|
Hz.
MUHAMMED (s.a.s) DOĞUMU, ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ:
İnsanlığı hakka ve hakikata sevkedip dünya ve ahiret saadetlerini
sağlamak üzere Allah Teâlâ tarafından gönderilen peygamberlerin
sonuncusu ve alemlerin rahmeti olan Peygamber Efendimiz, genellikle
kabul edildiğine göre 20 Nisan (12 Rabiulevvel) 571 Pazartesi günü
Mekke'de doğdu. İslâm tarihi kaynakları, Hz. Peygamber'in nesebi ta
Hz. Adem'e kadar sıralanan Şecere tabloları ile belirlemişlerdir. Bu
kaynaklarda Hz. Peygamber'in yirminci göbekten atası olan Adnan'a
kadar ittifak edilmiş, ancak Adnan'dan sonra verilen isimlerde bazı
farklılıklar ortaya çıkmıştır. Ama O'nun Hz. İbrahim'in oğlu
Hz. İsmail soyundan olduğunda şüphe yoktur. Buna göre Adnan'a kadar
Rasûlullah'ın şeceresi şöylece sıralanır: Muhammed b. Abdullah b.
Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusayy b. Kilâb b. Mürre
b. Ka'b b. Lüeyy b. Gâlib b. Fihr b. Mâlik b. En-Nadr b. Kinâne b.
Huzeyme b. Müdrike b. İlyas b. Mudar b. Nizâr b. Me'add b. Adnan.
Hz. Peygamber'in doğumundan iki ay kadar önce babası Abdullah, ticarî
bir seferden dönüşünde Yesrib (Medine)'de vefat etmişti. Annesi
Amine, Kureyş Kabilesinin kollarından Benû Zühre'nin reisi Vehb b.
Abdümenaf'ın kız idi. O sıralarda Mekke eşrafı, çocuklarını
çölde bir süt anneye vererek emzirme âdetine sahip oldukları için
Hz. Peygamber, kendi annesi Amine tarafından ancak bir kaç kez
emzirilmiş, süt anneye verilinceye kadar da amcası Ebu Leheb'in
cariyesi Süveybe, O'na süt annelik yapmıştı. Daha sonra Mekke'ye
komşu çöllerde yaşayan Hevâzin kabilesinin kollarından Benû
Sa'd'a mensup Halîme bint Ebî Züeyb, uzun süre Hz. Peygamber'e süt
emzirmiştir. Mekke eşrafı tarafından Mekke'nin ağır ve sıcak
havası çocukların gelişimine ve sağlıklarına zararlı görülüyor;
ayrıca hac münasebetiyle her kesimden insanla temas halinde bulunan
Mekke'de arap dili, yabancı tesirler altında kalabildiğinden, fesahat
ve belâğata önem veren Mekkeliler çocuklarının dili öğrendikleri
ilk yıllarının Arapçanın saf ve bozulmamış şekliyle ve olanca
fesahat ve belâgatıyla arı duru konuşulduğu badiyelerde geçmesini
gerekli görüyorlardı. Bu bakımdan Araplar arasında fasih Arapçaları
ile ün yapmış Benû Sa'd kabilesi arasında yaklaşık ilk iki buçuk
yılını geçiren Hz. Peygamber, ileride üstleneceği ilâhî risâlet
görevi için hem bedenen, hem de ruhen burada hazırlanmış oluyordu.
Hz. Peygamber'in kırk yaşından itibâren yürüttüğü İslâm'a
davet vazifesi, kabul etmek gerekir ki, aslında meşakkatli, yorucu,
bir takım sıkıntıları olan mukaddes bir vazifedir. İşte bu yorucu
ve meşakkatli görevi lâyıkıyla yerine getirebilmek için sağlam ve
sıhhatli bir bünyeye sahip olmak gerekiyordu. Hz. Peygamber, böylelikle
çocukluğunun ilk yıllarında Mekke'nin boğucu sıcak ve sıtmalı
havasından uzaklaşmış, suyu ve havası güzel bâdiyede sağlıklı
bir şekilde gelişme imkânını bulmuş oluyordu. Diğer taraftan güzel
konuşmanın kitleler üzerindeki etkisi malumdur. İleride muhtelif
insan kitlelerine muhâtap olacak bir peygamberin şüphesiz iyi bir dil
bilgisine sahip olması ve dili, davasının uğrunda en iyi şekilde
kullanması gerekiyordu. İşte bu yönlerden Hz. Peygamber henüz çocukluğundan
itibâren davet faâliyeti için hazırlanıyordu. Yalnız kendisi henüz
o sıralarda ileride peygamber olacağı konusunda hiç bir bilgiye
sahip olmadığından, bu hazırlanma O'nun bizzat iradesi ile ve
bilerek olmayıp, Cenâb-ı Hakk'ın yönlendirmesi, kontrol ve murâkabe
altında tutması şeklinde cereyan ediyordu. Peygamber Efendimizin süt
annesi Halime'nin yanında iken vukû bulan "Göğsünün yarılması"
(Şerhu's-Sadr veya Şakku's-Sadr) olayını da yine davete hazırlık
olarak değerlendirmek gerekir. Bu olayda Hz. Peygamber'in göğsü, görevli
iki melek tarafından yarılmış, kalbi çıkarılarak Şeytanın ve
nefsin tasallut ve saptırmasından arındırılmış ve Zemzem'le yıkanarak
tekrar yerine konulmuştur. Böylece Hz. Peygamber, rûhen davete hazırlanmış
oluyordu.
