MEDİNE
DÖNEMİ
İnsanlığın, cehaletin, şirkin ve putperestliğin karanlığından
ilâhi gerçeklerin aydınlığına kavuşup, ebedî kurtuluşa
erebilmesi için gönderilen son din olan İslâm'ın örnek bir
topluluk tarafından nasıl yaşanacağının ortaya konduğu ve
insanı insana köle olmaktan kurtaran, bunu bütün insanlığı
kucaklayacak şekilde hakim kılmanın bir vasıtası olan İslâm'ın
devlet sisteminin kurulduğu Medine'ye hicretle başlayıp,
Resulullah (s.a.s)'in ölümüne dek süren on senelik tebliğ ve
cihat dönemi.
İslâm,
Resulullah (s.a.s)'in yirmi üç yıllık bir tevhid mücadelesi
sonucunda tamamlanmış, kemale ermiştir. Bu tebliğin, ilk ayetin
vahyoluşundan Resulullah'ın Medine'ye hicretine kadar olan on üç
senelik bölümü Mekke Dönemi* olarak adlandırılır. Mekke Dönemi,
müslümanların takibata uğradığı, her türlü eziyet ve işkencenin
onlara acımasızca reva görüldüğü bir dönemdir. Allah Teâlâ,
mustaz'aflardan oluşan bu ilk inananlar topluluğunu insan tahammülünün
ötesinde zorluklarla imtihan ediyor, kurulacak İslâm devletinin
sarsılmaz temel taşları olmaları için ruhî bir hazırlık
safhasından geçiriyordu. Bu insanlar aynı zamanda kıyamete kadar
gelecek müslüman nesillere, tağutların yıldırma ve her türlü
işkencelerine karşı nasıl tahammül etmeleri gerektiğinin örneklerini
veriyorlardı.
Mekkeli müşrikler,
inananları susturmak için bütün yolları denemiş, ancak uyguladıkları
zalimce yöntemler neticesinde, iman edenlerin dinlerinden vazgeçeceklerini
umdukları halde, onların imanlarında daha da sağlamlaştıklarını
ve kendilerine karşı koymada dirençlerinden hiç bir şey
kaybetmediklerini görmüşlerdi. Bu, onların tamamen sertleşmelerine
ve müslümanların Mekke'de yaşamalarını imkânsız kılacak
kararlar almalarına sebep olmuştu.
Bir zaman sonra
boykot edilen ve görüldükleri her yerde saldırıya uğrayan müslümanlar
için Mekke'de barınma imkânları tamamen ortadan kalkmıştı. Bu
insanlar, sırf rabbimiz Allah'tır dedikleri ve onların taptıkları
saçma ilâhlarına tapınmayı reddettikleri için bütün bu zulümlere
muhatap oluyorlardı. Peygambere tabi olan ve müslümanca yaşamak
için her şeyini feda etmeye hazır bu insanlar imanlarından dolayı
zulüm görmeyeceklerini bildikleri Habeşistan gibi uzak ve yabancı
bir diyara hicret etmek zorunda kalmışlardı. Ancak bu hicret
Mekke'de dayanılmaz baskılardan bunalan Müslümanların bir an
olsun rahatlayabilmeleri için, geçici bir çözüm olarak düşünülmüştür.
Bu arada
kendisine iman etmediği halde Resulullah (s.a.s)'i müşrik
zorbaların bütün saldırılarına karşı korumayı, her türlü
zorlama ve tehditlere rağmen sürdüren amcası Ebu Talib vefat
edince onun yerine Haşimoğullarının başına İslâm'a karşı
en acımasız kimselerden biri olan Ebu Leheb geçmişti. Artık
Resulullah için Mekke yaşanmaz bir hale gelmişti. O, Mekke'de ilâhî
merhamete karşı, kalpleri mühürlenmiş müşriklerin her gün değişik
türde saldırılarına maruz kalıyordu. Bunun üzerine o,
kendisinin tebliğine kulak verebilecek başka topluluklara yönelmek
zaruretini hissetmişti. Bunun için ilk önce Taif'e gitmiş, ancak
orada kimseye birşey dinletemediği gibi, taşa tutulmuştu. O,
Mekke'den ayrıldığı zaman Ebu Leheb onu "toplum dışı"
ilân ederek tekrar Mekke'ye dönmesini de engellemek istemişti. Bu
durumda birilerinin ona eman hakkı tanıması gerekiyordu ki,
Mekke'ye girebilsin. Kendisini himayesi altına almak için müracat
ettiği üçüncü kimse olan Mut'im İbn Adiyy bu isteğini kabul
etmiş ve tekrar Mekke'ye geri dönebilmişti. Tevhidî gerçekleri
tebliğ görevine başlamasından sonra çektiği onca ızdırablara
ve her geçen gün sistematik bir şekilde zorlaşan güçlüklere
ve kavminin azgınlıklarına rağmen o, Allah'ın kelimesini yüceltmek
için yılmadan ve hiç bir tehlikeden korkmadan sarsılmaz bir
kararlılıkla mücadelesini sürdürmüştür.
Resulullah
(s.a.s), tevhid akidesini insanlara tebliğ etmede; Mekke panayırlarına
ticaret ve cahilî âdetler üzere haccetmek için gelen yabancıları
hedef almaya yöneldi.
Onlara Allah Tealâ'nın
kendisine vadettiği gerçekleri bildirerek, kendisine sahip çıkmalarını
istiyordu. Resulullah onlara şöyle diyordu: "Beni himayeniz
altına alın ve benim sözlerimi dinleyin; görürsünüz ki, İran
ve Bizans İmparatorluklarının sahip ve efendileri sizler
olursunuz". Ancak o, girdiği onbeş çadırdan da red cevabı
alarak kovulmuştu. Neticede Allah Tealâ'nın takdir ettiği ve
hidayetine lâyık gördüğü bir grubu Akabe mevkiinde İslâm'a
davet ettiğinde, onlar hiç tereddüt göstermeden iman etmişlerdi.
Altı kişilik bu küçük topluluk, Medine'de sürekli mücadele
halinde olan iki rakip kabileden Hazrec kabilesine mensup
kimselerden oluşuyordu. Bu altı kişi memleketlerine döndüklerinde,
büyük bir heyecanla iman ettikleri yeni tevhidî dinlerini diğer
insanlara anlatmaya koyulmuşlardır. Bir sonraki yıl yine Akabe
mevkiinde Resulullahla buluşan on iki Medineli'den onu Hazrecli ve
ikisi de Evs kabilesindendi. İşte bu buluşmadadır ki, Medine döneminin
temellerini oluşturan ve tarihe birinci Akabe bey'atı olarak geçen
bey'at gerçekleşmişti.
