MUSA
aleyhisselam
"EY MUHAMMED!
İNANAN BİR MİLLET İÇİN SANA,
MÛSÂ VE FİRAVUN OLAYINI OLDUĞU GİBİ ANLATACAĞIZ."
Kasas; 3
BAŞ SAYFA
DİNİN DEJENERASYONU
Yûsuf aleyhisselam dönemi Mısır'da putperestlik yerine İslamiyetin hakim olduğu
en belirgin dönemdir. Yûsuf aleyhisselamın vefatından sonra onu destekleyen
asya kökenli yöneticilerin Mısır'dan sürülmesiyle yeni bir dönem başlar. Bu
dönem, putperestliğe dönüş dönemidir. Ancak bu dönemde özellikle Amon
rahiplerinin siyasi bakımdan kuvvetlenmesi yöneticilerin işine gelmemişti.
Mısır hükümdarlarından İhnaton, Amon rahiplerinin gücünü kırabilmek için kendi
kontrollerinde yeni bir dini akım başlatır. Aton adı verilen bu yeni din, tek
tanrı fikri ile putperestliği birleştiren bir sistemdi. Tek tanrı olarak güneşe
tapılmayı öngören bu din, Amon rahipleri ile yöneticilerin arasında müthiş bir
denge savaşına neden oldu. İhnaton'un döneminde Amon rahiplerinin gücü oldukça
kırılmıştı. Fakat kendisinin ölümünden sonra yerine geçen Tutankamon, Amon
rahiplerine eski statülerini iade eder. Buna rağmen Amon rahiplerine yaranamadı
ve ordu komutanı Horemheb'in de içinde bulunduğu çete tarafından genç yaştayken
öldürülür. Bu sırada devlet başsız kaldığı için idari bir boşluk yaşanır.
Tutankamon'un dul eşi Ankesenamun veya kayınvalidesi Nefertiti Hitit kralı
Suppiluliuma'ya bir mektup yazar. Mektupta özetle kocasının öldüğünden, oğlan
çocuğa sahip olamadığından bahsettikten sonra Hitit kralından bir oğlunu koca
olarak Mısır'a göndermesini ister. Hitit kralı müspet karşılayarak bir oğlunu
Mısır'a gönderir. Fakat gelişmelerden haberi olan Horemhep ve çetesi, yeni bir
Hiksos olayı yaşamamak için genci öldürürler. Bir süre siyasal gevşeklik
yaşayan Mısır, MÖ. 1300 civarında güçlü bir hükümdara kavuşur. Bu hükümdar II.
Ramses'tir. Tahta geçer geçmez Suriye sınırına kesin bir şekil vermek ister.
İşte bu istek; o zaman ki dünyanın iki süper gücünü Kadeş'te karşı karşıya
getirir. Bu güçler, II. Ramses idaresindeki Mısır ile Muvattilis idaresindeki
Hitit devletidir. Bu karşılaşma bir anda tarihin akışını değiştirmişti.
Daha orduların Kadeş'e yaklaşması sırasında bile ortadoğudaki siyasal dengelerin altüst olduğu görülüyordu. O zamana kadar hep Hititlerin savaş ortağı olan Amurru kralı Bentesina, son anda Ramses tarafına geçmişti. Muvattilis te ordusunu kendisine bağlı kavimlerle güçlendirmekle kalmamış Likya'lı (Antalya kıyı bölgesi) korsanlarından bir birlik oluşturarak savaşa sürmüştü. Hitit ordusunun merkez kuvvetleri 20.000'e yaklaşıyordu.
Ramses, ordusunu dört kısma
ayırmıştı. Bunlar Amon, Ra, Ptah ve Suketh'di ki bu isimler Mısır
putperestlerinin tapındığı putlardı. Stratejik açıdan bakıldığında II. Ramses
büyük bir hata yaparak Plansız bir şekilde Kadeş üzerine yürümüştü. Zira
ordugah Amon ile diğer birliklerin arasında büyük bir irtibatsızlık vardı.
Ramses Kadeş'e vardığında Ra birlikleri göz menzilinde bile değildi. Ptah daha
gerilerdeydi. Sutekh ise hala Asi ırmağının öte yakasında öylece bekliyordu.