Şerhu's-sadr olayından sonra süt anne halime tarafından Mekke'ye
getirilerek öz annesi Amine ve dedesi Abdülmuttalib'e teslim edilen
Hz. Muhammed, altı yaşına kadar annesi Amine'nin yanında kaldı. Bu
sıralarda Amine, Hz. Peygamber'i de yanına alarak Medine'deki
akrabalarını ziyarete gitmişti. Bu vesile ile, altı yıl kadar önce
Medine'de ölen eşinin kabrini de ziyaret etmiş olacaktı. Bir ay süren
bir misafirlikten sonra Mekke'ye dönerken henüz Medine'den pek fazla
uzaklaşmadan Ebvâ denilen köyde Âmine aniden rahatsızlandı ve
vefat etti; oraya da defnedildi. Artık hem yetim, hem de öksüz kalan
çocuğu bu yolculukta kendilerine refakat eden dadı Ümmü Eymen
Mekke'ye getirip dedesi Abdülmuttalib'e teslim etti. Yaşlı dede,
kalben büyük bir muhabbet beslediği bu yavruyu sevgi ve rahmetle iki
yıl bağrına bastı. Abdülmuttalib'in temsil ettiği HâşimoğullarınınMekke'deki
itibârı ile Abdülmuttalib'in şahsî özellik, kabiliyet ve ahlâki
faziletleri ve özellikle bir zamanlar yeri kaybolan kutsal Zemzem
suyunu olgunluk devrelerinden tekrar bulup çıkarmış olması, onun
Mekke'de kendisine son derece saygı duyulan, sözüne itibâr ve itâat
edilen bir reis hâline gelmesini sağlamıştı. Abdülmuttalib, Kâbe
duvarına bitişik olarak sırf kendisine mahsus serilen minderde ve
Mekke idare meclisi hüviyetini taşıyan Dâru'n-Nedve'de Mekke halkının
çeşitli problemlerini dinler ve çözüm yolları arardı. Dedesi Abdülmuttalib'in
yanından hiç ayrılmayan küçük Muhammed, Dâru'n-Nedve'de yapılan
idareye ve çeşitli problemlere ait müzâkerelerde de dedesinin yanında
bulunuyor ve daha o yaşlarından itibaren zulmün hâkim olduğu Mekke
toplumunda ortaya çıkan problemleri, insanların dinî, idârî,
iktisadî, ilmî, ictimâî yönlerden nasıl bir bataklığın içinde
bulunduklarını yakından görüp idrâk ediyordu.
Hz. Peygamber sekiz yaşına geldiği zaman Abdülmuttalib seksen iki yaşına
erişmişti ve yaşlı bünye, uğradığı hastalıklara tahammül
edemeyerek bu dünyadan ayrıldı. Abdülmuttalib vefatından önce
sevgili torununu oğulları arasında, Hz. Muhammed'in babası
Abdullah'la ana-baba bir kardeş olan Ebû Talib'e teslim etmişti. Artık
Hz. Muhammed sekiz yaşından yirmibeş yaşına kadar amcası Ebu
Talib'in yanında kalmıştır.
Gelecekte peygamber olacağı hakkında ne kendisinin ne de çevresinin
kesin bir bilgisi olmadığından, tâbiîdir ki Hz. Peygamber'in bu
devrelerdeki hayatı hakkında fazla bilgimiz yoktur. Ancak sadece Hz.
Peygamber'i değil, aynı zamanda diğer Mekkelileri de ilgilendiren bazı
olaylarda Hz. Peygamber'in aldığı yer ve oynadığı rol, kaynaklarımızda
tespit edilmiştir. Bu devreye ait mevcut bilgiler arasında şüphesiz
önemli olanlarından birisi, Hz. Peygamber'in Râhib Bahîrâ ile karşılaşması
meselesidir. Hz. Peygamber on iki yaşlarında iken amcası Ebû Tâlib
ile birlikte Şam'a doğru yol alan ticarî bir kervana katılmış ve
kafile Şam yakınlarında Busrâ adlı bir mevkide mola verdiği zaman
buradaki manastırda bulunan Bahirâ adlı râhib, İslâm kaynaklarına
göre Hz. Peygamber'deki özelliklere bakarak O'nun ileride çıkması
beklenilen son peygamber olabileceği kanâatine varmıştı. Müsteşrikler
bu olayı kendi yanlı bakış açıları ile ele alarak İslâm'ın doğuşunda
Hristiyan rûhiyâtının etkileri olduğunu, Râhib Bahîrâ'nın dinî
telkinlerinin tesirinde kalan Hz. Muhammed'in bu dinî şuuru geliştirerek
ileride İslâm'ı ortaya attığını iddia ederlerse de, İslâmiyet'in
temelini oluşturan tevhid akidesi ile Hristiyanlığın temeli olan
teslis * inancının aslâ bağdaşamaz bir karakterde oluşu, İslâm'ın
Hristiyanlık'da mevcut teslis düşüncesini şirk olarak kabul etmesi,
bu iddiânın ne derece asılsız ve gülünç olduğunun en açık
delillerindendir (geniş bilgi için bkz. Bahîrâ maddesi).
