyle diyorlardı: "Kıtlık ve yokluk hayatın cilveleridir, bu durum Muhammed gelmeden önce de insanlara musallat olan bir haldir. Bundan dolayı, kıtlığın tekrar gelmiş olması nedeniyle O'nun tuzağına düşmeyin". Ve "Babalarımız, ecdadımız kıtlık ve bolluk dönemlerini yaşamışlardı" gibi sözler bu surenin nazil olduğu sıralarda da dillerde idi. Bu ayetlerin, Kureyş'in o andaki durumuna son derece uygun düşmesi nedeniyle bu arka fon gözönünde tutularak ilgili ayetler daha kolay ve güzel anlaşılır. (İzah için bkz. Yunus: 21, Nahl: 112, Müminun: 5 ve 76, Duha: 9-16.)