Resulullah
(s.a.s), onlara dinin bir takım temel prensiplerini bildirmiş ve
bunlara uymaları konusunda onlardan kesin söz almıştı.
Resulullah (s.a.s), İslâm'ı öğretmek için Mus'ab b. Umeyr'i
onlara hoca tayin ederek Medine'ye göndermişti. Bir yıl sonra
Mus'ab, Resulullah'a sunduğu raporunda Medine'de İslâm'ın konuşulmadığı
bir evin kalmadığını bildiriyordu.
Birinci Akabe
Bey'atin'den bir yıl sonra, yine aynı mevkide bu sefer, ikisi kadın
yetmiş üç kişiden oluşan Medineli müslümanlarla buluşmuş ve
İkinci Akabe Bey'ati olarak adlandırılan bey'at gerçekleştirilmişti.
Bu bey'atla Resulullah Medinelilere, Medine'ye hicret etmek istediğini
bildirmiş ve kendisini bütün düşmanlarına karşı koruyacaklarına
ve emrinden ayrılmayacaklarına dair kesin söz vermelerini istemişti.
Medineli müslümanlar, Resulullah (s.a.s)'i savaşta ve barışta,
her türlü tehlike ve tehditlere karşı koruyacaklarına dair söz
vermişlerdi.
Resulullah
(s.a.s), Medine'de oluşan İslâm cemaatini teşkilatlandırmak
maksadıyla her sop için bir başkan seçmiş ve bunların hepsine
birden, Es'ad İbn Zürâre'yi başkan tayin etmişti.
Bu bey'attan
sonra Resulullah (s.a.s)'a Medine'ye hicret emri verildi (Buharî,
Menâkibul-Ensar, 45). Bunun üzerine Mekke'de bulunan müslümanlar
küçük gruplar halinde Medine'ye gitmeye başladı. Kısa zaman
sonra Mekke'de, yakınları tarafından engellenen kimseler ve
Resulullah (s.a.s), Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ali'den başka kimse kalmamıştı.
İslam'ın bu şekilde Mekke dışına taşması, Mekke şehir
devletini idare edenleri tedirgin etmişti. Çünkü onlar,
Resulullah (s.a.s)'ın Medine'de meydana getireceği gücün ileride
kendi müşrik yönetimlerine son verecek bir duruma gelmesinden
korkuyorlardı. Zaten Hicret, Müslümanlar için bir kaçış değildir.
Zira onlar Allah'tan başka korkulacak bir gücün varlığına
inanmıyorlardı. Onlar, Allah ve Resulünün emrettiklerine uyarak
dinleri uğruna her şeylerini feda etmişlerdi. Bu hicret, Allah Teâlâ'nın
tesbit etmiş olduğu bir hareket stratejisinin uygulanmaya konmasından
başka bir şey değildir.
Tehlikenin
boyutlarını kavrayan Mekke müşrikleri, önemli kararlarını
almak için toplandıkları bir meclis olan Darü'n-Nedve'de bir
araya gelerek Resulullah'ı öldürme kararı almışlardı. Ancak
onlar, Allah Tealâ'nın Resulünü korumakta olduğundan
habersizdiler. Onların kurduğu komplo hiç bir işe yaramamış,
Resulullah (s.a.s), Hz. Ebu Bekir (r.a) ile yaptığı tehlikeli bir
yolculuktan sonra Medine'ye ulaşmıştı. O, ilk önce Medine'nin
girişinde Kuba köyünde konaklamış ve burada bir mescit inşa
etmişti.
Kuba'da birkaç gün
dinlendikten sonra Medine'ye hareket eden Resulullah (s.a.s)'i
Medineli müslümanlar büyük bir coşku içerisinde karşılamış
ve herkes, onu evinde konaklama şerefine nail olmak için yarışa
girmişlerdi. O, başını boş bıraktığı devesinin çöktüğü
boş arsaya en yakın olan Ebu Eyyub el-Ensarî'nin evine yerleşmişti.
Resülullah
(s.a.s)'in Kübaya ulaşmasıyla İslâm vahyinin Mekke dönemi
olarak adlandırılan ve kendine has bir özelliği olan dönemi
kapanıyor ve İslâm'ı insanlara ulaştırıp, onların müşrik
zorbaların tahakkümünden ve şirkin karanlığından kurtarmak için
kuvvetin teşkilatlandırılıp, devlet şekline sokulmasıyla
birlikte Resulullah (s.a.s)'in vefatına kadar on sene sürecek olan
yeni bir dönem başlıyordu.
İLK YAPILAN MESCİD:
Resulullah
(s.a.s)'in ilk işi devesinin çöktüğü arsayı sahiplerinden satın
alarak buraya bir mescit inşa etmek olmuştur. Mescid-i Nebî adı
ile anılan bu mekânın İslâm devletinin oluşumu ve yönetilmesinde
gördüğü fonksiyon oldukça büyüktür.
MESCİDU'N-NEBEVİ:
Resulullah
(s.a.s)'ın Medine'ye hicretinden hemen sonra ashabıyla birlikte
bina ettiği mescit. Bu mescit, Mescid-i Resul, Mescid-i Şerîf,
Mescid-i Saadet ve Mescid-i Nebevî adlarıyla da anılmaktadır.
Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa'dan sonra yeryüzündeki mescitlerin
en faziletlisidir.
Resulullah
(s.a.s), Hicret yolculuğunda kısa bir müddet Medine'nin dışında
bulunan Kuba köyünde kalmıştı. Bu esnada Kuba mescidi adıyla
bilenen mescidi inşa ettirmişti. Buradan yola çıkıp, Medine'ye
girdiği zaman, Resulullah (s.a.s), misafir edip ağırlama şerefine
nail olabilmek için herkes birbiriyleyarışa girmişti. Kendisini
davet edenlere Resulullah (s.a.s); "Bırakın deve serbestçe yürüsün.
O bizi Allahın razı olacağı bir yere kadar götürecektir"
diyordu. Deve bir süre yürüdükten sonra, iki yetim kardeşe ait
boş bir arsaya çöktü. Buraya evi en yakın olan Ebu Eyyub el-Ensarî,
Resulullah (s.a.s)'ın eşyalarını alıp sevinçli bir halde evine
taşıdı (bk. Hicret mad.).
Resulullah
(s.a.s)'ın devesinin çöktüğü bu arsa sahipleri olan Neccaroğullarından
Sehl ve Suheyl hibe etmek için ısrar ettilerse de Resulullah
(s.a.s) bunu kabul etmedi ve on dinar gibi sembolik bir meblağ karşılığında
burayı satın aldı. Bu bedeli Hz. Ebu Bekir (r.a) ödedi.
