Peygamber
efendimiz, 36 yaşlarında bulundukları sırada Hicaz topraklarında şiddetli bir
kuraklık ve açlık hüküm sürüyordu. Hemen herkes her geçen gün bunun
ağırlığını daha çok, daha derinden hissediyordu. Peygamber efendimizin amcası
Ebû Tâlib, kalabalık bir ailenin reisiydi. Ailesini geçindirecek bir servete
sahip değildi. Bunun için geçinmekte herkesten daha çok sıkıntı çekiyordu.
Yükünü biraz
hafifletelim
Peygamber efendimiz, küçük yaşından beri yanında büyüdüğü ve iyiliğini
gördüğü amcasına bu sıkıntılı zamanında bir yardım yapmak, onun geçim yükünü
hafifletmek istiyordu. Bu sebeple, amcalarının en zengini olan Hz. Abbâs'a
bir gün şöyle teklifte bulundular:
- Ey Amcam, biliyorsun ki, kadeşin Ebû Tâlib'in çok çocuğu vardır.
İnsanların uğradığı şu kıtlık ve açlığı da görüyorsun. Haydi, Ebû Talib'e
gidelim, onun aile yükünü biraz hafifletelim. Bakıp, büyütmek üzere
oğullarından birini ben yanıma alayım, birisini de sen alırsın. Evlâtlarından
iki tanesini onun üzerinden almak kâfi gelir.
Hz. Abbâs, "olur" deyince, kalktılar, Ebû Tâlib'in yanına vardılar.
Ona dediler ki:
- Halkın, içinde bulunduğu kıtlık ve darlık kalkıncaya kadar, senin
çocuklarından bir kısmını yanımıza alıp yükünü hafifletmek istiyoruz.
Ebû Tâlib de onlara dedi ki:
- Oğullarımdan Ukayl ve Tâlib'i bana bırakıp, istediğinizi alabilirsiniz.
Böylece Peygamber efendimiz Hz. Ali'yi, Hz. Abbâs da Hz. Ca'fer'i yanına
aldı.
Birgün Ebû Tâlib, oğlu Ca'fer ile şehrin dışında yürürken Peygamber
efendimizi gördü. Hz. Ali ile beraber namaz kılıyorlardı. Ebû Tâlib, oğlu
Ca'fer'e:
- Git, sen de kardeşinin yanına dur, namaza başla, dedi.
Ca'fer gidip, Hz. Ali'nin yanında namaza durdu. Namazdan sonra, Peygamber
efendimiz, Ona duâ ederek buyurdu ki:
- Hak teâlâ, sana iki kanat versin. Cennette onlar ile uçarsın.
Allahü teâlâ bu duâyı kabûl etti. Hz. Ca'fer, Mûte gazâsında, şehîd olmakla
şereflendi. Allahü teâlâ, ona iki kanat verdi. Firdevs Cennetinde uçmaktadır.
Bunun için Ca'fer-i Tayyâr diye meşhûrdur.
Kureyş müşriklerinin Eshâb-ı kirâma karşı revâ gördükleri zulüm ve işkenceden
sonra, Peygamber efendimiz, bir kısım Eshâbın Habeşistan'a hicret etmelerine
müsaade etti. Kâfile, Hz. Ca'fer'in başkanlığında hareket etti. Habeşistan'da
çok iyi karşılandılar.
Teslim
edilmesini isteyiniz
Mekkeli müşrikler bu durumdan haberdar olunca toplandı. Habeşistan meliki
Necâşî'ye iki elçi göndermeye karar verdiler. Son derece kıymetli hediyeler
hazırladılar. Necâşî'nin din adamlarına, devlet erkânına hediyeler ayrıldı.
Bu işe Abdullah bin Rebia ile Amr bin Âs vazifelendirildi. Bu iki elçiye
Neçâşi'nin huzurlarında neler söyleyeceleri öğretildi. Onlara denildi ki:
- Hükümdar ile konuşmadan evvel onun patriklerine ve kumandanlarının her
birine, hediyesini verdikten sonra Necâşî'nin hediyesini takdim ediniz. Bu
işi yaptıktan sonra oradaki Müslümanların size teslim edilmesini isteyiniz.
Necâşî'nin Müslümanlar ile konuşmasına imkân bırakmayınız.
Mekkeli müşriklerin elçileri Habeşistan'a geldiler ve devlet erkânının
hediyelerini verdikten sonra Mekkeli muhâcirlerin kendilerine teslim edilmesi
hususunda yardım etmelerini istediler.