Mısır kayıtlarından öğrenildiği kadarıyla savaş şöyle gelişmişti; Hititler,
Firavun ordusundaki bu kopukluğu gördükleri anda şimşek gibi koşan savaş
arabalarıyla aniden ortaya çıkarak henüz yürüyüş pozisyonunda olan Ra
birliklerinin üzerine çullandılar. Hitit arabalarında iki savaşçı bulunurken
Mısır arabalarında yalnızca bir savaşçı bulunuyordu. Bu dengesizlik Ra
birliklerinin tamamen imha edilmesiyle sonuçlanmıştı. Hitit ordusu bu sefer,
Ramses'in de bulunduğu Amon birliklerini kısa sürede kuşatıvermişlerdi. Böyle bir
kuşatmadan hiç bir ordu kurtulamazdı. Hele Mısır ordusu hiç... Zira Ra imha
edilmiş, Ptah gerilerde Suketh ise hiç bir şeyden habersiz Asi nehrinin öte
yakasında bekliyordu. Daha ilk hücumda Amon birlikleri dağılıverdi. Muvattil
tam imha savaşına başlayacağı sırada öncü birlikleri ganimet sevdasına
düştüler. Bu rehaveti henüz atlatamamışlardı ki, batıdan, deniz tarafından
gelen küçük fakat disiplinli bir birlik tarafından saldırıya uğradılar. II.
Ramses bu durumu öylesine ustaca değerlendirdi ki, hem imha edilmekten
kurtuldu, hem de berabere kalan bir komutan edasıyla barış masasına oturdu.<P
Kur'ân-ı Kerîm, özellikle firavunun kendisini tanrı ilan edecek kadar
sapkın olduğunu vurgulamaktadır. Bilindiği gibi Mısır firavunlarının büyük bir
kısmı kendilerinin tanrı olduğunu iddia etmişlerdir. Ancak II. Ramses'in
yanında bu firavunlar üvertir kalıyorlardı.
II. Ramses'ten başka kendisini tanrı ilan ederek aşırı bir şekilde ortaya
çıkaran
bir başka firavun bilinmemektedir.
II. Ramses'in inşa ettirdiği tapınaklardan biri... Burada Mısır halkı II.
Ramses'in heykelleri karşısında tapınıyorlardı.
Bazı arkeologlar II. Ramses'in Hazret-i Mûsâ aleyhisselamla çağdaş olduğu kanaatindedirler. Biz de aynı kanaati paylaşacak olursak hayret edilecek başka benzerlikler de buluruz.
İslami kaynaklar, bu
firavunun çok uzun yaşadığını uzun süre tahtta kaldığını vurgulamaktadırlar.
Mısır firavunları arasında da en çok tahtta kalan (67 yıl) ve uzun yaşayan (90
yıl) II. Ramses'tir.
II. Ramses'in hiyeroglif metinlerinde geçen ismi;
Ra Mesu Meri Amun
II. Ramses'in diğer ismi;
User Maat Re Setep en Re
Kur'ân-ı Kerîm'de firavunun, İsrâiloğullarını fırkalara bölerek acımasızca ezdiğini erkek çocuklarını öldürdüğünü ve kendilerini de zelil ettiği buyurulmaktadır. Arkeolojik belgeler; II. Ramses'in, Tanis ve Kantir şehirlerinin inşasında Habiru (veya Hapiru)'ları kullandığını göstermektedir. Habiru ismi, İbrani isminin hiyeroglif metinlerdeki transliterasyonudur ve yalnızca yahudiler için değil bütün asyalı kavimler için kullanılmaktadır. Bu topluluk, firavunun emriyle taş ocağı işçiliği, sütun taşıyıcılığı ve tarım işçiliği yaptırılan en aşağı sınıftır. II. Ramses dönemi, Habiruların en çok angaryaya koşulduğu ve devasa tapınak ve heykellerin bu insanlara inşa ettirildiği dönemdir.