İbn Sa'd,
Resulullah'ın Medine'ye hicretinden önce Esad ibn Zurare'nin
arkadaşlarıyla burada namaz kıldığını, ayrıca cuma namazlarını
da burada kıldırdığını nakletmektedir. Etrafı çevrili olan
bu arsanın hemen bitişiğinde, cahiliye insanlarının gömülü
bulunduğu bir mezarlık vardı. Resulullah bu mezarlığın kaldırılmasını
istedi. Böylece mescidin inşa edileceği arsa genişletilmiş
oldu. Ayrıca burada bulunan su birikintisi de yok edildi (Nesaî,
Mesâcid, 12; İbn Sa'd Tabakatül-Kübrâ, Beyrut, t.y, I, 239).
Bu arsa üzerinde
hemen bir mescit bina edilmeye başlandı. Ensar, Muhacir ve diğer
gönüllü kimselerin de katıldığı kalabalık bir işçi-usta
topluluğu tarafından yürütülen çalışmalar sonunda mescit, kısa
sürede bina edildi. Resulullah (s.a.s) çalışmaları idare edip,
mescidin kıble tarafındaki temellerinin atılması ve diğer
planlamaları yapmakla yetinmeyip, çalışmalara bir işçi gibi taş,
kerpiç taşıyarak katılmıştır. O, bu çalışmalar esnasında
şu beyitleri söylüyordu: "Allahım! Ahiret hayatından başka
hayat yoktur. Ensara ve muhacirûna mağfiret et" (İbn Sa'd
a.g.e., I, 239-240).
Temeller toprak
seviyesine kadar taş, zeminden yukarısı ise kerpiç kullanılarak
bina edildi. Temel yaklaşık olarak bir buçuk metre derinliğinde
açılmıştı.
Eni-boyu yüzer zıra
(bir zıra =kırkbeş santim) olmak üzere, kare şeklinde inşa
edilen mescidin mihrabı Beytu'l-Makdis yönüne denk düşecek şekilde
kuzey duvarında işaretlenmişti. Üç tane kapıdan biri güney
tarafındaki arka duvarda, ikincisi batı tarafındaki duvarda,
üçüncüsü ise Resulullah (s.a.s)'in hücrelerinin bulunduğu doğu
tarafında idi. Bu kapıya Cibril kapısı denirdi.
Resulullah
(s.a.s), ilk önceleri bir hurma kütüğü üzerine çıkarak hutbe
okurdu. Bir zaman sonra bizzat Resulullah (s.a.s)'ın isteği veya
ashabın, cemaatın kalabalıklaştığını ve arkadakilerin hutbe
okurken onu göremediklerini bildirmeleri üzerine, bir kaç
basamaklı bir minber yapılarak, mescite yerleştirildi (Buhârî,
Cuma, 26; İbn Sa'd, a.g.e., I, 250-251).
Hicretten on altı
ay sonra Kıblenin yönü Beytullah tarafına çevrildiği zaman, güneydeki
kapı kapatılarak, burası mihrab yapıldı, Kuzeydeki duvarda da
bir kapı açıldı. Mescitte namaz kılınan yerin üzeri açıktı.
Ancak mescitin ortasında, hurma ağacından yapılan direkler üzerinde,
hurma, dal ve yapraklarından bir gölgelik yapılmıştı.
Mescitin doğu
tarafında duvara bitişik olarak Resulullah (s.a.s)'in hanımları
Hz. Âişe (r.anh) ve Hz. Sevde (r.anh) için, iki oda inşa edilmişti.
Ayrıca yine mescite bitişik olarak, gündüzleri bir eğitim-öğretim
yeri, geceleri ise, evsiz kimseler ve misafirlerin barınması için
"Suffa" denilen üzeri kapalı bir bölüm eklenmişti.
Resulullah (s.a.s)'e ait odalara, zamanla yedi oda daha eklenerek
oda sayısı dokuza çıkmıştır. Bunların hepsi kerpiçten idi (İbn
Sa'd, a.g.e., I, 499).
Medine'de inşa
edilen bu mescit aynı zamanda, kurulan İslâm devletine ait bütün
faaliyetlerin yürütüldüğü bir merkez niteliğinde idi.
Resulullah, ashabıyla orada istişare eder, savaş ve barış
kararlarını orada alır, elçi heyetlerini orada kabul eder, savaşa
çıkacak orduları orada techiz ederek yola çıkarır, topluma ait
bütün meseleler orada çözüme kavuşturulur, hatta gerektiğinde
suçlular ve esirler bağlanmak suretiyle orada hapsedilirdi (Nesei,
Mesâcid, 20).
Eğitim-öğretim
faaliyetleri, mescitin "Suffa" denilen kısmında yerine
getiriliyordu. İslâm ümmetinin nüvesini oluşturan Ashab ve seçkin
sahabe âlimler, İslâmda ilk üniversite sayılabilecek bu mekanda
yetişmişlerdi. İslâm'ın esaslarını öğrenmek üzere Medine dışından
gelenler için aynı zamanda bir yatakhane vazifesi görüyordu (İbn
Sa'd a.g.e., 255). Bir defasında, Temim kabilesine mensup yetmiş
kişi burada barındırılmış idi (Ahmed b. Hanbel, III, 371).
Resulullah
(s.a.s), burada bizzat dersler veriyordu. Ancak, yeni gelen ve başlangıçta
olan öğrencilere okuma yazmayı ve Kur'an-ı Kerim'i öğreten diğer
öğretmenler de bulunmakta idi. Medine'den ve uzak yerlerden olmak
üzere burada okuyan öğrencilerin dört yüz kişi gibi bir sayıya
ulaştığı oluyordu. Burada barınanların ihtiyaçlarının büyük
bir bölümü, cömert sahabeler tarafından karşılanmaktaydı (M.
Hamidullah, İslam Peygamberi, İstanbul, 1980, II, 832).
Medine'de bir evi
ve ailesi olmayan fakir kimseler de Suffa'da yatıp kalkıyor,
ihtiyaçlarını buradan sağlıyorlardı (İbn Sa'd a.g.e, 255).
Mescid-i Nebevi,
ilk inşa edilişinden sonra bir takım genişletme faaliyetleri gördü.
Hayber'in fethinden sonra Resulullah (s.a.s), mesciti bir miktar
genişletmişti. Resulullah (s.a.s), vefatından kısa bir müddet
önce, Hz. Ebu Bekir'in kapısı hariç odalardan mescite açılan bütün
kapıları kapattırmıştı (Buhari, Ashab, 3). Resulullah (s.a.s)
vefat ettiğinde Hz. Âişe (r.anha)'ye ait odada defnedilmiştir.
