ANASAYFA
Edebice Yazılar  

Adetullah ve Anadolu İrfanı!

İlk söz; “Gençliğimi verdim de bir ev aldım, şimdi aileme mezar oldu…"
Anlatılan o ki; Bir ayağı Sürre Emini olarak Kabe’nin örtüsünü değiştirir, diğer ayağı Abdulhamid Han’ın Yaveri (E.M.A. Şakir Paşa) olur. Bir eli Anadolu’daki Osmanlı adına vergileri toplayan Ayan’dır, diğer eli kalem tutan yazar ve gazetecidir(Agah Efendi)...
İşte zamanın Bozok diyarını yurt tutarak asırlar boyu bu denli Anadolu’ya hizmet etmiş olan Çapanoğlu’ndan Mustafa Bey, düşünür ve zamanın en gözde mimarı Mimar Sinan’ı huzuruna çağırtarak “Şanımızı bilirsin, uzun yıllar ayakta duracak muhteşem bir camii yaptırmak istiyorum, Bozok merkezine…” der ve Sinan’ın avucuna bir kese altın koyarak, “Kalanını da ne ise camii bitince alırsın” der. Mimar Sinan “Peki…” deyip ertesi gün Bozok merkezine o hayali kurulan muhteşem caminin temelini atar ve birkaç gün sonra da aradan kaybolur.
Gel zaman git zaman aradan tam dört yıl geçer ve herkeste bir söylentidir alır gider, “Çapanoğlu’nun işi yarım kaldı!” Bu söz Çapanoğlu’nun kulağına gider ve Mustafa Bey hemen bir ferman yayımlar, “Mimar Sinan nerede görüle, boynu orada vurula!..”
Aradan bir süre daha geçtikten sonra bir sabah namazı çıkışında oradan geçenler bir de bakarlar ki temeli atılan camii üzerinde Mimar Sinan oturmuş taş yontuyor!..
Hemen koşup Çapanoğluna haber verirler.
Çapanoğlu Mustafa Bey adamlarına verdiği talimatla Mimar Sinan apar topar kolundan tutularak doğruca huzura çıkartılır.
Mustafa Bey sorar; “Be hey gidi adam! Ne istedin de vermedik, temeli atıp kayboldun ve bunca senedir Çapanoğlu’na bunu reva görürsün!”
Mimar Sinan başını kaldırıp cevap verir;
“Efendi! Sen değil miydin asırlara meydan okuyacak bir camimiz olsun!” diyen. İşte bende öyle bir camii temel attım ki, dört sene de ancak temel oturdu. Şimdi üzerine o muhteşem gövdeyi inşa etme zamanıdır ve bunu hesapladığım için bugün çıka geldim, bundan önce de aynı usulle temelini attığım diğer eserlerimi böyle dolaşarak bitiririm…”
İşte o camii 1600’lü yıllarda Mimar Sinan tarafından yapılan bugün Yozgat merkezinde hala dim dik ayakta duran Çapanoğlu Büyük Camii’dir.
(Bu anlatının başka bir versiyonu da vardır; ustası uçup çırağı yerde kalan…)
Bu hikâye burada bir dursun…
Depremler, seller, yangınlar, tsunami ve taşkınlar, dolu ve şiddetli yağışlar, çığ ve heyelan, fırtına ve hortumlar, kuraklık, gıda krizi… gibi doğa olayları sayısı her geçen gün gittikçe artıyor, şiddeti de… Eskiler Anadolu irfanıyla bunların adına ‘Adetullah’ derlermiş. Şimdi ise değişip dönüşen bizler, ‘afet’ deyip geçiveriyoruz…
Asrın deprem felaketi denilen Büyük K.Maraş depreminde aslında neler olmuştu bir hatırlayalım; önce çöken binlerce bina ve sonra tıkanan iletişim ile ulaşım… AFAD ani müdahalelerde yetersiz kalsa da,  iyi ki yardımlaşma refleksimiz var ve devlet-millet el ele kenetlendik…
Altı şubat zemherisinde duvardaki saatler değildi sadece donan, on binlerce candı… Ne güller soldu, nice çiçekler dondu, ne yiğitler, ne nazeninler hayattan oldu, baharını görmeden…  Gencecik fidanların, kundakta ki bebeklerin, umut dolu annelerin, ulu çınarların, dağ misali babaların üstüne, hem karası hem beyazı çöktü dünyanın...