Hz. Peygamber, bu ilk seferin ardından daha sonraki yıllarda diğer
amcaları ile birlikte Mekke. dışına yapılan bazı ticari seferlere
katılmış, muhtelif bölgelerde yaşayan insanların farklılık
arzeden dinleri, örf ve âdetleri, hal ve vaziyetleri hakkında bilgi
sahibi olmuştur. Peygamber Efendimizin daha sonraları İslâm'ı tebliğ
ederken bu bilgilerinden istifade etmesi tabiî olduğuna göre cereyan
eden bu olayları da O'nun peygamberliğe ilmen hazırlanması olarak değerlendirmek
gerekir.
Cenâb-ı Hakk'ın kontrol ve murâkabesi, müstakbel peygamberi rûhen
de davete hazırlıyor ve cahiliye döneminin her türlü şirk ve sapıklığından,
kötülük ve ahlâksızlığından uzak tutuyordu. Mekkelilerin dinî
bir âyini ve bayramı olan Büvâne'ye çocukluk yıllarında amca ve
halalarının zorlamaları ile götürülen Hz. Muhammed, âdet üzere
diğer akrabalarının yaptığı şekilde burada hazır bulundurulan
bir puta tapmak içiri sıraya girdiğinde, henüz kendisine sıra
gelmeden ilâhi bir ikaz ile puta tapmaktan alıkonulmuş ve olayın haşyeti
içerisinde Hz. Peygamber kısa bir baygınlık geçirmişti. Bu olaydan
sonra artık akrabaları O'na putlara tapmak için her hangi bir ısrarda
bulunmadılar. Tabîidir ki Peygamber Efendimiz çocukluk yıllarından
itibâren hayatı boyunca aslâ hiç bir puta tapmadığı gibi, onlar
adına kurban kesmemiş, putlar adına kesilen hayvanların etini yememiş,
onlar adına yemin etmemiş, hatta onların adını dahi ağzına
almaktan hoşlanmadığını belirtmişti.
Geçim sıkıntısı çeken amcası Ebû Tâlib'e yardımcı olmak için
gençlik yıllarında Mekkelilere ücretle çobanlık yapan Hz. Muhammed,
çobanlığı sırasında Mekke'nin dağdağalı, debdebeli, şirkin hâkim
olduğu havasından uzaklaşarak tabiatla karşı karşıya gelmiş, bu
anlarda muhakeme ve idrâk gücü gelişerek herşeyin yaratıcısı
olan Cenab-ı Allah'ın varlığı ve birliğini, O'na eşler koşmanın
sapıklık olduğunu iyice kavramış, karşılaştığı bir takım sıkıntı
ve meşakkatler O'nu rûhen olgunlaştırmıştı. Çobanlık yaptığı
günlerden birisinde sürüsünü bir çoban arkadaşına emanet ederek
Mekke'de tertiplenen gece eğlencelerini seyretmek için kırdan şehire
inen Hz. Peygamber, eğlence yerine gelip oturur oturmaz Cenâb-ı Hakk'ın
kendisine verdiği bir uyku ile, içkilerin içildiği, oyunların
oynandığı, ahlâksızlıkların yapıldığı bu işret âlemini
seyretmekten dahi alıkonulmuştu. Bir başka sefer yine böyle bir eğlenceyi
seyretme arzusu aynı şekilde engellenmiş; artık bir daha da Hz.
Peygamber böyle bir şeye teşebbüs etmemiş, istek de duymamıştı.
Hz. Peygamber yirmi yaşlarında iken Mekkeliler ile Hevâzin kabilesi
arasında Ficâr Harbi vukû buldu. Aslında savaşabilecek bir yaşta
ve güçte olmasına rağmen Hz. Peygamber bu harpte sadece savaş alanının
gerisine düşen okları toplayıp amcalarına vermekle yetinmişti. Böylece
genellikle cephe gerisinde bulunmasına rağmen bu olayın O'nda harp
taktik ve teknikleri, sevk ve komuta gibi konularda tecrübeler oluşturduğu
bir gerçektir. Peygamberliğinden sonra dahi hatırladığı zaman bir
üye olarak katılmaktan şeref ve iftihar duyduğunu açıkça belirttiği
Hılfü'l-Fudûl ise hemen bu savaştan sonra gerçekleşmişti. Bu
vesile ile Hz. Peygamber, cemiyet meselelerini yakînen tanımış, câhiliye
toplumunda güçlünün güçsüzü nasıl ezdiğini, güç ve kuvvet
karşısında zâlimlerin nasıl eriyip titrediğini örnekleriyle görmüştü.