İlk ciddi genişletme,
Hz. Ömer (r.a)'in hilâfeti zamanında yapıldı. Güney tarafından
beş, Batı ve Kuzey taraflarından da onar metre ilave yapıldı.
Doğu tarafına ilâve yapılmadı ve Resulullah (s.a.s)'ın hanımlarının
odaları olduğu gibi kaldı. Kuzey, doğu ve batı duvarlarında
ikişer tane olmak üzere, kapı sayısı altıya çıkarıldı. Hz.
Ebu Bekir ve Hz. Ömer vefat ettiklerinde Peygamber (s.a.s)'ın yanına
defnedilmişlerdir.
Hicretin yirmi
dokuzuncu yılında Hz. Osman (r.a), mesciti yeniden inşa ettirdi.
Duvarları süslü taş ile yeniden örüldü. Taş sütunlar kullanılarak
mescitin bir kısmının üzeri kapatıldı. Kapılarının sayısında
bir değişiklik yapılmadı. Bu yenileme ile mescitin genişliği yüz
elli zıra, uzunluğu ise yüz altmış zıra'a çıkmıştır (İbnu'l-Esîr,
el-Kâmil fi't-Tarih, III,103; Suyütî, Tarihu'l-Hulefa, Beyrut
1986, 173).
Emevîler zamanında,
Medine Valisi Ömer b. Abdülaziz eliyle mescit yeniden inşa
ettirildi. Hicrî seksen sekiz'den, doksan bire kadar süren çalışmalarla
mescit, doğu, batı ve kuzey yönlerinden genişletilmişti.
Peygamber (s.a.s)'in hanımlarının odaları Mescide katılmıştır
(İbn Sa'd, a.g.e., I, 399). Resulullah (s.a.s)'in kabr-i şerifleri
Hz. Âişe (r.anh) validemizin odasında bulunduğu için bu odanın
sadece bir bölümü mescite dahil edildi.
Mescitin duvarları
taş ve kerpiç kullanılarak yapılmış ve mermerlerle kaplanarak
süslenmişti. Tavanı da Hindistan'da yetişen saac ağacı ile örtüldü
ve altın suyu ile yaldızlandı. Bu yenileme ile mescitin uzunluğu
ikiyüz zıra, genişliği de yüz altmış yedi zıraçıkmıştır.
Sütunları mermerden yapılarak, sütun başlıkları altınlarla süslendi.
Eyvanların yapımında taşlar kurşun kullanılarak birbirine geçirilip
sağlamlaştırıldı. Ravza-ı Mutahhara (Resulullah (s.a.s)'nın
kabrinin bulunduğu yer)'ın tavanı saac ağacı ile örtülerek
yazılarla süslendi. İlk olarak mihrab ve dört tane de minare yapıldı.
Abbasîlerden
el-Mehdî, Hicrî 162-778'de kuzey tarafından genişleterek, üç yıl
süren çalışmalarla mesciti yeniledi. Yine 202 (817) yılında
Me'mun, mesciti tekrar restore ettirdi.
576 (1180) yılında
en-Nasır Lidinillah, Resulullah (s.a.s)'den kalan değerli eşyayı
muhafaza etmek için mescitin sahnında kubbeli bir oda yaptırdı.
Hz. Âişe (r.anh)'ın sakladıklarından bulabildiklerini buraya
koydu. Bunlar; Resulullah (s.a.s)'ın vefat ettiği zaman giymekte
olduğu çuhadan yapılmış rida ve izar, atlas kumaş ile işlemeli
şal bir cübbe, Bürde-i Saadet, seccade, sancaklar, bir kısım
resmi evrak ve Ashabdan bazılarına ait bir takım eşyadan
ibaretti.
654 (1256) yılının
Ramazan ayının ilk cuma günü, kandilleri yakan kandilcinin
ihmali, kutsal emanetlerin korunduğu sahndaki kubbeli oda hariç,
mescidin tamamen yanmasına sebep olmuştu. Abbasîler'den el-Mu'tasım,
655 (1257) yılı hac mevsiminde ustalar ve malzeme göndererek
mescitin yeniden inşa edilmesini sağladı. Yemen Meliki Muzaffer
ve Mısır Meliki Nureddin Ali İbn Mu'iz'in de iştirak ettiği bu
çalışmalarla hücre-i nebeviye ve duvarların bir kısmı yeniden
yapılmıştı. Melik Muzaffer, Yemen'de yaptırdığı sanat değeri
çok yüksek bir minberi de Mescite yerleştirmişti. Ancak, imar işi
tamamlanamamıştı. 685 (1295)'de Baybars, yarım kalan inşaatı
tamamladı ve küçük bulduğu Melik Muzaffer'in minberini kaldırarak
yerine, Mısır'dan getirttiği daha büyük ve sanat bakımından
daha zarif bir minberi yerleştirdi. 886 (1481) Ramazanının 13. günü
minarelerden birine isabet eden yıldırım, mescitin yanarak,
duvarlarının yıkılmasına sebep oldu. Minber, mushaflar ve
kitapların tamamı yandı. Ravza-ı Mutahhara ve sahndaki kubbeli
oda bu yangından zarar görmemişti.
Mısır Memlûk
Sultanı Eşref Kaytabay, Emir Sankar el-Cemalî'yi kalabalık bir
usta kafilesiyle Medine'ye gönderdi.
Mescit biraz genişletilerek
duvarlar ve minberler yeniden inşa edildi. Mihrabı da biraz genişleterek,
üzerini, çevresindeki direklerin başlıklarına oturtulan bir
Kubbe ile kapadılar. Ravza-ı Mutahhara'nın duvarları üzerine de
bir kubbe oturttular. Bunun üzerini de sütunların taşıdığı
diğer bir kubbe ile kapadılar. Sonra, Ravza-ı Mutahhara ile kıble
duvarı arasına, etrafını üç küçük kubbenin çevrelediği büyük
bir kubbe yapıldı. Yapılan diğer bazı kubbelerle de mescitin
bir kısmı örtülmüş oldu. Yeniden yapılan mihrap, renkli
mermerler ile süslendi. Rahmet kapısının yanında Medrese-i
Mahmudiye adıyla anılan bir medrese inşa edildi. Kaytabay, yapılan
bu işler için yüzyirmibin dinar tahsis etmişti.
