Ebû
Sa’îd-i Hudrî hazretleri, Peygamber efendimizin hicretinden sonra yapılan,
Medîne’deki Mescid-i Nebevî’nin inşasında çalışmıştı.
Yaşı küçük olması sebebiyle Bedir ve Uhud gazâlarına katılamadı. Bedir
gazâsına babası Mâlik bin Sinân katıldı. Şehîd olmak için ön saflarda
kahramanca savaştı.
Ebû Sa’îd-i Hudrî Uhud harbine katılmak için, babasıyla Peygamber efendimize
müracaat ettiler. Bu hâdiseyi Ebû Sa’îd hazretleri şöyle anlatır:
İri kemiklidir
“Uhud günü Peygamber efendimize arz olunduğum zaman, onüç yaşında idim. Babam
beni Resûlullahın yanına götürüp dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Bu yavrumun yaşı her ne kadar küçükse de, iri kemiklidir.
Vücudu gelişkindir. İzin verirseniz, bizimle gelsin.
Peygamber efendimiz beni yukarıdan aşağıya kadar süzdükten sonra buyurdular
ki:
- Onu geri çeviriniz!
Benim gibi yaşı küçük olanlar, Medîne’de, kadınları ve çocukları korumakla
vazîfelendirildiler.
” Babası Mâlik bin Sinân hazretleri, Uhud gazâsında şehîd oldu.
Uhud gazâsından dönüşte, Peygamber efendimizi nasıl karşıladıklarını Ebû
Sa’îd-i Hudrî hazretleri şöyle anlatmıştır:
“Annem ile birlikte Peygamber efendimizi karşılamaya, Onun mübârek cemâlini
görmeye gittiğimizde, babamın şehîd olmakla şereflendiğini öğrenmiştik.
Peygamber efendimize bakarken, O da bizi gördü. Bana buyurdu ki:
- Sen, Mâlik bin Sinân’ın oğlu musun?
Ben de şöyle cevap verdim:
- Evet, anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah.
Resûlullah efendimiz at üzerinde idi. Hemen yanlarına yaklaştım ve mübârek
dizlerinden öpmekle şereflendim. Bana buyurdular ki:
- Allahü teâlâ, babana ecrini versin.”
Korktuklarımızdan
emîn eyle
Hendek gazâsında müşrikler çok şiddetli saldırıyorlardı. Hz. Ebû Sa’îd-i
Hudrî bir ara Peygamberimize yaklaşarak dedi ki:
- Yâ Resûlallah, yüreğimiz ağzımıza gelmiş bulunuyor, okuyacağımız bir duâ
var mıdır? Peygamberimiz buyurdu ki:
- Evet var. “Yâ Rabbî, açık ve korkulu yerlerimizi kapa, bizi bütün
korktuklarımızdan emîn eyle” diyerek duâ ediniz!
Hepimiz duâ ettik, yalvardık. Çok geçmeden şiddetli bir fırtına esti. Düşman
karargâhını alt üst etti ve düşman hezîmete uğradı, dağılıp gitti.
Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, Resûlullahın devamlı yanında bulunur, Ondan
birçok hadîs-i şerîf dinlerdi. Bu hadîs-i şerîflerin birinde buyuruldu ki:
(Eshâbıma dil uzatmayınız! Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sizden
biriniz, Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımdan birinin bir müd (875
gr), hattâ yarım müd sadakasına yetişemez.)
Babasının şehâdetiyle evin bütün yükü Hz. Ebû Sa’îd’in omuzlarına yüklendi.
Evin geçimini sağlıyacak kimse olmadığı için, ailesi bir hayli sıkıntıya
düştü. Annesi ile birlikte, çok sabırlı olduklarından dertlerini,
sıkıntılarını kimseye söylemezlerdi. Aç kaldıkları zaman karınlarına taş
bağlayarak açlıklarını gidermeye çalışırlardı.