Kur'ân-ı Kerîm'de, Âsiye hanımın firavuna bu çocuğun oğul olarak kabul edilmesini istemişti. Moses, eski Mısır dilinde (kıptice) oğul anlamına gelmektedir. Ra-Mose (Ra'nın oğlu), Tut-Mose (Tut'un oğlu) gibi... Dil bilginleri Mûsâ isminin kıptice Moses kelimesinden geldiğini ileri sürmektedirler. Mûsâ aleyhisselam, annesi tarafından bir sandık içerisinde Nil nehrine bırakıldığında henüz ismi konmamıştı. Zira annesi, bebek firavunun eline geçmesin diye en yakınlarından bile doğumunu gizlemek zorunda kalmıştı. Nehirden çıkarılan çocuğun annesi ve babası bilinemediğinden ona yalnızca oğul manasına gelen Moses/Mûsâ adı verilmiş olabilir.
II. Ramses'in 52 oğlu vardı ve tümü kendi sağlığındayken ölmüşlerdi. Yani erkek evlat sıkıntısı vardı. Bu sebeple kendisinden sonra tahta, evlatlığı Mineptah geçmişti. Kur'ân-ı Kerîm'de; Hazret-i Mûsâ için Firavunun hanımı kocasına; "Benim de, senin de gözü aydın olsun. Onu öldürmeyin. Bel ki bize faydalı olur. Yahut onu oğul ediniriz" demişti. Buradaki oğul edinme, eğer öz evlatlar varsa hiçbir şey ifade etmeyecektir. Demek Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan firavunun bir oğul sıkıntısı var ki Âsiye annemiz firavunu bu zaafından vuruyor.
Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılan Firavunun hanımının (Âsiye) davranışlarına biraz dikkatlice bakıldığında onun, firavn karşısında oldukça cesur olduğu görülür. Bir başka görülen nokta da, bu kadar acımasız bir firavunun Âsiye hanıma ayak direyememesidir. Bu bizi, Âsiye hanımın arkasında hatırı sayılır bir güç olduğu kanaatine götürmektedir. II. Ramses'in bir düzine karısı vardı. Bunlardan 7 ve 8. karısı Hitit prensesleriydi. Hitit imparatorluğu o zamanın süper gücüydü. Meşhur Kadeş savaşı ve barışı sonunda II. Ramses, Hitit imparatoru III. Hattuşil'in büyük kızıyla evlenmişti. II. Ramses, bu prensesi haremine katmayıp başkadın yaptı. Tamamen siyasi olan bu evlilikte ağır basan tarafın Hititler olduğu anlaşılmaktadır. İşte bu prenses II. Ramsesin 7. eşi olan Hitit prensesiydi. Arkeolojik verilere göre ismi; Ma'at Hor-Neferure dir. Bu ismi Mısırlılar vermişti. Prensesin asıl ismi bilinmemektedir. II. Ramses'in 8 karısı olan ikinci Hitit prensesinin ne Hititçe ve ne de Mısırca adı henüz bilinmemektedir. Yalnızca II. Ramses'le evlendiği bilinmektedir. Eski Mısır'a ait hiç bir dökümanda hayatına ait bir doküman bulunamamıştır. Belki de kraliçe olarak Mısırlılarca benimsenmemişti. Bu Hititli prenseslerin Mısır sarayında politik bir güç merkezi oluşturmaları mümkündür. Başka bir ifadeyle Hititli eşlerin bazı dokunulmazlıklarının olduğu muhakkaktır. Nitekim firavun, israiloğullarına ait olduğu bilinen bir çocuğun saraya alınmasına ses çıkaramamıştır. Dahası çocuğun kendi gözü önünde büyümesine müdahale bile edememiştir. O derece ki; küçük Mûsâ, firavunun yatağında, odasında ve sarayın her tarafında pervasızca yaşayabilmektedir. Hatta bir gün elindeki sopayı firavunun kafasına vurup bir başka günde sakalını çekince öldürülmesi emredilecek fakat Âsiye hanım bu teşebbüsleri de engelleyecektir.