Yirmibeş yaşında bizzat kendisinin idare ettiği bir ticaret kervanı
Hz. Muhammed'i Hz. Hatice ile karşılaştırdı ve aralarında gerçekleşen
evlilik, Hz. Muhammed'in amcası Ebû Tâlib'in yanından ayrılıp yeni
bir aile yuvası kurmasını sağladı. Hz. Peygamber'in bu evlilik
dolayısıyla Hz. Hatice'den altı çocuğu olmuştu. Bunlardan dördü
kız olup Zeyneb, Rukiyye, Ümmü Külsüm ve Fâtıma adlarını almışlardı.
Bunların dördü de babalarının peygamberliğine erişmişler ve O'na
iman ederek hicret etmişlerdir. Oğulları ise Kasım ve Abdullah adını
taşıyordu. Hz. Peygamber'in ilk oğlunun adı Kasım olduğu için
kendisine Ebû'l-Kâsım künyesi verilmişti. Bazı kaynaklar bunlardan
başka Hz. Peygamber'in Tayyib ve Tâhir adında iki oğlu daha olduğunu
zikrederken, diğer bazı kaynaklar bu son iki ismin Abdullah'ın lâkabı
olduğunu belirtmişlerdir. Hicretten sonra doğan oğlu İbrahim ise Mısırlı
câriye Mâriye'dendir. Hz. Peygamber'in bütün erkek çocukları henüz
küçük yaşlarda vefat etmişlerdi.
Hz. Hatice ile evliliğinden sonra Peygamber Efendimiz ailenin geçimini
ticaret yoluyla sağlamaya çalışmış, bazan ortaklık yoluyla, bazan
müstakil olarak ticaret yapmıştı Hz. Muhammed, bu ticarî
muamelelerindeki dürüstlüğü, doğru sözlülüğü, ahde vefası,
âdil ve âlicenâb davranışları, herkes hakkında iyimser davranıp
elinden gelen iyilik ve yardımı yapması, yoksulun, muhtacın elinden
tutması, yakınlarına ve akrabalarına karşı gösterdiği ilgi, ahlâkî
olgunluk ve rûhî üstünlükleri ile derhal temâyüz etmiş, çevrede
herkesin güvenip itibar ettiği, sayıp sevdiği bir kişi hâline
gelmişti. Bu sebeple Mekkeliler kendisine "el-Emîn = güvenilir
kişi" lâkabını vermişlerdi.
Hz. Peygamber'in otuz beş yaşında iken meydana gelen Kâbe tâmiri
olayı ve bu olay sırasında el-Haceru'l-Esved'in* yerine konması
meselesinde Mekke sülâleleri arasında çıkan ve kanlı bir çatışmaya
dönüşme temâyülü gösteren anlaşmazlığı herkesi memnun edecek
bir tarzda ve âdil bir şekilde çözmesi, O'na duyulan güveni daha da
artırmıştı.
Allah'ın mukaddes evi Kâbe'nin tâmiri dolayısıyla herkeste olduğu
gibi Hz. Muhammed'de de dinî duygu ve heyecanlar şüphesiz harekete geçmiştir.
Bu sebeple O'nda bu yıllardan itibâren Rabbi ile başbaşa kalma
arzusu görülür. Bir de buna toplum içinde işlenen haksızlıklar,
zulümler, ahlâksızlıklar, din adına icrâ edilen sapıklık ve akılsızlıklar
eklenecek olursa, Hz. Muhammed'in böylesi câhilî bir toplumdan
kendisini uzak tutarak yalnız, sessiz, sakin bir mağarada bir süre
uzlete çekilmesinin sebebi daha iyi anlaşılır. Artık otuz beş yaşından
itibâren Hz. Peygamber, belli zamanlarda özellikle Ramazan ayı
boyunca Mekke'den uzaklaşıyor, uzlet yeri olarak kendisine seçtiği Hıra
dağındaki bir mağarada günlerini geçirerek Cenâb-ı Hakk'ın varlığını,
birliğini, kudret ve azametini, O'nun gücü karşısında mahlûkatın
aczini ve zayıflığını düşünüyor; Rab Teâlâ'nın insanlara
sonsuz nimetlerini, buna karşı insanoğlunun nankörlüğünü, onların
dinî, siyasî, ictimâı, ahlâkî vs. yönlerden içerisine düştükleri
kötü durumları hatırlıyordu. İşte bu uzlet,günleri Hz.
Peygamber'i rûhi, ahlâkî bir olgunluğa götürdüğü gibi tefekkür
ve istidlâl melekelerini geliştirerek aklî ve ilmî bir yüceliğe de
eriştirdi.