Bir gün annesi dayanamamış ve, “Evlâdım, Resûlullah efendimiz kendisine
başvuranları hiç geri çevirmiyor, onlara yiyecek birşey bulup veriyor. Sen de
git, belki hakkımızda hayırlı olur” diyerek Ebû Sa’îd’i, Resûlullaha
gönderdi.
Sabırdan üstün
rızık yoktur
Ebû Sa’îd, Resûlullahı, Eshâbına nasîhat verirken buldu. Oturup dinlemeye
başladı. Bir ara Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
- Kim Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz çevirir ve her şeyi Allahü
teâlâdan beklerse, Allahü teâlâ onu, ganî eyler, zengin kılar. Sabırdan üstün
bir rızık yoktur. Eğer sabra râzı değilseniz isteyiniz, vereyim.
Bu mübârek sözleri işiten Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî, Peygamber efendimizden bir
şey isteyemedi. Eve gelip durumu annesine olduğu gibi anlattı.
Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin bu hareketinden sonra işleri yolunda gitti. Medîne’nin
en zenginlerinden oldular.
Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, Benî Mustalık gazâsına, sonra da Hendek
gazâsına katıldı. Çok kahramanlıklar gösterdi. Gösterdiği kahramanlıkları
Peygamberimiz pek beğenmişti.
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî Hendek savaşının hafiflediği bir öğle üzeri, Resûlullah
efendimizden, evine kadar gitmek için izin istedi. Peygamberimiz izin verip
buyurdu ki:
- Yanına silâhını al! Benî Kureyza Yahûdîlerinin sana zarar
vermelerinden korkarım.
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî de emir gereğince, silâhlarını alarak evine gitti.
Hanımı kapıda duruyordu. Niçin evde beklemeyip de dışarıda beklediğini
sorunca, hanımı dedi ki:
- Niçin bana kızıyorsun? İçeriye gir de gör!
Eve girdiklerinde yatağın üzerinde, kocaman siyah bir yılan yatıyor gördüler.
Müslüman olan
cinnîlerden
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî, mızrağını çekip yılana batırdı. Sonra yılanı yataktan
kaldırınca, yatak üzerinde, yılanın yerinde, bir gencin yatmakta olduğu
görüldü. Mızrağın ucundaki yılanı bahçeye çıkarıp astılar. Yılan titreyerek
öldü. İçerde yataktaki genç de can çekişerek öldü. Yılanın mı, yoksa o gencin
mi önce öldüğünü tesbit edemediler.
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî hemen gelip, Peygamber efendimize hâdiseyi bildirdi.
Peygamberimiz de buyurdu ki:
- O Medîne’deki Müslüman olan cinnîlerdendir. Onlardan bir şey
görürseniz, onlara oradan gitmesi için üç gün müsâade ediniz! Bundan sonra,
size tekrar görünecek olursa, onu öldürünüz. Çünkü, o, şeytandır.
Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, 630 senesinde Alkame bin Mahrez’in emri altında
küçük bir sefere çıktılar. Bu seferi Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî şöyle anlattı:
“Resûlullah efendimiz Alkame’yi bir sefere göndermişti. Ben de seferde
bulundum. Hedefe yaklaştığımız sırada, kumandanımız askeri ikiye ayırdı.
Bir kısmını Abdullah bin Huzâfe’ye verdi. Ben de onunla birlikte idim.
Her dediğimi
yapmalısınız!
Abdullah bin Huzâfe, Eshâb-ı kirâmın kahramanlarından olup, çok şakacı bir
kimseydi. Yolda bir yerde, dinlenme molası verildi. Ateş yakıldı. Kimimiz
ateşle ısınıyor, kimimiz de ateşte ba’zı işlerimizi görüyorduk. Bir ara Hz.
Abdullah askerlere dedi ki:
- Sizler bana itaat etmekle vazîfelisiniz, öyle değil mi?
- Evet...
- Öyleyse her dediğimi yapmalısınız, değil mi?
- Elbette yaparız.
- Öyleyse şimdi size emrediyorum ki, hepiniz bu yanan ateşe giriniz!