Memleketinize
sığınmışlardır
Patrikler bunu kabûl ettiler. Bundan sonra, Mekkeli elçiler Necâşî'nin
hediyelerini takdim ettiler. Melik Necâşî'ye şöyle söylediler:
- Ey Melik! İçimizden birtakım kimseler sizin memleketinize sığınmışlardır.
Bu gelenler, kendi milletlerinin dînini terkettikleri gibi sizin dîninize de
girmemişlerdir. Kendi kafalarına uygun uydurma bir dinleri vardır. Ne biz, ne
de siz, bu dîni tanımazsınız.
Bizi, bunların mensup oldukları milletin eşrâfı, sizin memleketinize iltica
eden adamların babaları ve kendi öz akrabaları gönderdi. İstekleri,
gelenlerin tekrar iâde edilmeleridir. Çünkü onlar, bunların hâllerini daha
yakından tanır. Onların kendi öz dînlerinde hoş görmediklerini daha iyi
bilirler.
Gerek Amr bin Âs ve gerekse Abdullah bin Rebia'nın en çok arzû ettikleri şey,
Necâşî'nin bu sözleri dinliyerek, arzûlarına uygun hareket etmesiydi. Elçiler,
bu sözleri söyledikten sonra Necâşî'nin patrikleri söz almış, şöyle
demişlerdi:
- Bunlar çok doğru söylediler. Bunların milletleri, onlarla daha iyi meşgul
olabilir, onların neyi beğenip beğenmediklerini daha iyi takdir ederler. Onun
için siz bu adamları teslim ediniz de, bunlar onları memleketlerine ve
milletlerine götürsünler.
Melik Necâşî bu sözlere çok kızdı ve dedi ki:
- Vallahi hayır! Ben bu adamları teslim etmem. Bana iltica eden, memleketime
gelen adamlara hıyânet edemem. Bunlar, beni başkasına tercih etmiş ve benim
memleketime gelmişlerdir. Onun için, gelen muhâcirleri sarayıma da'vet eder,
onlara, bu adamların söyledikleri sözlere karşı ne diyeceklerini sorar,
cevaplarını dinlerim. Eğer muhâcirler bunların dedikleri gibi iseler, onları
teslim eder ve kendi milletlerine iâde ederim. Öyle değilse onları korur,
ülkemde kaldıkça onlara iyilik ederim.
Kime inanırlar
Daha önceleri Necâşî semâvi kitapları incelemişti. Muhammed aleyhisselâmın
gelme zamanının yakın olduğunu, kavminin ona yalancı deyip inanmayacaklarını
ve Mekke'den çıkaracaklarını biliyordu.
Necâşî, Mekkeli elçilere sordu:
- İnandıkları kimse kimdir?
- Muhammed'dir.
Necâşî bu ismi işitince, O'nun Peygamber olduğunu anladı ve belli etmedi.
Gelenlere tekrar sordu:
- Onun dîni ve mezhebi nedir ve neye da'vet eder?
- Onun mezhebi yoktur.
- Mezhebi ve dînini bilmediğim bir topluluk ki, gelip bana sığınmışlardır.
Ben onları size nasıl teslim ederim? Meclis kuralım. Onları da getirelim.
Sizlerle yüzleştirelim. Hepinizin de durumları belli olsun. Onların da dînini
bileyim.
Necâşî, Mekkeli müşriklerle yüzleştirmek için Müslümanları saraya da'vet
etti. Müslümanlar önce kendi aralarında istişâre ettiler ve, "Habeş
hükümdarının hoşuna gidecek ve mizaçlarına uygun olacak şekilde neler söyleyelim"
diye konuştular. Hz. Ca'fer dedi ki:
- Bizim bu husûstaki bildiklerimiz, Peygamberimizin bize buyurduğundan
ibârettir, deriz. Netice neye varırsa râzıyız.
Hepsi kabûl ettiler. Sadece Hz. Ca'fer'in konuşması için ittifak ettiler.
Büyük bir divan
kuruldu
Necâşî de âlimlerini topladı. Büyük bir divan kuruldu. Sonra muhâcirleri
getirdiler. Müslümanlar geldiklerinde selâm verdiler ve secde etmediler.
Necâşî, Müslümanlara sordu:
- Neden secde etmediniz?