O yıllardaki güçlü Mısır'ı tehtid edecek tek güç dışarıdaydı. İçeride firavun her şeye hakim, insanları ve toplumları istediği gibi yönetiyordu ancak dışarıda Hitit imparatorluğu ile iyi geçinmek zorundaydı. Bu nedenle Hititli prenseslerle evlenmişti. Belki de Âsiye hanım, firavunun çok çekindiği böylesine bir kuvvetin mensubuydu. Yoksa kendisini tanrı ilan edecek kadar sapık, yeni doğmuş bebekleri öldürtecek kadar cani ve erkekleri hadım ettirecek kadar acımasız olan bir insanın, karısını çok sevdiği için evlatlığının yaptıklarına katlandığını düşünmek çok zordur.
Kur'ân-ı Kerîm'de ve hadis-i şeriflerde Âsiye hanımın acımasız işkencelerle şehid edildiğini bildirmektedir. II. Ramsesin son yılları ve evlatlığı Merneptah'ın iktidar yılları, Hitit imparatorluğunun büyük bir kaosa düştüğü dönemdir. Böylece Mısır için Hitit tehlikesi kalmadığı gibi Mısır'ı dünyanın bir numaralı süper gücü durumuna yükseltir. Bu durumda siyasi bir evlilik yapmış olan Hitit prenseslerinin başına her türlü şeyin gelmesi mümkündür.
Mûsâ aleyhisselamın
hayatında iki firavun olduğu kanaatini taşırsak benzerlikler devam etmektedir.
Hazret-i Mûsâ, peygamber olduktan sonra Allahü tealanın emriyle firavunun
karşısına çıkar. Firavunla aralarında müthiş bir mücadele başlar. Firavun,
bütün gücünü Mûsâ aleyhisselamı ortadan kaldırmak için seferber eder. Bu
mücadele, firavunun ordusuyla beraber denizde boğulmasıyla son bulur. II.
Ramses'in yerine tahta geçen Merneptah, dünyanın bir numaralı süper gücüne
firavun olmuştu. Ancak anlaşılmaz bir şekelde 8-10 senelik saltanatı iç
karışıklıklarla geçmiş ve ölümüyle birlikte Mısır imparatorluğunun kudretli
ordusu yok olmuş ve koca devlet haritadan silinivermiştir.
Kur'ân-ı Kerîm'de, Mûsâ aleyhisselam karşı duran firavun ve halkına bir dizi felaketin verildiği buyurulmaktadır ki bunlar; "tufan/su basması, kıtlık, çekirge, kurbağa ve kan" dır. Londra British Museum'da kayıtlı olan papirüslerin birinde ise; bir "büyücü" yüzünden Mısır'da meydana gelen bir dizi felaketten bahsedilmektedir. Bunlar; "Tahıl ürünlerini mahveden su baskını, farelenin tarlalarda yığınlar oluşturması, pirelerin kasırga gibi yayılması, akrep ve sineklerin her tarafı kaplaması" olaylarıdır. Hemen bütün peygamberler hasımları tarafından "büyücü ve sihirbaz" olarak suçlanmışlardır. Firavn da Hazret-i Mûsâ'ya; "Ey sihirbaz..." diye hitap etmişti.
Kur'ân-ı Kerîm'de firavunun
en büyük yardımcısı olarak Haman'ın ismi verilmiştir. Bu şahıs, firavunun imana
gelmesini engellemiş, Âsiye hanımın şehid edilmesine sebep olmuş, Mûsâ
aleyhisselamın öldürülmesine çalışmış ve hicret eden İsrâiloğullarının imha
edilmesi için firavunu teşvik etmiştir. II. Ramses ve Merneptah dönemlerinde
Amon rahipleri, dini bir cemaat olmalarının yanısıra, firavunun meclisinde de
en büyük siyasi gücü oluşturuyorlardı. Ayrıca şahıs ismi olarak Mısırlı devlet
adamlarının arasında çok sayıda Amon, Amonefi vb. gibi adlara rastlanmaktadır.
