Mekke
ufuklarını aydınlatan hidâyet nûru, kalb ve gönüllere yansıyınca, İslâmiyetin
şifâ bahşeden berrak menbaına her geçen gün birkaç kişi daha yanaşıyor, o
âb-ı hayâta dalarak yudumluyor, rûhlarını paslandıran cehâlet ve zulüm
kirlerinden kurtularak huzûra kavuşuyorlardı.
İnsanlık, o sıralar o kadar zavallılaşmış ve gülünç bir hâle düşmüştü ki, her
türlü aşağılıkları işliyorlardı. İşte onları, şirkin, küfrün ürkütücü
pençesinden alıp, İslâmiyetin munis ve şefkatli sînesine, merhametli kucağına
da’vet eden yüce Resûl, insanlığın hakîkî kurtarıcısı olduğunu ispat
ediyordu.
Kardeşlerin
nasîblisi
İslâmiyet sayesinde insanlar arasında o kadar kuvvetli, sağlam bir yakınlık
ve kardeşlik kurulmuştu ki, küfür cephesinde kalanlarla, îmân safında
bulunanlar arasında daha önce mevcut olan kan bağı akrabalık
münâsebetlerinden hiçbir eser kalmamıştı. Müşrik baba, mü’min oğlunu en büyük
düşman biliyor, îmânsız kardeş, İslâmiyeti seçen kardeşini en azılı hasım
olarak görüyordu.
Bu ibretli tablo Hişâm’ın beş oğlu arasında çok açık bir şekilde müşâhede
ediliyordu. Seleme ile Hâris Peygamber efendimizin yanında yer alırken, aynı
babadan gelen Ebû Cehil, Âs ve Hâlid nasîbsiz gürûhunun elebaşısıydılar.
Büyük kardeşi Seleme’nin îmân ettiğini duyunca, Ebû Cehil’in hısımlığı
hasımlığa çevrilmiş, kendi âilesinden bir ferdin, Peygamber efendimizin
safına geçmesini hiç hazmedememişti. Onu vazgeçirmek için her türlü yola
başvurdu. Fakat bütün çabaları boşa çıktı. Îmânın ulvî hazzını tadan
kimsenin, tekrar dönüp küfrün zehirini ağzına alması mümkün müydü?
Hz. Seleme, zâlim kardeşinin hareketlerine daha fazla tahammül edemedi.
Habeşistan’a hicret etti. Böylece her ne kadar yer ve yurtlarından ayrı
düşmüşler ise de can ve dinleri emniyette idi.
Bu Müslümanlar hicret edeli üç ay olmuştu. Receb, Şa’bân ve Ramazan aylarını
orada geçirmişlerdi. Kulaklarına şöyle bir haber geldi:
“Mekkeliler îmân etti, Velîd bin Mugîre Müslüman oldu.”
Bunun üzerine kendi aralarında, “Bunlar Müslüman olduktan sonra Mekke’de
Müslüman olmayacak kim kaldı? Bize kendi kavim ve kabîlemiz arasında yaşamak
daha iyidir” diyerek bir kısmı geri dönmeye karar verdi. Fakat Mekke’ye
yaklaşıp da duydukları haberin asılsız olduğunu öğrenince hayâl kırıklığına
uğradılar.
Himâyeye
girmediler
Mekke’ye, gelişigüzel girmek mümkün değildi. Mekke’ye girmek demek,
müşriklerin revâ görecekleri ezâ ve cefâları peşinen kabûl etmek demekti.
Böyle bir tehlikeyi savuşturmak için ekserîsi Mekke’de bulunan akraba ve
yakınlarının himâyesine girmeyi düşündüler. Böyle olunca bir çeşit mülteci
gibi kabûl edileceklerdi. Nitekim bir kısmı öyle yaptı.
Ba’zıları da himâyeye girmediler ve Mekke’ye gizliden girerek uzun müddet
geldiklerini sezdirmediler. Fakat bunların bir kısmı, bir süre gizlendilerse
de müşrikler tarafından yakalandılar. İşte, Seleme bin Hişâm, Velîd bin
Velîd, Hişâm bin Âs, Abdullah bin Süheyl ve daha birkaç sahâbî bu tutulup
hapsedilen Müslümanlardandı.