Canı erken çıkanlar belki şanslıydı…
Birde can havliyle dışarı fırlayıp ölümü ıskalayanlar…
Ancak can çekişenlerdeydi asıl feryatlar…
Evlerinin bir anda başlarına çökmesiyle şimdi enkaz altında kurtarılmayı bekliyorlardı! “Sesimi duyan var mı” feryatlarıyla…
Bir tarafta simsiyah beton molozları, diğer tarafta dondurucu bembeyaz karlar. Hangisine dönsen soğuk, betonun sertliği de karın yumuşaklığı da…
Ya dışarda kalanlar…
Devasa binalarının kum gibi ufalanıp üst üste çökerek bir avuç enkaza dönüşmüş, içinde ki onlarca insana mezar olmuştu.  Bu enkazların başında diz çöküp umutla umutsuzluğun birbirine karıştığı duygu dolu gözyaşlarıyla yakınlarını bekleyen biçareler…
Sonra kurtarma ekipleri ve peşinden kepçe ile makinelerin devreye girmesiyle enkaz kaldırma çalışmaları…
Ya biz, belki onlar bir kere öldü ama bizler bin defa öldük…
Yemekten... Giymekten... Sıcaktan... Çaydan... Gülmekten...  Uyumaktan... Konuşmaktan... Utanırmış meğer insan!..
İster kader deyin ister keder…
“Hem bunlar olacak hem sen yaşayacaksın. Ne olduğunu, nasıl olduğunu, işte böyle düşe kalka, altta kalarak, üste çıkarak, kaçarak ve kovalayarak öğreneceksin! Ama önemli olan aldanmadan, aldatmadan, alta düşmeden, alta düşürmeden, arkada kalmadan, arkadan vurmadan yaşamak…”
Ahlakımız düzelene kadar, Bilime kulak verene kadar, Hukuku anlayana kadar maalesef bu durum devam edecek…
Hayat geriye kalanların omzunda devam ediyor…
Bu yaşananları unutmadan, unutturmadan şimdi ders çıkarma zamanıydı…
Asıl olan; ‘Deprem öldürmez, binalar öldürür’ bilincine varmaktı…
Ey insanoğlu, “Akletmez misiniz?”

Asıl felaket, ülkemiz insanının değişmeyen zihniyet yapısındaydı. Bu ülkenin duyarlı bilim adamları yıllardır uyarıyor; “Fay hatlarına şehir kurmak bir mecburiyet ise o zaman binalarınızı sağlam ve az katlı olmalı…” diye!..
Yani geliyordu gelmekte olan…
Peki, biz bu hale nasıl gedik?
Her şey köyden şehre göçle başladı! köklerimizden kopartılalı! Fazla değil 50-60 yıllık bir kaybımız var aslında…
Ne olmuştu kısaca hatırlayalım;
Yarım asır önce bir ‘şehir’ sevdası başladı Anadolu insanımızda… Sonra yatağı yorganı alan “Daha iyi iş ve aş bulmak maksadıyla” Büyükşehirlerin yolunu tuttular!
Ver elini gurbet…
Şehir etimolojide, ‘kent, vilayet, devlet’ anlamına gelen yabancı bir kelimedir. Köy ise; ‘tüzel kişiliğe sahip tarımsal yerleşim’ anlamına gelen yine yabancı bir kelimedir.
Dolayısıyla ‘şehir’ büyük ve daha geniş kapsamlı kalabalıkları andırırken, ‘köy’ ise daha küçük, bir birine olan yakınlığıyla ifade eder.
Şimdi gözünüzün önüne Anadolu köylerinden birini getirin; sıra sıra dizili verimli tarlalar, meyve-sebzeyle dolu bağ ve bahçelerle bezenmiş dümdüz ovanın bittiği yerden yükselen dağ yamacına yerleşmiş, kırmızı kiremitli taş/kerpiç/ahşap bir veya iki katlı evlerden oluşmuş, ortasında şarıl şarıl suların aktığı çeşmesi, göklere şehadet eden minareli bir camisi ve yakınında al bayraklı ilkokuluyla, kendi halinde bir yerleşim yeri…
Şehirleri anlatmaya gerek var mı; etrafta bir karış yeşil alan bırakılmamış, hayvanatın barınamadığı, her yer beton ucubelerle çevrilmiş, torak üzeri ziftle kaplanmış zikzaklı yollarda vızır vızır akan otomobillerin trafiğinden, hastanesinden eczanesine, marketinden otobüsüne tıklım tıklım olan, yoğunlaşmanın getirdiği gürültü ve patırtısının hiç eksik olmadığı yaşam merkezleri…
Dolayısıyla şehirler; endişe, korku, açgözlülük, stres gibi insanın ömrünü törpüleyen olumsuzluklara yol açarken, Köyler; sakinlik, sevinç, yardımlaşma, sağlık ve huzur dolu bir yaşamla insanın doğasına daha uygunluk gösterir.