Kur'ân-ı Kerîm, Mûsâ aleyhisselamın peşine düşen firavunun denizde boğulduğunu ve cesedinin, sonraki nesiller için ibret olsun diye dışarı atıldığını ve sonrakilere ibret olsun diye muhafaza edildiğini buyurmaktadır. Londra British Museum'daki söz konusu papirüslerde "büyücü" diye suçlanan kişinin "muradına erdiği", doğunun ve batının kralının "girdapta boğulduğu" yazılıdır. Yine aynı papirüste büyücü olarak gösterilen kişi; "...daha annesinin memesinden itibaren onu kurtaranlara çok şey borçlu olan çocuktur."
1975-1976 senelerinde, Mineptah'ın mumyası üzerinde yapılan araştırmalarda bu firavunun boğulma veya boğulmayla birlikte bir travmayla öldüğünü belgelenmiştir. İslami kaynaklarda, boğulma sırasında Cebrâil aleyhisselamın bir katkıda bulunduğu kaydı da vardır. Mineptah boğulduktan sonra sahile vuran cesedi mumyalanmış ve geride kalanlar için bir ibret levhası olmak üzere saklanmıştı. Burada dikkatleri çeken bir husus vardır. Tarih boyunca en iyi korunan ve bulunduktan sonra üzerlerinde en çok ihtimam gösterilen cesedler II. Ramses ve Mineptah'a ait olanlarıdır.
ÇIKIŞ
NOKTASI LUKSOR
Bütün bu benzerlikler doğru ise İsrâiloğullarının çıkış noktası da
tespit edilmiş olacaktır. Gerçi yahudi kaynakları ısrarla çıkış noktasının
kuzeyde delta bölgesinde bulunan GOŞEN olduğunu naklederler. Oysa belgelere
baktığımızda hiçte böyle olmadığı görülecektir. Nitekim olaylara baktığımızda
en uygun şehrin, güneyde bulunan Luksor şehridir.
Dönemin firavunu içeride çok güçlüdür. Bu kudretini insanları sınıflara ayırarak zayıf düşürmesinden alıyordu. Bunlardan İsrâiloğullarını kendi civarına yerleştirmişti. Bunu, Hazret-i Mûsâ'nın doğumundan hemen sonra bir sandık içerisinde Nil nehrine bırakılmasında ve saraylılar tarafından görülüp kenara alınmasından anlıyoruz. Hatta Hazret-i Mûsâ'nın ablası sandığı Nil boyunca takip etmiş onun Firavunun adamlarınca çıkarıldığını görmüştür.
İsrâiloğulları, Firavunun öylesine elinin altındadır ki, onlara her istediği zulmü yapabilmektedir. Bunlardan birisi de onların çoğalmalarını engellemekti. Bu nüfus planlaması için üç kademeli bir plan uyguluyordu. Mesela erkeklerini hadım ediyor, seçtikleri kadınlara el koyuyorlar ve onların kıptilerden çocuk sahibi olmasını sağlıyorlar bu arada kazara dünyaya gelen erkek çocuklarını da öldürtüyordu. Bunları kolayca yapabilmesi İsrâiloğullarının kaçacak bir yerleri olmadığını göstermektedir.
Hazret-i Yûsuf, İsrâiloğullarını kuzeyde, delta bölgesinde bulunan Goşen diyarına yerleştirmişti. Burada rahat ve özgür bir şekilde yaşıyorlardı. Hazret-i Yûsuf vefat edince durumları değişmiş ve ağır baskılar altına alınmışlardı. Bir topluluğu zayıf düşürmek için başvurulan yollardan birisi de tehcir/sürgündür. Dolayısıyla Goşen'deki sağlam Yahudi toplumun belini kırmak için vurulan ilk darbe sürgün olmalıdır. Dolayısıyla Hazret-i Mûsâ döneminde Goşen'de değil çok uzaklarda bir yerde olmaları gerekmektedir. Tarihi kaynaklara göre en uygun yer güneydeki Luksor'dur. Burası, İsrâiloğulları için adeta dünya ile irtibatlarının kesildiği bir yerdir.
Çıkış öncesi İsrâiloğulları Firavun'dan, çölde 3 günlük mesafede bir yerde bayram için izin isterler. Kuzeydeki Goşen dolaylarında böyle bir bölge ancak Sina yarımadasında bulunmaktadır. Oysa Sina'ya denizin yarılması sonucu geçilmişti. Bu da çıkış noktasının Goşen'den başka bir yer olmasını gerektirmektedir.