PEYGAMBERLİĞİ
VE MEKKE DÖNEMİ:
Böylece kendisine verilecek ilâhî risâlet görevini üstlenebilecek
bir seviye ve vasata geldiği bir sırada, kırk yaşında iken yine böyle
bir uzlet anında Hıra mağarasında, Cenâb-ı Hakk'ın peygamberlere
vahiy getirmekle görevli meleği Cebrâil (a.s), O'na ilk vahyi, Alak Sûresi'nin
ilk beş âyetini getirdi. Artık Allah'ın Rasûlü, insanları hak din
olan İslâm'a çağırmakla görevli idi. O, bu görevine ailesi halkından
ve hak davaya gönül verebilecek yakın arkadaşlarından, gerçeği
kabul edebilecek kabiliyetde olan, fıtratı bozulmamış, düşünme
istidadı körelmemiş kişilerden başladı. İlk önce O'nu sevgili eşi
Hz. Hatice tasdik etti. Erkeklerden Hz. Ebûbekir, çocuklardan Hz. Afi,
âzadlı kölelerden Zeyd b. Hârise kendisine ilk iman eden kimselerdi.
Ardından Hz. Ebûbekir'in de aracılığıyla Hz. Osman, Abdurralıman
b. Avf, Zübeyr b. el-Avvâm, Talha b. Ubeydullah, Sa'd b. Ebî Vakkâs,
Ebû Ubeyde b. el-Cerrah, Sa'id b. Zeyd, Abdullah b. Mes'ûd gibi şahsiyetler
müslüman oldular. Hz. Peygamber ilk üç yıl davetini gizli sürdürdü.
Yalnız bu gizlilik, İslâm'ın esasları ve prensipleri açısından
değildi. İslâm, sır perdeleri arkasında, gizli saklı, esrarengiz
ve gizemli, anlaşılmaz bir takım düşünceler ve doktrinler ihtiva
eden bir din değildi. Onun esasları gayet açık, net, anlaşılır, sâde,
arı duru olup akıl ve mantığa da uygun idi. Aynı şekilde bu
gizlilik, İslâm'ın sadece belli bir zümreye has bir grup dini oluşundan
da değildi. Aksine İslâmiyet cihanşümûl bir din olup bütün bir
beşeriyetin hidayet ve saâdetini hedeflemişti. Ancak Hz. Peygamber'in
ilk üç yıl davetini gizli sürdürmesi, çevredeki insanların İslâm'a
karşı takındıkları düşmanca tavırdan, inanç ve ibadet hürriyeti
tanımayacak kadar insafsız ve bağnaz oluşlarından kaynaklanıyordu.
Müslüman olanların mallarına ve canlarına bir zarar gelmemesi,
filizlenmekte olan İslâm davâsına acımasız bir balta vurulmaması
açısından gizli davete gerek duyulmuştu. Bu safhada Hz. Peygamber faâliyetini
genellikle davet merkezi edindiği Dâru'l-Erkam'dan yürütmüştür.
Burası ilk iman edenlerden el-Erkam b. Ebi'l-Erkam'ın* Kâbe karşısında
Safâ tepesi yamaçlarındaki evi idi. İlk müslümanlardan bir çoğu
İslâm'ı burada kabul etmişler, Hz. Peygamber'in eğitimine burada
mazhar olarak İslâm'ın eşsiz esaslarını ruhlarına ve hayatlarına
burada nakşetmişlerdi. Hz. Peygamber burada İslâm davâsına gönül
bağlayarak mallarını ve canlarını bu hak davâ uğrunda fedâdan çekinmeyen
sâdık, vefâlı ve ihlâslı bir kadroyu oluşturmakla meşgûldü. O,
biliyordu ki böyle bir kadro olmaksızın İslâm davâsının ortaya
çıkıp yayılması mümkün değildir. Bu bakımdan Hz. Peygamber'in
bu devredeki icraatı ashabını birbirine kenetlendirmiş ve aralarında
mükemmel bir bağlılık oluşturmuştu.
İşte Hz. Peygamber İslâm davâsı etrafında böyle bir kadro oluşturduktan
sonra peygamberliğin dördüncü yılından itibâren İslâm'ı açık
açık tebliğ etmeye başladı. Kureyş müşriklerinin İslâm'ı
engellemek için başvurdukları çok çeşitli çareler, Hz.
Peygamber'e ve İslâma samimiyetle bağlı kadro elemanlarına engel
olamıyordu. Bu arada Mekke müşrikleri özellikle korunmasız müslümanlara
insaf ve vicdana sığmayan eziyet ve işkencelerde bulundular. Bu işkenceler
karşısında Hz. Peygamber, isteyen müslümanların Habeşistan'a
gidebileceklerini belirtip hicret izni verince, nübüvvetin beş ve altıncı
yıllarında müslümanlardan birer grup I. ve II. Habeş hicretlerini
gerçekleştirdiler. Mekkeli müslümanların böylece Mekke hâricine
İslâm'ı taşımaları, müşriklerin hınç ve kinini artırmıştı.
Ama Cenâb-ı Hakk'ın yardım ve inâyeti sebebiyledir ki İslâm'a gösterilen
bu düşmanlıklar bile hak dinin yayılmasına yardımcı oluyordu.