Bunun üzerine, askerlerin çoğu hemen yerlerinden kalkıp ateşe atılmaya
hazırlandılar. Hz. Abdullah, yerlerinden kalkan bu askerlerin emre itâatteki
gayretlerini görüp çok sevindi ve buyurdu ki:
- Durunuz! Ben sizin itâatinizi denemek için böyle söyledim.
Bu seferden dönüşte, bu ateş hâdisesini Peygamber efendimize anlattık.
Buyurdular ki:
- Size bir günâhı emredene itâat etmeyiniz!”
Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri şöyle anlatır:
“Peygamber efendimize bir kimse geldi. “Kardeşimin karnında rahatsızlığı var.
Ne yapayım?” diye sordu. Peygamber efendimiz de buyurdu ki:
- Bal şerbeti içir!
Soran kimse gidip, kardeşine bal şerbeti içirdi. Ertesi gün geri gelip,
kardeşine bal şerbeti içirdiğini, ama rahatsızlığının arttığını söyledi.
Resûlullah efendimiz yine buyurdu:
- Git ve ona bal şerbeti içir!
Kusûr kardeşinin
karnındadır
O kimse gitti ve ertesi gün tekrar gelip, kardeşine bal şerbeti içirdiğini ve
rahatsızlığının daha da arttığını söyleyince, bu defa Peygamber efendimiz
şöyle buyurdu:
- Allahü teâlânın kelâmında yanlışlık olamaz. Kusûr kardeşinin
karnındadır. Git ve ona bal şerbeti içir!
O kimse, bu defa da bal şerbetini içirince, kardeşi iyi oldu.”
Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, duymuş olduğu hadîs-i şerîfleri hemen her yerde
rivâyet ederdi. Fakat, “Hak ve hakîkate hizmette kusûr ederim” endişesiyle
ağlardı. Rivâyet ettiği, herkes tarafından tanınmış olan bir hadîs-i şerîfte,
Peygamberimiz buyurdular ki:
- İçinizden biri, bir münkeri, yasak edileni görürse
ve ona eliyle mâni olabilirse, hemen ona mâni olsun. Eliyle mâni olamazsa
diliyle, dili ile de mâni olamazsa, kalbiyle nefret etsin. Bu da îmânın en
zayıfıdır.
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî, 30 kişilik bir seriyye kumandanlığına getirildi. Bu
seriyye Medîne’den hareket etti. Yolda Müslüman olmayan bir Bedevî grubuna
rastladılar ve onlara misâfir olmak istedilerse de kabûl edilmediler.
Reisimizi akrep
soktu
Müslümanlar onların yakınlarında istirahat ederlerken, bu Bedevîlerin
reislerini bir akrep soktu. Oradakiler, reislerini kurtarmak için birçok
çârelere başvurdularsa da, şifâ hâsıl olmadı. Bedevîlerden ba’zıları dediler
ki:
- Şu karşıda istirahat eden kâfileye gidip, akrep sokmasına karşı yapılacak
tedâviyi soralım. Belki bilen vardır.
Birkaç kimse Eshâb-ı kirâma gelip sordular:
- Ey insanlar! Reisimizi biraz önce akrep soktu. Bildiğimiz çârelere
başvurduk, fakat şifâ hâsıl olmadı. İçinizde bu işi bilen var mı?
Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri dedi ki:
- Siz bizim talebimizi önce reddettiniz, bizi misâfir kabûl etmediniz.
Hastanızı tedâvi ederim. Fakat, buna karşılık olarak sizden bir sürü koyun
alırız.
Onlar da kabûl ettiler. Reisin yanına vardılar. Ebû Sa’îd-i Hudrî, reisin
yarasını sardı, yedi defa Fâtiha sûresini okudu. Okuma biter bitmez, reis
hemen ayağa kalktı. Artık üzerinde hiçbir hastalık eseri kalmadı.