Osmanlılar döneminde
Mescid-i Nebevî'nin bakımı titizlikle yerine getirilmiş ve
tezyin edilmiştir. I. Mahmud, Ravza-ı Mutahhara'nın üzerinde
bulunan kubbeyi yenileyerek, koyu yeşile boyadı. Bundan dolayı bu
kubbe, Kubbetu'l-Hadra (yeşil kubbe) adıyla anılır. Mısır
valisi Mehmed Ali Paşa da Mescid-i Nebevi'de birtakım restorasyon
çalışmaları yapmıştır. Mescit, Abdulmecid tarafından yeniden
inşa edilmiştir. Abdulmecid'in bu iş için seçtiği ustalar,
Akik vadisinde bulunan Hedab denilen kayadan sütunlar ve taşlar
kestiler. Mesciti parça parça inşa etmeye başladılar. Yani bir
kısmını yıkıyor, yerini hemen yapıyorlardı. 1849-1861 yılları
arasında on iki şene süren inşa çalışmaları ile mescit yeni
baştan inşa edildi.
Mayıs 1953'te başlatılan
diğer bir çalışma ile, ön kısmı hariç yeni baştan inşa
edilerek bugünkü hale getirildi. İlk imar edildiğinde yaklaşık
2475 m. kare büyüklüğünde olan Mescid-i Nebî, tarih boyu süren
çeşitli inşa faaliyetleri sonunda 12271 m. kare genişliğeulaşmıştır.
Bugün ise yeniden büyük genişletme çalışmalarıyla bu alan
birkaç katına çıkarılacak şekilde büyütülmüş bulunmaktadır.
Mescid-i Nebevî'nin
Fazileti
Mescid-i Nebevi,
Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa'dan sonra, yeryüzündeki
mescitlerin en faziletlisidir. Bu konuda Resulullah (s.a.s)'den bir
çok hadis varit olmuştur.
Mescid-i Nebî'de,
bir bölüm vardı ki, Resulullah (s.a.s) burayı Cennet bahçelerinden
bir bahçe olarak nitelemiştir. Ayrıca minberini de aynı şekilde
vasıflandırmıştır.
Bir hadiste şöyle
denilmektedir:
"Resulullah,
bir hurma kütüğüne yaslanarak hutbe okurdu. Ashabdan biri şöyle
dedi: "Ya Resulullah! Senin için bir şey yapalım ki, cuma günü
üzerine çıktığın zaman insanlar sizi görsün ve hutbenizi
duyabilsinler" dedi. Bunun üzerine Resulullah;
"olur" dedi. Üç basamaklı bir minber yapıldı. Daha önce
yaslanıp hutbe okuduğu kütüğü geçince, kütükten on aylık
gebe devenin inlemesi gibi iniltiler gelmeye başladı. Resulullah
onu eliyle meshetti ve ses kesildi (Buhârî, Cuma, 26; Nesaî,
Cuma, 17; İbn Mâce, İkame, 199; İbn Sa'd, a.g.e.,I, 239-254).
Resulullah
(s.a.s), bu minberin üzerine çıktığı zaman şöyle demişti:
"Evimle
minberimin arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim de
Cennet bahçelerinin üzerindedir (Ahmed b. Hanbel, II, 36, 450,
534; V, 41). Diğer bir hadis de; "Evimle minberimin arası,
Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim havzımın üzerindedir"
(Ahmed b. Hanbel, II, 236) şeklindedir.
Minber hakkındaki
başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır:
"Minberimin ayakları Cennet üzerindedir" (Ahmed, b.
Hanbel, VI 289, 292, 318; Nesaî, Mesâcid, 8).
Bu hadisler,
Mescid-i Nebevî'nin, Resulullah'ın minberi de dahil olmak üzere,
minberi ile evi arasında kalan bölümün Cennet bahçelerinden
birisi hükmünde olduğunu teyit ederek ortaya koymaktadır. Buna göre,
burada bilinçli bir şekilde bulunan, namaz kılan veya başka bir
ibadetde bulunan, yaptığı şeyleri Cennet bahçelerinden birinde
yapmış gibidir.
Yeryüzünde
namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek
üç mescitten birisi Mescidi Nebî'dir. Bir hadis-i şerifinde
Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Üç mescitten başka
bir yere (ibadet etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz:
Mescid-i Horam, Mescid-i Aksa ve Benim mescidim" (Buharî, Fedâilü's-Salat,
1, 6).
Mescid-i Nebî'de
kılınan namaz, diğer mescitlerde kılınan namazlardan çok daha
faziletlidir. Sa'd ibn Ebi Vakkas (r.a)'dan Resulullah (s.a.s)'ın
şöyle söylediği rivayet edilmektedir: Mescitimde namaz, Mescid-i
Haram hariç, diğer mescitlerde kılınan bin rekâtnamazdan daha
hayırlıdır" (Ahmed b. Hanbel, I,184); Başka bir rivayette
"daha faziletlidir" (Hanbel, I, 16; Nesai, Mescid,4)
buyrulur.
Bunun içindir
ki, hac farizasını ifa etmek için bu topraklara yönelen
insanlar, bir müddet Medine'de kalarak Mescid-i Nebî'de ibadet
etmenin güzelliklerinden faydalanmaya çalışırlar.
Namazın dışında,
diğer hayırlı ameller için de Mescid-i Nebevî üstün bir
mahaldir. Orada yapılan her ibadet kat kat fazlasıyla mükafatlandırılır.
Bunun böyle olduğunu vurgulamak için Resulullah (s.a.s) bir
hadisinde, Allah yolunda cihat ile kıyas yaparak şöyle
buyurmaktadır: Mescitime bir hayrı öğrenmek veya öğretmek için
gelen, Allah yolunda cihat eden kimse gibidir. Bunun dışında
gelen, başkasının kazancını seyreden kimseye benzer" (Ahmed
b. Hanbel, II, 418).
Resulullah
(s.a.s), Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa yanında kendi mescidinin
konumunu bildirmek maksadıyla şöyle demiştir: Ben peygamberlerin
sonuncusuyum. Mescitim de mescitlerin sonuncusudur" (Nesaî,
Mesâcid, 7). Bu hadisler, zikredilen bu üç mescitin dışında inşa
edilecek hiç bir mescitin, diğerlerinden farkı olmadığını ve
fazilet bakımından birbirine denk olduğunu da ortaya koymaktadır.