Meselâ azılı müşriklerden Ebû Cehil'in bizzat Hz. Peygamber'e yaptığı
sözlü ve fiili bir sataşma, Kureyş arasında şahsiyeti ve
kuvvetiyle büyük bir itibâra sahip olan Hz. Hamza'nın müslüman
olmasını sağladı. Ardından Mekke idare meclisi Dâru'n-Nedve'de alınan
Hz. Peygamber'i öldürme kararını uygulamak için harekete geçen güçlü
şahsiyet Ömer b. el-Hattâb, Hz. Peygamber'i öldürmek üzere O'nu
ararken aslında ayakları onu hidâyete sevkediyor ve Ömer'in gücü
İslâm saflarına yeni bir heyecan ve şevk katıyordu. Arka arkaya Hz.
Hamza'nın ve Hz. Ömer'in müslüman olmaları, Kureyş müşriklerinin
gözünü bir süre yıldırmış, artık müstümanlara dokunamaz olmuşlardı.
İşte bunu izleyen günlerde Habeş muhâcirlerinden bir kısmı
Mekke'ye geri döndü. Ancak bu sırada müşrikler yeniden şiddete başlayıp,
cehâlet ve bağnazlıkla bağlandıkları ata dinlerini, zulme dayalı
olduğu için İslâm'ın ortadan kaldıracağı şahsî çıkar ve
menfaatlerini, bâtıl tahakküm ve zorbalıklarını kurtarabilmek için
akıl almaz çarelere başvurmuşlardı. Bu türden olmak üzere hem müslümanlar,
hem de müslümanları koruyan Hâşimoğulları, peygamberliğin
yedinci senesi ile onuncu senesi arasında tam üç yıl devam eden bir
boykot ve muhâsaraya marûz kaldılar. Mekkeliler ne müslümanlarla,
ne de onları koruyan Hâşimoğulları ile hiç bir münâsebette
bulunmayacaklarına, her türlü ilişkiyi keseceklerine, onlarla hiç
bir şekilde alış-verişte bulunmayacaklarına, oturup kalkmayacaklarına,
kız alıp vermeyeceklerine dair bir karar almış, bu karan yazdıklan
sahifeyi Kâbe'nin iç duvarına asarak dinî bir hüviyet de vermişlerdi.
Bu karara muhâlefet eden, hem vatana, hem de dine ihânet etmiş sayılacak
ve en ağır şekilde cezalandırılacaktı. Mekkeliler tarafından üç
yıl süreyle ve titizlikle uygulanan bu karar, elbette müslümanlara sıkıntılı,
güç günler yaşatmıştır. Peygamberliğin onuncu yılında bu karar
iptal edilip boykot ve muhâsara kaldırıldığı vakit müslümanlar
pek ziyade sevinme imkânı bulamadılar. Çünkü çok geçmeden Hz.
Peygamber iki büyük yakınını, amcası Ebû Tâlib'i ve eşi Hz.
Hatice'yi üç gün arayla ardı ardına kaybetti. Rasulullâh'ın üiüntüsüne
müslümanlar da katıldılar ve bu seneye Hüzün yılı* adını
verdiler. Özellikle Ebû Talib'in vefatı, Hz. Peygamber'in Mekke'de İslâm'ı
tebliğ etmesini bir hayli güçleştirdi. Çünkü Ebû Tâlib'in sağlığında
Mekkeliler Ona hürmet duydukları için himayesine aldığı yeğenine
dokunmuyorlardı. Şimdi bu himaye ortadan kalktığı için Hz.
Peygamber her yerde sataşma ve engellemelerle karşılaşıyordu. Böyle
bir ortamda İslâm'ı tebliğ etmek âdeta imkânsız hâle geldiğinden
Hz. Peygamber, İslâm'ı kabullenecek yeni bir kitle aramaya başladı.
Bu sebeple de azadlı kölesi Zeyd b. Hârise ile birlikte bir gün
gizlice Tâif'e gitti. Ancak dolaylı akrabalarından olan reislerinden
gördüğü alaylı ve acımasız muâmele Hz. Muhammed'in derhal
Mekke'ye geri dönmesini gerekli kıldı. Hz. Peygamber şehirden
gizlice çıkmıştı. Şayet bu durum Mekkelilerce öğrenilmişse onun
gidişi ülke dışına kaçma olarak değerlendirilebilir ve kendisi
siyâsi suçlu sayılabilirdi. Bu düşüncelerle Hz. Peygamber şehre
ancak bir emân ve himâye altında girmek gerektiğine kanâat
getirerek müşriklerin ileri gelenlerinden Mut'ım b. Adî'nin himâyesini
sağladı ve onun koruması altında şehre girdi.