Uzun müddet en yakınları tarafından işkenceye tâbi tutulan ve zulmün her
türlüsüne mâruz kalan Hz. Seleme, Iyaş ve Hişâm Medîne'ye hicret emri çıkınca
bile esâret zincirinden kurtulamadı. Hattâ bu yüzden Bedir, Uhud ve Hendek
savaşlarına da katılamadı.
Öz kardeşi Ebû Cehil, Hz. Seleme bin Hişâm'ı işkenceden işkenceye sokuyordu.
Yoruluncaya kadar dövüyor, türlü hakâretler ediyor, aç susuz bırakarak
günlerce acı ve ızdırap içine atıyordu.
Bütün bu zulümleri yapmasındaki maksadı, "Belki tahammülsüz kalır da,
dîninden vazgeçer" düşüncesinden ortaya çıkıyordu. Halbuki Hz. Seleme'de
kâinâta meydan okuyacak kadar kuvvetli bir îmân; bitip tükenmez bir
Resûlullah sevgisi vardı.
İşkenceye
aldırmadı
Uzun yıllar îmânında en ufak bir tereddüde kapılmadan, usanıp bıkmadan, sabır
ve azim içinde, revâ görülen işkencelere aldırmadı.
Bu îmân fedâîlerinin acıklı hâlini bilen, onların çektiği sıkıntıyı kendi
rûhunda da hisseden Resûl-i ekrem efendimiz, bir ay müddetle her sabah
namazında şu duâyı tekrar ederdi:
"Allahım, Velîd bin Velîd'i kurtar! Allahım, Seleme bin Hişâm'ı
kurtar! Allahım, Iyaş bin Rebia'yı kurtar! Allahım, mü'minlerin zayıf
olanlarını kurtar!"
Mekke müşriklerinin elinde bulunan bu üç sahâbî birbirlerinin amca
çocuklarıydı. Mugîre üçünün de dedesiydi. Velîd bin Velîd, Müslüman olup
Mekke'ye gidince hapsedilmiş, Iyaş bin Rebia hicret esnâsında Ebû Cehil
tarafından kandırılarak götürülüp işkenceye tâbi tutulmuştu. Bu üç sahâbî de
bir aradaydı. Üçünü birbirlerine bağlamışlardı.
Hz. Velîd bir fırsatını bularak kaçıp Medîne'ye geldi. Peygamber efendimiz,
Velîd'e diğer kardeşleri Seleme ile Iyaş'ın durumunu sordu. Hz. Velîd,
onların ayaklarının birbirine bağlı bulunduğunu, şiddetli azâb ve işkence
içinde kıvrandıklarını haber verdi.
Kim kurtarır?
Peygamberimiz, bu mağdûr Müslümanları müşriklerin ellerinden kurtarmak
istiyordu. Bunun için bir defasında sordu:
- Bunları kim kurtarıp Medîne'ye getirir?
Hemen ayağa kalkan Hz. Velîd dedi ki:
- Onları ben kurtarıp size getiririm, yâ Resûlallah!
Mekke'ye giden Hz. Velîd gizlice şehre girdi. Mahpuslara yemek götüren bir
kadından Hz. Seleme ile Hz. Iyaş'ın bulundukları yeri öğrendi. Geceleyin
oraya varan Velîd, bağlandıkları ipi kesti, onları devesine bindirerek
Mekke'den çıkardı.
Mazlûmların kaçtıklarını öğrenen müşrikler peşlerine düştülerse de, onları
ele geçiremediler. Hz. Velîd kurtardığı iki arkadaşıyla birlikte Medîne'ye
geldiğinde yürümekten ayak parmakları parçalanmış, kanlar içinde kalmıştı.
İki mümtaz sahâbînin kurtulduğunu öğrenen Peygamberimiz çok sevinmişti.
Hz. Seleme artık rahattı. Peygamberimizin vefâtına kadar Medîne'de kaldı. Hz.
Ebû Bekir'in hilâfetinde Suriye seferine katılan mücâhitler arasında yer
aldı. Hz. Ömer'in halîfeliği sırasında vuku bulan Mercu's-Sufr savaşında,
Hicretin 14. senesi Muharrem ayında şehîd düştü.
|