- Biz Allahü teâlâdan başkasına secde etmeyiz. Peygamber efendimiz bizi,
Allahtan başkasına secde etmekten men edip, "Secde, yalnız
Allahü teâlâya mahsûstur" buyurdu.
Necâşî dedi ki:
- Ey huzuruma getirilmiş olan topluluk! Bana söyleyiniz. Ülkeme ne için
geldiniz? Hâliniz nedir? Tüccâr değilsiniz, bir istediğiniz de yok. Sizin şu
ortaya çıkmış olan Peygamberinizin hâli nedir?
Hz. Ca'fer şöyle cevap verdi:
- Ey Hükümdar! Ben, önce, üç söz söyliyeceğim. Eğer doğru söyler isem beni
tasdik edin, yalan söylersem yalanlayın. Herşeyden önce emret ki; şu
adamlardan yalnız biri konuşsun, diğerleri sussun!
Mekkeliler adına Amr bin Âs dedi ki:
- Ben konuşayım.
Necâşî bunun üzerine:
- Ey Ca'fer, önce sen konuş! dedi.
Hz. Ca'fer konuşmaya başladı:
- Benim, üç sözüm var. Şu adama sorunuz. Biz, yakalanıp efendilerimize iâde
edilecek köleler miyiz?
Necâşî sordu:
- Ey Amr! Onlar köle midirler?
- Hayır! Onlar köle değil, hürdürler!
Hz. Ca'fer tekrar konuştu:
- Acaba biz haksız yere bir kimsenin kanını mı döktük de, kanı dökülenlere
iâde mi edileceğiz?
Birinin kanını
mı döktüler
Necâşî, Amr'a sordu:
- Bunlar, haksız yere birinin kanını mı döktüler?
- Hayır, bir damla bile kan dökmediler.
Bu sefer Hz. Ca'fer, Necâşî'ye hitaben dedi ki:
- Başkasının mallarından haksız yere aldığımız, üzerimizde ödemekle mükellef
olduğumuz mallar mı vardır?
Necâşî de Amr'a sordu:
- Ey Amr! Eğer, şuncağızların ödeyecekleri pek çok altın bile olsa,
borçları varsa, onu, ben ödeyeceğim! Söyleyin!
- Hayır, bir kuruş bile yok!
- O hâlde siz bunlardan ne istiyorsunuz?
- Onlar ile biz bir dinde idik. Onlar, bunları bıraktılar. Muhammed'e ve
dînine uydular.
Necâşî, Hz. Ca'fer'e dedi ki:
- Siz bulunduğunuz dîni bırakıp ne diye başkasına uydunuz? Kavminizin
dîninden ayrıldığınıza, ne benim dînimde ne de bunların dîninde olmadığınıza
göre, sizin edindiğiniz bu din hakkında bilgi veriniz?
Hz. Ca'fer şöyle cevap verdi:
- Ey hükümdar! Biz câhil bir millet idik. Putlara tapardık. Ölmüş hayvan
leşini yer, her türlü kötülüğü işlerdik. Akrabalarımızla münâsebetlerimizi
keser, komşularımıza kötülük yapardık. Kuvvetli olanlarımız zayıf
olanlarımızı ezerdi.
Allahü teâlâ bize, kendimizden doğruluğunu, eminliğini, iffet ve temizliğini,
soyunun düzgünlüğünü bildiğimiz bir Peygamber gönderinceye kadar, biz bu
vaziyette idik. O Peygamber bizi, Allahü teâlânın varlığına, birliğine
inanmaya, O'na ibâdete; bizim ve atalarımızın tapınageldiği taşları ve
putları bırakmaya da'vet etti.
İftirâdan
alıkoydu
Doğru sözlü olmayı, emânete hıyânet etmemeyi, akrabalık haklarını gözetmeyi,
komşularla güzel geçinmeyi, günâhlardan ve kan dökmekten sakınmayı bize
emretti. Her türlü ahlâksızlıklardan, yalan söylemekten, yetimlerin malını
yemekten, namuslu kadınlara dil uzatmaktan ve iftira etmekten bizi alıkoydu.
Allahü teâlâya eş, ortak koşmaksızın ibâdet etmeyi, namaz kılmayı,
zekât vermeyi, oruç tutmayı bize emretti. Biz de kabûl ettik ve îmân ettik.
Onun Allahtan getirip bildirdiklerine tâbi olduk. Allahü teâlâya ibâdet
ettik, O'nun bize harâm kıldığını harâm, helâl kıldığını helâl olarak kabûl
ettik.