Yıllar boyu Mekkelilerin İslâm'a karşı gösterdiği kin; düşmanlık
ve engellemeler, üç yıl süreyle devam eden ve insafsızca uygulanan
toplumdan dışlanma ve muhâsara olayı, ardından Ebû Tâlib'in ve
Hz. Hatice'nin vefatları dolayısıyla Hz. Peygamber'in himayesiz
kalması ve Mekkelilerin sataşmalarına mâruz kalması, bunu tâkiben
de Tâif halkının horlayıcı tavn, her ne kadar Allah Rasûlünün ümit
ve azmini kıramamış, davet şevk ve iştiyakını azaltamamış ise
de, şüphesiz bir beşer olarak O'nu üzmüş ve rencide etmişti. İşte
böyle bir durumda Hz. Peygamber'i sevindirecek ve Kur'an'dan sonra en büyük
mûcizelerinden biri olan bir mucize meydana geldi. Cenâb-ı Hak, Rasûlünü
teselli etmek, bunca gördüğü düşmanlıklara rağmen gösterdiği
sabır ve sebat dolayısıyla O'nu taltif edip lütuf ve ikramda
bulunmak üzere katına çağırdı ve Hz. Peygamber'in İsrâ ve Mirâc
mûcizesi gerçekleşti. Bir gece vakti Hz. Peygamber, bir an ifade
edilebilecek çok kısa bir zaman dilimi içinde önce Mekke'den Kudüs'e
gitti. Oradan da göklere yükselerek Rabbinin huzuruna çıktı; dünya
ötesi âlemi, Cennet ve Cehennem'i müşahede etti. Böylece rûhen
takviye görmüş, Rabbi tarafından mükâfaatlandırılmış olarak
tekrar aynı anda Mekke'ye döndü.
Bu olaydan sonra Hz. Peygamber (s.a.s) İslâmî tebliğine yine devam
ediyordu. Fakat İslâm'ın kitlesi olacak zümreyi arayışı
genellikle Mekke'ye dış kabilelerden hac, umre veya ticaret gibi
maksatlarla gelen yabancılar arasında oluyordu. Önceleri bu teşebbüsü
bazen olaylı, bazen sert, nâzik, veya mütereddit, ama hep menfi bir
tavırla karşılanıyordu. Ancak nübüvvetin onbirinci senesinde
Medine'nin Hazrec kabilesinden altı kişi Akabe adı verilen yerde Hz.
Peygamber'le karşılaşıp kısa bir görüşmeden sonra O'na iman
ettiler. Bu altı Medineli, şehirlerine dönüşte Hazrec ve Evs
kabileleri arasında İslâm'ı yaydılar. Ertesi senenin hac mevsiminde
ikisi Evsli, onu Hazrecli oniki kişilik bir heyet yine Akabe'de Hz.
Peygamber'le buluşup O'na bey'at ettiler. I. Akabe bey'atı olarak
tarihlere geçen bu görüşmenin akabinde Hz. Peygamber, İslâm
kadrosunun ilk elemanlarından Mus'ab b. Umeyr'i davetçi olarak
Medine'ye gönderiyordu. Mus'ab'ın Medine'de bir yıl süreyle yaptığı
faâliyet öylesine verimli olmuştu ki İslâm'ın bahsedilmediği ve
girmediği bir ev hemen hemen kalmamıştı ve Medineliler, Allah Rasûlünü
şehirlerine buyur edip O'nu koruma konusunda her tehlikeyi göze alacak
bir kıvâma erişmişlerdi. Peygamberliğin onüçüncü yılında
Medine'den gelen daha kalabalık bir heyet Akabe'de Hz. Peygamber'le bir
gece vakti gizlice buluşup II. Akabe Bey'atı'nı gerçekleştiriyor ve
şehirlerine göç ettiği takdirde Hz. Peygaber'i ve Mekkeli müslümanları
malları ve canlarını korudukları gibi koruyacaklarına and içiyorlardı.
İşte bu and ve karşılıklı söz vermelere İslâm tarihinde
"Akabe bey'atları * " adı verilmiştir.
HİCRET VE İSLÂM DEVLETİ:
Mekkeliler bu görüşmeleri haber aldıkları zaman başlatılan yeni
baskılar, müslümanlara hicret kapılarını açtı. Hz. Peygamber'in
izni ile Ashâb-ı kirâm gruplar halinde ve çoğunlukla gizlice şehri
terkedip Medine yolunu tuttular. Artık şehirde Hz. Peygamber ve
ailesi, Hz. Ali, Hz. Ebûbekir ve ailesi ile hicrete imkân bulamamış
olanlarla yakınları veya akrabaları tarafından hicretleri engellenmiş
kimseler kalmıştı. Müslümanların Medine'de toplanarak zinde bir güç
oluşturmaları, Mekkelileri ürküten ve korkutan bir husus olmuştu.
Bu günlerde sık sık olağanüstü toplantılar yapan müşrikler,
gizli bir celsede, karşılaşılan bu zor problemi çözme yollarını
aradılar. Yegâne kurtuluş yolu olarak Hz. Muhammed'in öldürülmesi
görüldü. Kararlaştırılan komplonun icrâsı için hazırlıklar
yapılırken Cebrâil (a.s) vâsıtasıyla durumdan haberdâr olan Hz.