Firavun, 3 günün sonunda İsrâiloğullarının dönmediklerini öğrenince veya çıkış için verdiği izinden vazgeçince civar şehirlere/nomlara asker toplayıcıları gönderir. Kuvvetli bir ordu kurarak bizzat başlarına geçer. Niyeti İsrâiloğullarını tamamen imha etmektir. Bütün bu hazırlıklar ve asker toplama işleri, o zaman şartlarında en az 9-10 günlük bir iştir. Buna 3 günlük çöl yolunu da katarsak 15 gün civarında bir süre çıkar ki, bu süre GOŞEN-SÜVEYŞ arası için çok fazladır. Fakat LUKSOR-SÜVEYŞ arası için en ideal süredir.
Kur'ân-ı Kerîm'de Hazret-i Mûsâ'nın öldürüleceğini haber veren saraya mensup mümin kişiden bahsedilir. Bu zat, aksa'l medine/şehrin en uç noktasından gelmiştir. Bu tanımlamaya eygun yer Luksor ve Karnak şehirleridir. Bugün iki ayrı şehir yeri gibi gözükse de o dönemde birleşiktiler. Nil kenarındaki Luksor daha ziyade yerleşim yeriyken bir iki km. içeride bulunan Karnak tapınakların ve sarayların bulunduğu bir yerdi. Bir başka ifadeyle her ikisi de birbiri için aksa'l medine'dir.
O halde neden yahudi kaynakları Goşen'de ısrarlılar diye bir soru akla gelebilir. Yahudi bilginleri tarihlerindeki pek çok noktayı sanki hiç yaşanmamış gibi göstermek istemişlerdir. Bundan, bir şeylerin gizlenmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. İsrâiloğullarının tarihi gibi gizlenmeye çalışılan bir başka toplum tarihi yoktur. Burada da aynı gayretkeşliği görebiliriz. Hahamların bundaki amacının ne olduğunu araştırmacılar ortaya koyacaklardır.
Arkeolojik buluntularda pek çok müphem nokta bulunmaktadır. Kazıların eski hızında devam etmemesi ve şimdiye kadar ele geçen bulguların İslami kaynakların süzgecinden geçirilmemiş olması, bu müphem noktaların anlaşılmasına mani olmaktadır. Kazılarda ele geçenleri inceleyecek "ehil ellere" şiddetle ihtiyaç vardır.
II. Ramses ve Mineptah'ın, Mûsâ aleyhisselamla çağdaş olduğu kesinleşir ise; "Onbinlerce suçsuç bebeği öldürtten, insanlara zulmeden ve Mûsâ aleyhisselamın henüz küçük bir çocuk iken değnekle kafasına vurduğu firavun işte bu, II. Ramses'tir. Diğeri de Mûsâ aleyhisselamın tebliğine ayak direyen, hicret ederken imha etmek için takip eden ve bu uğurda helak olanın mumyalanmış bedende müşahhas tanığıdır" diyebileceğiz.
SUYUN
ÖBÜR TARAFI
Mûsâ aleyhisselam, israiloğullarını Sina tarafına geçirdiğinde yaşanan
olayları detaylı bir şekilde Kur'ân-ı Kerîm'de görmekteyiz. Tahrif edilmiş
olmasına rağmen bazı benzer olayları Kitab-ı Mukaddeste de görmekteyiz. Kitab-ı
Mukaddes detaylı bir şekilde incelendiğinde olayların etrafının
bulandırıldığını ve sanki bir şeylerin gizlenmek istediğini görürüz. Kur'ân-ı
Kerîm'de ise bu gizlenen noktaların detaylı bir şekilde açıklandığına şahid
olmaktayız. Gizlenmek istenen olaylar, İsrâiloğullarının karakter zaaflarını
gözler önüne seren refleksleridir. Bu nedenle olsa gerek, yahudi bilginler,
Tevrat'ı tahrif etmek bahasına gerçek bilgileri yok etmişlerdir. Yine Kur'ân-ı
Kerîm, Sina çölünde yaşanan olayları, onların başına kakarcasına anlatmıştır.