Bu yüzden kavmimiz, bize düşman olup, bize zulmettiler. Bizi, dînimizden
döndürüp, Allaha ibâdetten vazgeçirip putlara taptırmak için türlü
işkencelere uğrattılar. Bizi perişân ettiler. Bizi, yeniden putlara taptırmak
için zulmettiler. Bizi sıkıştırdıkça sıkıştırdılar. Bizimle, dînimizin
arasına girdiler ve bizi dînimizden ayırmak istediler.
Biz de yurdumuzu yuvamızı bırakarak senin ülkene sığındık. Seni başkalarına
tercih ettik. Senin himâyene, komşuluğuna can attık. Senin yanında zulme,
haksızlığa uğramıyacağımızı ummaktayız.
Necâşî, Hz. Ca'fer'e dedi ki:
- Sen, Allahın bildiklerinden biraz biliyor musun?
- Evet, biliyorum.
- Ondan bana biraz oku!
Tatlı ve güzel
kelâm
Hz. Ca'fer de Meryem sûresinin ilk âyetlerini okumaya başladı. O okudukça
Necâşî ağlıyordu. Gözlerinden akan yaşlar sakalını ıslatıyordu. Rahibler de
çok ağladılar. Necâşî ve Rahibler dediler ki:
- Ey Ca'fer! Bu tatlı ve güzel kelâmdan biraz daha oku!
Hz. Ca'fer, Kehf sûresinden okudu. Necâşî, kendisini tutamıyarak:
- Vallahi, bu aynı kandilden fışkıran bir nûrdur. Hz. Mûsâ ve Hz. Îsâ da
onunla gelmiştir, dedi.
Necâşî daha sonra Kureyş elçilerine döndü:
- Gidiniz! Vallahi ben ne onları size teslim eder, ne de onlara bir kötülük
düşünürüm.
Bunun üzerine Abdullah bin Ebî Rebia ile Amr bin Âs, Necâşî'nin huzurundan
çıktılar.
Amr bin Âs, Necâşî'nin huzurundan eli boş çıkınca, arkadaşı Abdullah'a dedi
ki:
- Onların bir kabahatini Necâşî'nin yanında ortaya koyup, köklerini kazıtayım
da gör. Onların, Meryem oğlu İsâ'yı bir kul olarak bildiklerini ihbar
edeceğim.
Ertesi günü, Necâşî'nin yanına varıp:
- Ey Hükümdar! Onlar Meryem oğlu Îsâ hakkında ağır sözler söylüyorlar. Onlara
Hz. Îsâ için ne söylediklerini sor, dedi.
Ne cevap
vereceğiz?
Bunun üzerine Necâşî, muhâcir Müslümanlara adam gönderdi. Müslümanlar, tekrar
bir araya toplandılar. Birbirlerine sordular:
- Îsâ aleyhisselâm hakkında sorarlarsa ne cevap vereceğiz?
Hz. Ca'fer dedi ki:
- Hz. Îsâ hakkında Allahü teâlânın buyurduğunu, Peygamber efendimizin bize
getirdiğini söyleriz.
Necâşî'nin huzuruna çıkınca, Necâşî sordu:
- Siz Meryem oğlu Îsâ hakkında ne biliyorsunuz?
Hz. Ca'fer şöyle cevap verdi:
- Biz Hz. Îsâ hakkında, Peygamber efendimizin bize Allahü teâlâdan getirip
tebliğ eylediğini söyleriz. Onun Allahın kulu ve Resûlü olduğunu, dünyadan ve
erkeklerden vazgeçerek Allaha bağlanmış afîfe bir kız olan Hz. Meryem'den
babasız olarak dünyaya geldiğini kabûl ederiz. Allahü teâlâ Hz. Âdem'i
topraktan yarattığı gibi Hz. Îsa'yı da babasız yaratmıştır deriz.
Necâşî, elini yere uzatıp, yerden bir saman çöpü aldı ve dedi ki:
- Yemîn ederim ki Meryem oğlu Îsâ da sizin söylediğinizden fazla bir şey
değildir. Arada bu çöp kadar bile fark yoktur.
Siz ne derseniz
deyin
Necâşî bunu söylediği zaman etrafındaki hükûmet erkânı ve kumandanları,
aralarında fısıldaşmaya ve homurdanmaya başladılar. Necâşî, bunu görünce,
onlara:
- Yemîn ederim ki, siz ne dersiniz deyin, ben bunlar hakkında iyi şeyler
düşünüyorum, dedi.