Peygamber de hicret için hazırlığa koyuldu ve hicrette kendisine yol
arkadaşlığı yapacak Hz. Ebûbekir'le önceden hazırladığı plân
gereğince geceleyin Mekke'yi terketti. Uzun ve zaman zaman tehlikeli geçen
yorucu bir yolculuktan sonra 8 Rebiulevvel pazartesi günü Medine'nin
banliyösü Kubâ köyüne geldiği zaman Ensâr ve Muhâcirûn'un O'nu
karşılaması son derece heyecanlı ve içten olmuştu. Hz. Peygamber
bu köy halkının ricası üzerine burada beş gün istirahat etti ve
bu kısa istirahatı sırasında bilfiil kendisi de çalışarak bir
mescid inşâ ettirdi. Kubâ'ya gelişinin beşinci günü sabahleyin
buradan ayrılarak Medine şehrine yöneldi. Günlerden cuma idi. Öğle
vakti Rânunâ adlı mevkiye gelindiği vakit Hz. Peygamber burada
durdu; ilk cuma hutbesini îrad etti ve ardından ilk cuma namazını kıldırdı.
Sonra yoluna devam etti. Şehirde bir bayram havası vardı. Büyük küçük
herkes yollara dökülmüş, coşkun bir tezâhürât, sevgi ve saygıyla
Hz. peygamber'i karşılıyor, şehirlerine ve evlerine buyur ediyordu.
Hz. Peygamber hiç kimsenin davetini reddetmiş olmamak ve hiç kimseyi
kırmamak için uygun bir çare buldu ve üzerinde hicret ettiği devesi
Kasvâ kendi hâline bırakıldı; devenin çöktüğü yere en yakın
evde Hz. Peygamber misafir olacaktı. Deve, şehrin orta tarafında iki
yetim çocuğa ait boş bir arsada çöktü ve Hz. Peygamber kendisine
ait hâne-i saâdetleri inşâ edilinceye kadar buraya evi en yakın
olan Ebû Eyyûb Hâlid b. Zeyd el-Ensârî Hazretlerinin evinde misafir
kaldı.
Böylece Hz. Peygamber'in hayatında ve davet faâliyetinde yeni bir dönem,
Medine dönemi başlamış oluyordu. Medine'de Hz. Peygamber, İslâm'a
kucak açmış büyük bir kitleye kavuşmuştu; İslâm'ın bağımsızlığı
ve hâkimiyetini ilân edeceği bir vatana da sahipti. Artık yapılacak
şey, bu vatan sathında İslâm cemâatını teşkilatlandırmak,
insanların birbirleri ile olan münâsebetlerini hak ölçüleri içerisinde
düzenlemek ve hakkın hâkimiyetini sağlayarak etrafa yaymaktı. Bunun
için de bir devlete ihtiyaç vardı. Peygamber Efendimiz bu ihtiyacı
gayet iyi bildiğinden, artık Medine'ye hicretin ilk günlerinden itibâren
O'nun davet merhaleleri arasında "devletleşme diye adlandırdığımız
safhayı gerçekleştirmek üzere çaba sarfetti. Kuruluş günlerini yaşayan
İslâm devletı'nin idâre merkesi, htikümet binası, harp karargâhı
vs. gibi çok önemli hizmetler verecek olan Mescid'i inşâ etti.
Mescide bitişik olarak bina edilen suffa, İslâm cemâatının bütün
İslâmî meselelerde eğitildiği ve gerekli bilgilerin öğretildiği
önemli bir eğitim-öğretim müessesesi oldu. Bu sıralarda okunmaya
başlanan ezan, sadece namaz vaktinin geldiğini bildiren bir ilân değil,
aynı zamanda İslâm hâkimiyetini âleme haykıran bir sembol ve şiâr
idi. Komşu devletlerle münâsebetlerin tanzimi için henüz hicri
birinci senede ilk sınır tespiti gerçekleştirilmiş ve bu sınırlar
içerisindeki müslümanların gücünü belirleme açısından Hz.
Peygamber'in emri üzerine nüfus sayımı yapılmıştı. Ensâr'dan
bir kişi ile muhâcirûn'dan bir kişinin bir araya getirilerek İslâm
topluluğunun ikişer ikişer kardeşleştirilmesi ameliyesi demek olan
muâhât *, başka bir çok faydaları yanısıra İslâm devleti'nin asıl
unsurunu oluşturan müslümanlar arasında tam bir kaynaşma ve dayanışma
sağlıyordu. Yine aynı senede hazırlanan anayasa, müslümanları
olduğu kadar Medine'de bulunan müşrikleri ve Yahudileri de kapsamına
alarak Hz. Peygamber'in devlet başkanlığını bu gayri müslim azınlıklara
da kabul ettiriyor ve aynı ülkede yaşayan vatandaşlar olarak bu
insanlar İslâm'ın hakimiyet ve koruması altına alınarak devlet açısından
güvenliğin sağlanması hedefleniyordu.
|
|