Resulullah
(s.a.s), Medine'ye hicret ettiği zaman, burada Mekke'deki gibi bir
devlet yoktu. İki büyük Arap kabilesi olan Evs ve Hazrec'den başka,
varlıklarını bu kabileleri birbirine karşı çatıştırarak sürdüren
Benu Kaynuka, Benu Nadr ve Benu Kureyza adlarında üç yahudi
kabilesi bulunmaktaydı. Ayrıca bu yahudi kabileleri arasında da
bir birlik yoktu. Bu anarşi ortamı herkesi bıktırmış olduğu için,
bütün kabileler Abdullah İbn Ubeyy'in Medine'de Kral ilân
edilerek bir devlet otoritesinin kurulması yolunda bir karar üzerinde
anlaşmalarını sağlamıştı. Hatta bunun için bir krallık tacının
yapılması için de sipariş bile verilmişti. Ancak henüz devlet
teşekkül etmiş değildi. Bu durum Resulullah'ın işini kolaylaştırıyordu.
O, ilk iş olarak, yahudiler ve diğer müşrik Araplar da dahil
herkesi toplayarak hazırladığı anayasa çerçevesinde bir devlet
kurulmasını sağlama yoluna gitti. Elli iki maddeden oluşan
anayasa, herkesin hak ve sorumluluklarını belirtirken aynı
zamanda idarenin müslümanların elinde olmasını öngörüyordu
(bu anayasanın maddeleri için bk. Muhammed Hamidullah, İslâm
Peygamberi, İstanbul 1980, I, 220 vd.).
Medine'de müslüman
nüfus azınlıkta olmasına rağmen, kurulan devlet bir İslâm
devleti niteliğinde olup, bunun tabii başkanı da Resulullah
(s.a.s)'dir. Daha önce Medine'de bir devlet yapısının olmayışı,
Resulullah (s.a.s)'ın İslâm devletini kurup hiç kimse ile bir çatışmaya
girmeden onu istediği gibi teşkilatlandırmasını kolaylaştırmıştı.
Ancak İslâm devletinin kurulmasıyla krallığı suya düşen
Abdullah İbn Ubeyy zahiren iman etmiş gözükerek, Medine İslâm
devletini sabote etmek için var gücüyle çalışıyordu. Münafıkların
lideri konumunda bulunan İbn Ubeyy, Medine dönemi boyunca, müslümanları
sıkıntıya sokan etkili nifak hareketlerinin tezgâhlanmasında
oldukça büyük rol oynamıştır.
Mekke'den her şeylerini
terkederek Allah yolunda hicret eden muhacirlerin Medine'deki yaşayışlarını
kolaylaştırmak ve sosyal hayata adapte etmek için Resulullah
(s.a.s), her bir muhaciri bir Ensarla kardeş ilân etmiş ve bu
kardeşlik birbirine mirasçı olmak kadar ileri götürülmüştü.
Bu olay tarihe "Muahat" * adıyla geçmiş ve Ensar'ın
Allah yolunda, din kardeşleri için hiç tereddüt etmeden ne kadar
büyük fedakârlıklarda bulunduklarını ortaya koymuştur.
Artık, Mekke'de
sadece bir cemaat statüsünde olan müslümanlar Medine'ye hicretle
devletlerini kurmuş, bu da İslâm'ın tebliğ stratejisinde önemli
değişiklikleri beraberinde getirmişti. Mekke döneminde savaş
ferdi olaylara itiraz edilmemekle birlikte genel anlamda yasaklanmıştı.
Bu dönemin tabiatı bunu gerektirdiği için Allah Tealâ, onca işkence
ve saldırılara rağmen müşriklere karşı silahla karşılık
verilmesine izin vermemişti.
İkinci Akabe Bey
atının peşinden, Ensar'dan Abbas ibn Ubade; "Ya Resulullah,
izin ver sana eziyet eden müşrikleri kılıçtan geçirelim"
dediğinde Resulullah (s.a.s): Henüz bununla emrolunmadık, arkadaşlarınızın
yanına dönün" buyurmuştu (Ahmet b. Hanbel, III, 462).
Hicretle
birlikte, devletin kurulmasından hemen sonra, Allah Teâlâ
inananlara İ'lay-ı Kelimetullah için kıyamete kadar sürecek
cihatın kapısını açıyordu: "Zulme uğratılarak
kendilerine savaş açılan kimselerin karşı koyup savaşmasına
izin verilmiştir. Allah onlara yardım etmeye elbette
kadirdir" (el-Hac, 22/39).
Mekkeli müşrikler,
hicretten sonra, kendileri açısından durumun vahametini anladıkları
için Medineliler'den, Resulullah (s.a.s)'i öldürmeleri, en azından
Medine'den sürmelerini istiyorlardı. Bu yapılmadığı takdirde
Medine'yi işgal edecekleri tehditlerini savuruyorlardı. Resulullah
(s.a.s), Medine'deki küçük müslüman toplumu teşkilatlandırmaya
gayret gösterirken, sınırları tespit edilmiş ve henüz bir şehir
devleti niteliğindeki bölgenin dışında kalan gayrimüslim
kabilelerle ittifak veya saldırmazlık antlaşmaları yaparak dışardan
gelebilecek bir tehlikeyi karşılayacak bir ortam hazırlamaya çalışıyordu.
Ancak burada önemli olan husus, müslümanlar, planlarını
savunmaya değil, İslâm tebliğinin aktif olarak diğer insanlara
da ulaştırılması üzerinde yapıldığıdır. Bunun için askerî
gücün kaçınılmazlığı açıktır. Bundan dolayıdır ki
Hicret, sadece Mekkeli müslümanların Medine'ye intikali ile sınırlı
tutulmamış, nerede olursa olsun iman eden herkesin Medine'ye
hicreti farz kılınmıştır. Mekke'nin fethine kadar geçerli
kalan bu hüküm, Mekke'nin fethiyle artık gerek kalmadığı için
kaldırılmıştır.
Resulullah
(s.a.s), siyasî, sosyal ve cihatla alakalı inen ayetleri, Mescid-i
Nebi'de ashabına öğretiyor, ayrıca Mescid-i Nebi'ye eklenen ve
İslâm öğretiminin ilk üniversitesi mahiyetiniz olan Suffa'da
yetişmiş ashabın katılımıyla bu eğitim faaliyetleri bütün müslümanları
kapsayacak şekilde yerine getiriliyordu.
Bu teşkilatlanma
ve eğitim çalışmaları yanında İslâm devletinin en önemli düşmanı
olan Mekkeli müşrik güçlere karşı silahlı bir faaliyetin hazırlıkları
da yapılıyordu. Resulullah (s.a.s), Hicretten yedi ay sonra,
Mekkeli müşriklere ait ve başında Ebu Cehil'in bulunduğu bir
ticaret kervanını vurmak için Hz. Hamza komutasında otuz kişilik
bir birliği Medine'den yola çıkardı. Ancak her iki tarafın da müttefiği
olan Mecdi b. Amr'ın araya girmesiyle, savaş pozisyonu alan
kuvvetler savaşmadan ayrılmışlardı.