Bedevîler, Eshâb-ı kirâma anlaştıkları sürüyü verdiler. Ebû Sa’îd-i Hudrî
hazretleri, “Bu sürüyü aramızda paylaşalım” diyen Eshâba dedi ki:
- Hayır! Peygamber efendimize bu hâdiseyi anlatırız, koyunları da kendilerine
arz ederiz. Nasıl emir buyururlarsa öyle hareket ederiz.
Sefer dönüşünde, bu hâdiseyi anlattılar. Peygamberimiz;
- Fâtihanın bu kadar te’sîrli bir duâ olduğunu sana kim öğretti?
buyurarak taltif ettiler. Sonra iyi hareket ettiklerini açıkladılar.
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî şöyle anlatır:
“Bir gün, Peygamberimiz Eshâbına bir şeyler taksim ediyorlardı. Bir adam
gelip dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Adâlet üzere hareket et!
Kim adâlet eder?
Peygamberimiz de buyurdu ki:
- Ben adâlet etmezsem, kim eder?
Bu hâdise esnasında Hz. Ömer de orada idi. Bu adama çok kızdı ve Resûlullaha
dedi ki:
- Yâ Resûlallah! Müsâade buyurursanız, şu adamın kellesini uçurayım.
Resûlullah ona dönerek buyurdu ki:
- Hayır, bırak! Onun birtakım arkadaşları olacak ki, onlar sizin
namazlarınızı, oruçlarınızı beğenmiyecek. Fakat onlar, bir ok, yayından nasıl
çıkarsa, dinden öyle çıkacaklardır. Bunların içinde öyle bir adam bulunacak
ki, memelerinden biri kadın memesi gibidir. Bunlar, insanlar fetret devrinde
iken zuhur edeceklerdir.
Bu esnâda, “İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, sen zekâtı
dağıtırken, seni kaşla gözle muâheze ederler” âyet-i kerîmesi nâzil
oldu.”
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî buyurur ki:
- Ben, Peygamberimizin işâret buyurduğu bu adamı, Hz. Ali’nin Nehrevan
seferinde öldürdüğünü gördüm. Bu adam aynen Peygamberimizin ta’rîf ettiği
gibiydi.
Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, Hudeybiye, Hayber, Mekke, Huneyn, Tebük gazâlarına
da iştirak etti. Peygamberimizle birlikte 12 gazâya katılmakla şereflendiği
açıklanmıştır.
Ebû Sa’îd-i Hudrî, Peygamber efendimizin âhırete irtihâlinden sonra Hz. Ebû
Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman’ın halîfelikleri zamanlarında Medîne’de fetvâ ile
meşgul oldu. 656 senesi Hz. Ali’nin zamanında her türlü fitneden uzak olmaya
çalıştıysa da, bozuk fırkalardan Hâricîlerle yapılan Nehrevan harbine
katıldı.
İstanbul'un
fethine geldi
Bir rivâyete göre; Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, İstanbul’un fethi için gelen
asker arasında idi. Düşmanlarla çarpışırken Edirnekapı civârında şehîd oldu.
Kabrini, Fatih Sultan Mehmed Han’ın hocası Akşemseddîn hazretleri keşfetti.
Kabri, eskiden kilise olup, câmiye çevrilen Kariye Câmiinin bahçesindedir.
Bir rivâyete göre de; 693 senesinde bir Cum’a günü vefât etti. Medîne’de Bakî
kabristanına defnedildi.
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî, hadîs-i şerîf ve fıkıh ilimlerinde çok üstün
derecelere sahipti. 1170 adet hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Hz. Ebû Sa’îd-i
Hudrî ders verirken, çevresinde büyük bir kalabalık hâsıl olur, sorulan bütün
suâllere cevap verirdi.
Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri buyuruyor ki:
Peygamber efendimiz, neş’elenip eğlenen ba’zı insanları görünce buyurdu ki:
- Eğer ölümü düşünseydiniz, lezzetler size tatsız gelirdi ve bulunduğunuz
şu hâlden ayrılırdınız.