Sonra Müslüman muhacirlere dönerek devam etti:
- Sizi ve yanından geldiğiniz zâtı tebrik ederim! Ben şuna inandım ki; O
Allahın Resûlüdür. Zâten biz, onu İncil'de görmüştük. O Resûlü Meryem oğlu
Îsâ da haber verdi. Vallahi eğer O, buralarda olsaydı gidip onun
ayakkabılarını taşır, ayaklarını yıkardım! Gidiniz! Ülkemin el değmemiş
kısmında, her türlü tecâvüzden uzak, emniyet ve huzura kavuşmuş olarak
yaşayınız. Size kötülük edeni helâk ederim. Bana dağ kadar altın verseler de,
sizlerden birini üzüntüye sokmam.
Necâşî, bundan sonra, Kureyş elçilerinin getirdikleri hediyeler için:
- Benim bunlara ihtiyacım yoktur! Başkalarının gaspettiği bu mülkümü, Allah
bana geri verirken, halkı bana boyun eğdirirken, benden rüşvet almadı,
diyerek hediyelerini kendilerine geri verdi.
Necâşî İslâmiyeti seçmiş ve Eshâb-ı kirâmı ziyâdesiyle sevindirmişti.
Bir gün, Necâî eski elbiselerini giyip sarayından çıktı. Başında tac ve
arkasında padişahlık elbisesi yoktu. Toprak üzerine oturdu. Papazlar bu hâle
şaşırdı. Sonra Hz. Ca'fer'i ve diğer Eshâb-ı kirâmı çağırdı. Onlar geldiler.
Melik'i bu vâziyette görüp sustular. Necâşî, Hz. Ca'fer'e dedi ki:
- Ben etrafa haberciler gönderdim. Bana müjde haberi getirdiler. Allahü
teâlâ, Resûlüne yardım etmiş, Bedir savaşında düşmanlarını helâk eylemiş.
Kâfirlerden Şeybe, Utbe bir Rebia, Ebû Cehil, Ümeyye bin Halef cümlesi helâk
olmuşlar ve bir çoğu da esir olmuşlar.
Hz. Cafer sevincini açıklayıp şükrettikten sonra sordu:
- Ey Melik! Böyle eski elbiseler giymenize sebep nedir?
Hangisine
sevineyim
Necâşi şöyle cevap verdi:
- İncilde gördüm ki, Hak teâlâ, kullarına bir ni'meti başkasına haber veren
kimsenin tevâzu yapması gerekir, buyuruyor. Şimdi Hak teâlâ, Sevgili
Peygamberine zafer ihsân eylemiş. Ben de bunu size haber vermek için böyle
yaptım.
Hz. Ca'fer ve beraberindeki Müslümanlar, birkaç sene kaldıktan sonra
Habeşistan'dan Medîne'ye geldiler. Böylece iki defa hicret ettiler. Dönüşleri
hicretin yedinci yılında, Hudeybiye'den sonra ve Peygamber efendimiz
Hayber'de bulundukları sırada olmuştu. Peygamber efendimiz, Hz. Ca'fer ile
karşılaşınca, onu alnından öpüp bağrına bastı ve buyurdu ki:
- Ben Hayber'in fethine mi, yoksa Ca'fer'in gelişine mi sevineceğim
bilemiyorum. Sizin hicretiniz iki defadır. Siz, hem Habeş ülkesine, hem de
yurduma hicret ettiniz.
Hz. Ca'fer Habeşistan'dan döndükten iki yıl sonra Mûte seferi
kararlaştırıldı. İslâm Ordusu kısa zamanda hazırlandı. Resûlullah efendimiz,
mübârek sancağı Hz. Zeyd bin Hârise'ye teslim etti ve buyurdu:
Zeyd bin Hârise'yi, cihâda çıkacak olan şu insanların başına kumandan
tâyin ettim. O şehîd olursa yerine Ca'fer bin Ebû Tâlib geçsin, O da şehîd
olursa yerine Abdullah bin Revâha geçsin. O da şehîd olursa, Müslümanlar,
aralarında uygun birini seçip onu kendilerine kumandan yapsınlar!