Bu olaydan bir ay
sonra, altmış kişilik bir kuvveti Ubeyde b. el-Haris komutasında
yine Mekke kervanının yolunu kesmek için göndermişti. Seniyyetül-Murre
mevkiinde karşılaşan kuvvetler arasında yine ciddi bir çatışma
meydana gelmemişti. Bununla birlikte, Mekke müşrikleri ile müslümanlar
arasında tam bir savaş hali yaşanıyordu. Bunun için, bu
kervanlara yapılan saldırılar, basit birer yol kesme hareketi değildi.
Müşriklere ait ticaret kervanlarının İslâm devletinin nüfuz bölgelerinden
geçmesi engellenerek, savaş halinde bulunan güçlerin
ekonomilerinin çökertilmesi hedefleniyordu. Ayrıca bu küçük çaplı
askerî operasyonlarla müslümanların savaş yeteneklerinin geliştirilmesi
ve tecrübe kazanmalarını sağlayarak, ilerdeki büyük savaşlar
için İslâm ordusunun alt yapısı oluşturulmaya çalışılıyordu.
Hicrî birinci
senenin sonunda Sa'd b. Ebi Vakkas komutan tayin edilerek, yirmi kişilik
bir kuvvetle el-Harrar bölgesine gönderilmişti. Ancak, Mekke
kervanı bir gün önceden burayı terkettiği için yine bir çatışma
olmadan Medineye dönülmüştü.
Hicrî ikinci
senenin Şevval ayında, ikiyüz kişilik bir kuvvetle Resulullah
(s.a.s)'ın bizzat askerî sefere çıktığı görülmektedir.
Bedir yakınlarındaki Vaddan bölgesine kadar giden Resulullah
(s.a.s), bu bölgede oturan Benu Damra kabilesi ile bir saldırmazlık
antlaşması yapmıştı. Bundan bir ay sonra Resulullah (s.a.s),
ikiyüz kişilik bir kuvvetle Medine'nin kuzey batı tarafında
bulunan Buvat bölgesine gitti. Mekke kervanlarını sıkı bir
takibe alan Resulullah (s.a.s), çıktığı seferler esnasında bir
takım kabilelerle. antlaşmalar akdediyor ve Medine etrafındaki
kabileleri Mekkeli müşriklere karşı kendi tarafına alıyordu.
Bu arada, Şam
ticaret yolunun müslümanlar tarafından kontrol altına alınması
Mekke müşriklerinin tedirginliğini oldukça artırmıştı. Hicri
ikinci yılın Cemaziyel-Ahir ayında, Kurz b. Cabir'in komutasındaki
Mekkeli bir birlik Medine'nin dış mahallelerine baskın düzenlemiş
ve buraları yağmalamıştı. Medine'ye henüz dönmüş bulunan
Resulullah (s.a.s), bu Mekkeli birliği yakalamak için peşlerine düştüyse
de, kaçıp gittiklerinden onlara yetişmesi mümkün olmamıştı.
Bu olay müslümanlar için üzüntü verici olmuştu. Bunun üzerine
Mekke'den bir kervanın yola çıktığı haberi alınınca
Resulullah (s.a.s), hemen Medine'nin güney batı tarafında bulunan
Benu Damra arazisine doğru yola çıktı. Burada Müdlic kabilesine
mensup olup, hicret esnasında Resulullah (s.a.s)'i yakalamak
isteyen, ancak sonra iman eden Suraka Resulullah (s.a.s)'i kabile
mensupları ile birlikte büyük bir coşku ile karşılamıştı.
Suraka'nın müslümanları ağırlaması esnasında Mekke kervanı
savuşup gitmişti. Bu sefer esnasında savaşçıların sayısı yüz
elli kişi kadardı.
Suriye'ye giden
kervanın yolunun kesilmesini sağlamak için Resulullah (s.a.s) iki
kişiyi istihbarat maksadı ile Suriye'ye göndermişti. Ayrıca
oniki kişilik bir birliği Abdullah b. Cahş komutasında, Mekke
devletinin müslümanlar hakkında tasarladıkları planları öğrenmek
için tehlikeli bi r görevle -Mekke'nin güneyinde,. Mekke ile Taif
arasında bir yer olan Nahle mevkiine gönderdi. Bu birliğin gittiği
yerin gizliliğini muhafaza için görevlerini bildiren mühürlü
talimatın iki gün yol alındıktan sonra açılması emredilmişti.
Bu birlik Nahle bölgesine geldiğinde Mekkelilere ait üzüm ve
deri yüklü bir kervanla karşılaştı. Görevi sadece haber
toplamak olan birliğin komutanı Abdullah İbn Cahş, bu kervana
saldırı emri vermiş sonuçta bir müşrik öldürülmüş, iki
esir alınmış ve kervandaki mallara ganimet olarak el konmuştu.
İslâm devletine ait askerî birlikler düşmanla ilk defa ciddi
bir çatışmaya girmiş oluyordu.
Şam tarafına
gitmiş olan kervanın dönüşte ele geçirilmesi için hazırlıklara
girişildi. Bu kervanın yakalanması çok önemliydi. Çünkü
Mekkeli müşrikler, Medine'de gün geçtikçe güçlenen İslâm
devletine nihai darbeyi vurup ortadan kaldırmak için gerekli olan
finansı sağlamak gayesiyle Ebu Süfyanın liderliğinde bu büyük
kervanı Suriye'ye göndermişlerdi. Bu kervanın dönüş haberi
Medine'ye ulaşınca Resulullah (s:a.s), Ebu Lübabe'yi Medine'de
vekil bırakarak, Hicri ikinci yılın Ramazan ayında üçyüz kişiden
oluşan ashabıyla birlikte yola çıktı. Bunu öğrenen Ebu Süfyan,
kervanı kurtarmak için güzergah değiştirirken, aynı zamanda
durumu Mekke'ye bildirerek acilen yardım yetiştirilmesini istemişti.
Böyle bir fırsatı
kaçırmak istemeyen Ebu Cehil Mekke'de dolaşarak halkı galeyana
getirmeye çalışıyordu. O, topladığı bin kişilik kuvvetin başına
geçerek Medine'ye doğru yola çıkmıştı. İslâm ordusu Zefiran
denilen yere geldiğinde, Mekkeliler'in kalabalık bir ordu ile yola
çıktıkları haberi Peygamber'e ulaşmıştı. Diğer taraftan Ebu
Süfyan kervanı kurtarmış ve tehlikeyi atlattığını yola çıkmış
bulunan Mekke ordusuna bildirmişti. Ancak Ebu Cehil, yakaladığı
bu fırsatı değerlendirmek için yoluna devam etti. Ashabıyla bir
durum değerlendirmesi yapan Resulullah (s.a.s), onların Allah
yolunda savaşmadaki kararlılıklarını görünce kendi ordusundan
üç kat daha kalabalık müşrik güçlerle savaş kararı alınarak
yola devam edildi. Bedir mevkiine gelindiğinde, vaziyet almış
durumdaki düşman ordusuna karşı mevzilendi.