Bizim kuşak bunun her ikisini de yaşayarak deneyimlemiştir…
Ne yazık ki köyden şehre başlayan o göçle köylerin içi boşaldı ve zamanla da güzelim bağ-bahçeleri ayrık otları bastı, uçsuz bucaksız verimli ekin tarlaları ormana dönüştü, sokaklar metruk hale geldi ve kimsesiz kalan evler virane oldu…  
Uzun süre durdurulamayan bu göçler, Anadolu’nun kanayan yarası haline geldi; hem köyde tek tük kalan garipler açısından, hem de şehre gidip de uyum sağlamakta zorlanan garibanlar açısından…
Gelelim koca girdaba dönüştürülen şehirlerimize:
İstanbul, Ankara, İzmir… gibi şehirler büyüdükçe büyüdüler!
Etrafta sadece yükselen beton binalar, kaybolan eski hayatlar, tahrip olan tarihi yapılar ve kokmayan toprak değildi; Asıl sorun iki sihirli kelimedeydi;
Yığıntı ve yığılmalar…
Anadolu'dan büyük şehirlere göçen köylüler bu toprakların örfünü, âdetini, irfanını ve erdemini kendileri ile birlikte getiremediler.
Yatak-yorgan yüklenip gelenler, bir hırsla “Ne iş olsa yaparım,” mantığıyla çalışmaya başladılar…
Bunların içlerinden merdivenleri hızla yükselerek müteahhitler de çıktı, dev market sahipleri de… Olmadı hiçbir işte dikiş tutturamayarak, perişan halde yaşayanlar da…
Çünkü Köylüler; ‘şehrin kapitalist, açgözlü, tekil ve bencil hayatına uyumda önce zorlandılar! Bu defa da; Ne köylü oldular ne şehirli. Melez bir insan tipi belirdi, insanlar çirkinleşti, şehirler çirkinleşti…’
Yozlaşma, yoksunlaşma ve yoksullaşma hat safhaya çıktı…
İş, aş ve dahi aşk telaşıyla kapıldıkları şehrin kalabalıklarında boğulup gittiler, hem de tüm özlerini kaybederek…
Aslında bir ayakları hala köylerindeydi; bayramlarda ve cenazelerde şöyle bir uğrayıp geçtikleri yerler… Zamanla köylerini özler de oldular, şehrin bıkkınlığına karşı doğanın sakinliğine iç çekerek…
Sonra onlardan doğan yepyeni bir nesil çıktı ortaya; Örf adet bilmez, hatta duygusuz ve doyumsuz! El pembe, gül pembe büyütülen kof bir nesil… Onlara da ‘Y ve Z kuşağı!’ diye kulp takıp iyice batı formatındaki hayatın içerisine itelediler.
Yani ‘Modern hayat’ denilen dayatma, insanlığı değiştirdi, bizi de dönüştürerek…

Yaz, yaz… bunları yazmakla bitiremeyiz… Bizim kuşak her şeyin farkında…
Bir yıllık değil, bir asırlık gözyaşı bu; Bir türlü kabullenemediğimiz bu yaşam tarzını kusmak için, bir ağacın altına oturup kendimize, insanlığa, doğaya, hayvanata acıyarak içimizden büyük bir ağlama geçiyor olsa da hepimizin içinden, ancak bu da doğru bir çözüm yöntemi değil düşünen insan için!..
İnsan kendini iyileştirecek, yaralarını tamir edecek şeylere yakın durmalı…
“Peki, çözüm ne?” diye soranlara cevabımız çok daha kısa olacak;
“Özümüze geri dönmek…”
Hani yazımızın başında verdik ya; Çapanoğlu gibi hesap soran idareciler ve Mimar Sinan’ın gibi işini düzgün yapan ustalara ihtiyacımız var…
Bizim o güzel Anadolu İrfanında denilir ki; ‘İnsan düştüğü yerden kalkar ayağa…’
Pekala, kangren de olsak bir yerden, bir yerlerimizi kesip kalanını kurtarmak ve daha iyiye doğru yol almak için yaralarımız tedavi edebiliriz…
Bununda yolu;
Tıpkı 50-60 sene öncesinde olduğu gibi, bu defa tersine göçle çözüm üretmek mümkündür. O gelen kuşak hala ayakta ve bu potansiyel bizde var, her şeyimizi tamamen kaybetmiş değiliz…
Köylü tekrar köyüne dönmeli, sadece emekliler değil…
İnsanın ölüsüyle değil, dirisiyle buluşunca toprak coşar…
Böylece Anadolu yeniden dirilir ve ülke olarak ayağa kalkarız…
Son söz; yeni mekanlar inşa etmeden önce insanı inşa etmemiz gerekiyor… Ümit varsa gelecek vardır, biz ümitvariyiz… Zemheri yazarmehmetballi@gmail.com
Not:bu yazı izinsiz yayımlanamaz...
Diğer Edebice yazıları okumak için tıklayınız...