Ebû Sa’îd-i Hudrî şöyle anlatır:
“Biri, Resûlullah efendimizin ardında namaz kıldı. Peygamber efendimizden
önce rükü’ya varıyor, yine ondan önce başını kaldırıyordu. Peygamberimiz,
namazdan sonra:
- Bunu yapan kim idi? diye sordular. O kimse dedi ki:
- Benim yâ Resûlallah.
Bunun üzerine Peygamber efendimiz, (Namazın noksan olanından
sakınınız! İmâm rükü’ya vardığında rükü’ya varınız. Başını kaldırdığında
başınızı kaldırınız) buyurdu.”
En şiddetli
sıkıntı
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî anlatıyor: “Resûlullah efendimizin huzuruna gittim.
Kadife ile örtünmüş idi. Harareti o kadifeden çıkıp, his olunurdu. Elimizi,
mübârek bedenine koyamazdık. Hayret ettik. Buyurdu ki:
- En şiddetli sıkıntı peygamberlere olur. Ama peygamberlerin
sıkıntılara sevinmesi, sizin ihsânlara sevinmenizden fazladır.”
Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî, doğru bildiği bir husûsu söylemekten çekinmezdi. Çok
cesûr, fedâkâr ve sabırlı bir zât idi. Temiz ve sade bir yaşayışı vardı.
Böyle olmayı severdi. Muhtaç olanlara yardım eder, onları evine alıp terbiye
ederdi.
Ebû Sa’îd-i Hudrî şöyle anlatır: Resûlullah efendimizden işittim. Buyurdu ki:
(İnsanların yaptıklarını yazan meleklerden başka melekler de vardır.
Yollarda, sokak başlarında dolaşırlar. Allahü teâlâyı zikredenleri ararlar.
Zikredenleri bulunca, birbirlerine seslenirler:
- Buraya geliniz, buraya geliniz!
Nasıl buldunuz?
Kanatları ile, onları sararlar. O kadar çokturlar ki, göğe varırlar.
Kullarının her işini bilici olan Allahü teâlâ, meleklere sorarak buyurur ki:
- Kullarımı nasıl buldunuz?
- Yâ Rabbî! Sana hamd ve senâ ediyorlar ve senin büyüklüğünü
söylüyorlar.
- Onlar beni gördüler mi?
- Hayır görmediler.
- Görselerdi nasıl olurlardı?
- Daha çok hamd ederlerdi ve daha çok tesbîh ederlerdi ve daha çok
tekbîr söylerlerdi.
- Onlar benden ne istiyorlar?
- Yâ Rabbî! Cennetini istiyorlar.
- Onlar Cenneti gördüler mi?
- Görmediler.
- Görselerdi nasıl olurlardı?
- Daha çok yalvarırlardı, daha çok isterlerdi. Yâ Rabbî! Bu kulların Cehennemden
korkuyorlar. Sana sığınıyorlar.
- Onlar Cehennemi gördüler mi?
- Hayır görmediler.
- Görselerdi nasıl olurlardı?
- Görselerdi, daha çok yalvarırlardı ve ondan kurtulmak yoluna daha
çok sarılırlardı.
Bunun üzerine Allahü teâlâ meleklere buyurur:
- Şâhid olunuz ki, onların hepsini affeyledim.
- Yâ Rabbî! O zikredenlerin yanında, filân kimse zikretmek için
gelmemişti. Dünya çıkarı için gelmişti.
- Onlar benim misâfirlerimdir. Beni zikredenlerle beraberim. Onların
yanında bulunanlar da, zarar etmezler.)
Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
(Mezar, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından
bir çukurdur.)
(Yatağına girdiğinde üç kere Estagfirullah el-azîm ellezî lâ ilâhe
illâ hüvel-hayye’l-kayyûm ve etûbü ileyh diyen kimsenin günâhları deniz
köpükleri veya Temîm diyârının kumları veya ağaç yapraklarının sayısı veya
dünyanın günleri kadar çok olsa da, Allahü teâlâ onun günâhlarını bağışlar.)
Allahtan kork!
Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri kendisinden öğüt istiyen birine buyurdu ki:
- Allahtan kork, çünkü her şeyin başı Allah korkusudur. Cihâda sarıl! Çünkü
cihâd, İslâm dîninin dünya zevk ve lezzetlerine kapılmama hissidir. Allahü
teâlayı zikretmeye ve Kur’ân-ı kerîm okumaya devam et ki, seni gökte
melekler, yerde insanlar arasında yaşatacak olan budur. Doğruyu söyle, bunun
dışında da sükûtu tercih et! Bunları yaparsan şeytanı yenersin.
Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri buyurur ki:
Resûlullahtan işittim. Buyurdu ki:
(Sizden evvelkiler içinde bir adam vardı. Doksandokuz kişiyi
öldürmüştü. Sonra, “Dünyanın en büyük âlimi kimdir?” diye soruşturdu. Ona bir
râhib gösterildi. Bunun üzerine râhibin yanına gitti.
“Doksandokuz adam öldürdüm, tevbe etsem kabûl olur mu?” diye sordu.
Râhib, “Tevben kabûl olunmaz” dedi.
Tevbene kim mâni
olabilir?
Bunun üzerine o adam, râhibi de öldürdü. Onunla yüzü doldurdu. Sonra
yeryüzü halkının en büyük âlimini sorup araştırdı. Ona, âlim bir kimseyi
tavsiye ettiler. Âlime sordu:
- Yüz adam öldürdüm. Tevbe etsem kabûl olur mu?
Âlim dedi ki:
- Evet, senin tevbe etmene kim engel olabilir? Filân yere git, orada
Allahü teâlâya ibâdetle meşgul olan insanlar vardır. Onlarla beraber Allahü
teâlâya ibâdet et. Memleketine dönme! Zîrâ orası fenâ bir yerdir.
Bunun üzerine tevbe eden adam yola çıktı. Yarı yola vardığında öldü.
Rahmet melekleri ile azâb melekleri bu adamı almak için geldiler. Rahmet
melekleri dediler ki:
- Bu adam candan tevbe ederek geldi.
Azâb melekleri de dediler ki:
- Bu adam hiçbir iyilik işlememiştir.
Bunun üzerine insan kıyâfetinde bir melek bunların yanına geldi.
Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Melek şöyle dedi:
- İki taraftaki mesâfeyi mukâyese ediniz! Hangi tarafa daha yakın ise
adam o tarafındır.
Mesâfeyi ölçtüler. Adamı varacağı yere daha yakın buldular. Bundan dolayı
onu rahmet melekleri aldılar.)
Ebû Sa’îd-i Hudrî buyurdu ki:
Resûlullah efendimiz hayvana ot verirdi. Deveyi bağlardı. Evini süpürürdü.
Koyunun sütünü sağardı. Ayakkabısının söküğünü dikerdi. Çamaşırını yamardı.
Hizmetçisi ile birlikte yemek yerdi. Hizmetçisi el değirmeni çekerken
yorulunca, ona yardım ederdi. Pazardan öteberi alıp torba içinde eve
getirirdi.
Fakîrle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce selâm verirdi.
Bunlarla müsâfeha etmek için, mübârek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi,
beyi, siyahı ve beyazı bir tutardı. Her kim olursa olsun, çağrılan yere
giderdi.
Güzel huylu idi
Önüne konulan şeyi, az olsa da, hafîf, aşağı görmezdi. Güzel huylu idi.
İyilik etmesini sever idi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü
idi. Söylerken gülmezdi.
Üzüntülü görünürdü. Fakat, çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fakat,
alçak tabî’atli değildi. Heybetli idi. Ya’nî saygı ve korku hâsıl ederdi.
Fakat, kaba değildi. Nâzik idi. Cömert idi. Fakat, isrâf etmez, faydasız yere
birşey vermezdi. Herkese acır idi. Mübârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden
birşey beklemezdi. Saâdet, huzûr isteyen, Onun gibi olmalıdır.
|