Bu savaş İslâm'ın
kaderini belirleyecek bir mahiyet arzetmekte idi. Bu savaş ya kazanılacaktı
veya üç yüz kahraman mücahitle birlikte İslâm risaleti tarihe
karışacaktı. Durumun ciddiyetini, Resulullah (s.a.s)'in Rabbine
yaptığı şu tazarru açıkca ortaya koymaktadır: "Allah'ım,
vadettiğin yardımını bugün lütfet. Ey Rabbim, bugün şu küçük
ordu yok olup giderse yeryüzünde sana kulluk eden kimse
kalmayacak".
Allah Tealâ bu
esnada mü'minlere zaferi müjdeleyen şu ayeti vahyediyordu:
"Bütün bu
toplananlar (müşrikler) hezimete uğrayacak ve arkalarına dönüp
kaçacaklardır" (el-Kalem, 68/45).
17 Ramazan günü
(13 Mart 624) yapılan savaşta Allah Teâlâ'nın vadi gerçekleşmiş
ve düşman ordusu büyük bir hezimete uğratılmıştı. Ebu Cehil
ve diğer bir grup ileri gelen müşrikler de dahil yetmiş müşrik
öldürülmüş, çok sayıda da esir alınmıştı. İslâm
ordusunun verdiği şehit sayısı ise on dört kişiydi (bk. Bedir
Gazvesi).
Bedir savaşı,
Medine İslâm devletinin temellerini sağlamlaştırmış,
inananlara büyük moral gücü kazandırmıştı. Artık bu savaşla
hak batıla üstün gelmiş, küfrün, şirkin ve putperestliğin
yeryüzünden silinip atılması için İslâm cihatı meşalesi
tutuşturulmuştu.
Bedir'den
Medine'ye dönüldüğü zaman, İslâm'a duydukları düşmanlıktan
dolayı içlerini kemiren ve müslümanların kazandığı bu büyük
zaferi hazmedemeyen ve kahrolan yahudiler, düşmanlıklarını açığa
vurmaya ve değişik yollarla müslümanlara sataşmaya başlamışlardı.
İffetsiz bir kadın
şair olan Asma binti Mervân ile Ebu Afek adındaki yahudi şairler,
İslâma karşı haddi aştıkları için öldürülmüşlerdi.
Yahudi kabileler içinde düşmanlıklarını ilk önce açığa
vuran Kaynuka yahudileri, Bedir zaferini küçümsüyor, sebebini,
Mekkeli arapların savaş bilmemelerine bağlayıp; "bizimle
karşılaşsalar da savaş nasıl olurmuş görseler" diyerek müslümanları
hafife alıyorlardı.
Bir müslüman
kadının yahudiler tarafından saldırıya uğraması üzerine çıkan
olaydan sonra Resulullah (s.a.s), Kaynukaoğullarına savaş ilân
etti. Müslümanlara karşı büyüklenen bu yahudi kabile, tıynetlerindeki
korkaklıklarından, sarfettikleri sözleri unutup kalelerine
kapanmaktan başka ça! re bulamadılar. Müslümanlarla çatışma
cesaretini gösteremeyen Kaynukaoğulları teslim olmaları üzerine
Medine'den sürülüp çıkarıldılar (bk. ; Kaynukaoğulları).
Gelişen olaylar
çerçevesinde Allah Teâlâ, sosyal, iktisadî, siyasî konulardaki
ayetlerini, hikmetine binaen bir nüzul sebebi çerçevesinde gönderirken,
İslâm savaş hukukuna dair teşrii de oluşmaya başlamıştı. İslâm,
canlı bir hayat dini olduğu için, inen hükümler hemen toplum
hayatına yansıtılıyor ve müslümanlar tarafından hazmedilerek,
yaşayışlarını onlara göre düzene koyuyorlardı. İslâm tebliğinin
Mekke safhası, nasıl ki kıyamete kadar sürecek tevhid mücadelesinde
insanlara örnek teşkil etsin diye Allah tarafından o seçkin
topluluğa yaşatılmışsa, Medine dönemi de, kıyamete kadar müslümanların
ferdi yaşayışlarından devlet düzenine kadar her şeyleri için
örnek olsun diye, yine o seçkin sahabeler topluluğuna yaşatılmakta
idi.
Bedir savaşından
sonra Resulullah, Mekke müşrikleriyle müttefik konumundaki müşrik
kabilelere karşı akınlara girişmişti. Bedir'de müslümanların
elde ettiği zafer ve Kaynukaoğullarının ihanetlerine karşılık
sürülmeleri, geri kalan yahudileri çileden çıkarmıştı. Bütün
peygamberlere ihanet eden bu kavim, Resulullah (s.a.s).ile yaptığı
antlaşmaya aykırı olarak Mekke müşrikleriyle gizliden gizliye
komplolar hazırlamaya girişti. Yahudi liderlerinden şair Ka'b b.
Eşref, Bedir zaferini duyduğu zaman üzüntüsünden;
"Bugün
yerin altı üstünden yeğdir" demiştir. Bu adam Mekke'ye
gidiyor ve Bedrin intikamını almaları için onları harekete geçirmeye
çalışıyor, yahudilerin kendilerine yardım yapacağına dair
taahhütlerde bulunuyordu. Düşmanlıkta alenî davranan ve ileri
giden bu yahudi öldürülerek fesatı engellenmişti.
Bedir mağlubiyetini
bir türlü hazmedemeyen ve öfkeden çılgına dönen müşrikler,
intikam almak için hemen hazırlıklara girişmişlerdi. Bedir öncesi,
Ebu Süfyan'ın Mekke'ye ulaştırdığı kervandan herkes sadece
sermayelerini almış, kervanın 250.000 dirhem tutarındaki toplam
kârı ordu teşkilinde harcanmak için ayrılmıştı. Mekke dışındaki
bir çok kabileye heyetler gönderilerek para karşılığında
asker toplama yoluna gidildi. Ordunun mümkün olduğu kadar büyük
ve kalabalık olması gerekiyordu. Zira Medine'ye doğru yürüme
cesaretini ancak bununla kendilerinde bulabilirlerdi.
|