Çok kalabalık
idiler
Peygamber efendimiz tarafından uğurlanıp yola çıkan mücâhidler yollarına
devam ettiler. Şam topraklarından Maan denilen yere varınca biraz
dinlendiler. Mücâhidler ilerlerken Meşârif diye anılan köyde düşman
askerlerinin yaklaşmakta olduğunu görünce, hemen Mûte'ye çekilip, savaş
düzenine girdiler.
İki taraf arasında çok şiddetli bir savaş başladı. Müslümanların başında
bulunan Hz. Zeyd bin Hârise'nin elinde Peygamber efendimizin sancağı
bulunuyordu. Rum askerlerinin mızrak darbeleriyle, mübârek vücudu parçalanıp,
kanlar fışkırıncaya kadar, kahramanca saldırıp dövüşmekten geri durmadı ve
şehîd oldu.
Bundan sonra Hz. Ca'fer hemen sancağı kaptı. Elinde sancak, atını düşmana
doğru sürdü. Düşman askerleri Hz. Ca'fer'in heybetinden korkup aralarında
şöyle konuştular:
- Bunun hakkından kim gelecek?
Sancağı yere
düşürmedi
Hz. Ca'fer, düşman askerlerinin arasına iyice dalmıştı. Nihâyet bir düşman
askeri Hz. Ca'fer'in koluna bir kılıç darbesi vurdu. Sağ eli kesilen Ca'fer,
sancağı diğer eline aldı. Biraz sonra o eli de kesilince, sancağı bırakmamak
için, pazılarıyla göğsüne kaldırdı.
Nihayet mızrak ve kılınç darbeleriyle şehîd oldu. Şehîd olduğunda, mübârek
vücudunda yetmişten fazla mızrak, kılınç ve ok yarası görülmüştü ve hepsi de
vücudunun ön kısmında idi. Sonra sancağı Abdullah bin Revâha almış o da şehîd
olunca Hâlid bin Velid almıştır.
Rumlarla yapılan bu savaşta kumandanların şehîd olduklarını, Cebrâil
aleyhisselâm, Peygamber efendimize bildirmiş. Hz. Peygamberimiz de mescidde
Müslümanlara haber vermişti. Peygamber efendimiz çok üzülmüşlerdi. Eshâb-ı
kirâm dediler ki:
- Yâ Resûlullah! Sizi üzüntülü görmek bizi daha çok üzüyor.
Bunun üzerine üzüntülerinin, şehîdlerin Cennette, karşılıklı tahtlar üzerinde
oturduklarının kendisine gösterilmesine kadar devam edeceğini beyân ettiler.
Ca'fer-i Tayyâr'ın hanımı Hz. Esmâ binti Umeys anlatıyor:
"O gün ekmek yapacağım hamuru yoğurduktan sonra, çocuklarımı yıkadım,
temizledim, güzel kokular sürdüm. Resûlullah teşrif etti. Buyurdu ki:
- Ey Esmâ! Ca'fer'in çocukları nerede? Onları bana getir!
Çocukları getirdim. Onları sevdi, okşadı ve mübârek gözlerinden yaş aktı.
Bunun üzerine kendilerine sordum:
- Ey Allahın Resûlü! Niçin ağlıyorsunuz? Yoksa Ca'fer ve arkadaşlarından size
bir haber mi geldi?
Peygamber efendimiz buyurdu ki:
- Evet, onlar bugün şehîd oldular.
Bunu duyunca ağlamaya başladım. Peygamberimiz, ağzımdan uygun olmayan bir söz
çıkmamasını tenbih edip, evlerine gittiler."
Bundan sonra Peygamber efendimiz, kerîmesi Hz. Fâtıma'nın yanına vardı. O da
ağlıyordu.
Peygamberimiz Hz. Ca'fer'in âilesi için yemek yapılmasını emretti. Üç gün ev
halkına yemek yedirildi ve bu sünnet oldu.
Fakirlerin
babası
Peygamber efendimizin üzüntüsü devam ederken, Cebrâil aleyhisselâmın gelerek,
Hz. Ca'fer'in kesilen iki eli yerine Allahü teâlâ tarafından yâkuttan iki
kanat ihsân olunduğunu, o kanatlarla Cennette uçmakta olduğunu haber vermesi
üzerine Peygamber efendimiz, Hz. Ca'fer'in ailesine;
- Ey iki kanatlı mesûd kimsenin çocukları, diyerek bu durumu
müjdelemişti.
Bunun için, Hz. Ca'fer, Tayyâr=Uçan ismiyle tanınmıştır.
|