ANASAYFA
ARAŞTIRMA Makale

Kınalı Kuzular

Yozgatlımız Türkiye'nin birçok ilinden daha fakirdir. Öyle Avrupa’nın yolu Yozgat’tan falan da geçmez! Yaz-kış, gece-gündüz toprağında çalışır sonrada Allah ne verdiyse kanaat edip yer, yoksa da yemeden yatar. Bendenizde bir yozgalı olarak mazlum toprakların gariban çocuklarıyız. Ve gönül insan...
Bizim insanımız merttir, en milliyetçidir, tam bir Anadolu çocuğudur…
Sokak lambasının ışığı ile ders çalışarak okuyan önemli siyasetçimiz Cemil ÇiÇEK, ekonominin Profesörü Osman ALTUĞ, Medyanın çok kıymetli editörlerinden Taha AKYOL  gibi Yiğitler Harman olmuştur Bozok Yaylalarında..

Kurtuluş Savaşı'nda da en ön cephelerde savaşan bizim Yozgatlıların hikayeleri dolaşır hep. Varya hani Oi anlatılan "Kınalı Kuzular"!... İşte bir de bizim vardır Çanakkale'de şehit düşümüş kınalı kuzumuz!
Hikayesi şöyledir:
Yozgat’ımızın  Sorgun ilçesinin Karayakup köyünden cepheye gelen Murat asker, bölükteki tıbbiye öğrencilerinden Şükrü Onbaşıya  bir mektup yazdırır :
“Anacığım kardeşlerimi askere gönderirken başına kına yakma…
Zabit efendi bana sordu cevap veremedim.
Kardeşlerim de cevap veremeyip mahçup olmasınlar.”
Bir müddet sonra Asker Murat’ın anasından cevabi mektup yetişir :
“Ey oğul, gözümün nuru Murat’ım ! Zabit efendiye selam söyle…
Biz kurbanlık koçları kınalar öyle kurban ederiz. Sen dört kardeşin arasında kurbansın. Sen İsmail’sin(as).
Sen orada şehit olacaksın inşaallah.
Kurbanlık koçlar nasıl kınalanırsa, ben de onun için senin saçını kınalayıp gönderdim.”
Ve mektup Çanakkale’de Asker Murat’a ulaştığında, Asker Murat’ın kınalı başı çoktan Allahın a kurban gitmiştir bile…
…….
Üç şeye kına yakılırdı o zamanlar,
Gelinlik kıza. Gitsin ailesine, çocuklarına kurban olsun diye.
Kurbanlık koça. Allah‘a kurban olsun diye.
Askere giden yiğitlerimize. Vatana kurban olsun diye.

Ve hafızamı zorlayan kimi Çanakkale ile ilgili satırları şöyledir....

Mustafa Kemal, Orduya hücum emri veriyor,
Sonra komutanı çağırıyor ve ‘Anladın mı emri evladım’,
Diye soruyor..
’İyi anladım komutanım, bize ölmeyi emrediyorsunuz’ diyor…
Sonra devam ediyor,
‘Uzaklardan Çocuklarını gönderen anneler,
Onlar artık bizim evladımız olmuştur,
Bu topraklar için vuruşup, bu topraklar için ölmüşlerdir’…
……..
Çanakkale Mehmet Akif’in dediği gibidir,
‘Gökten ecdad inerek öpse o pak alnı değer.
Bedrin aslanları ancak, bu kadar sanlı idiler’..der..
……
İngilizler ki okadar inanmışlar,
Çanakkale için,
Adlarına para bile basmışlar,
…….
Çanakkale var yada yok olma gibiydi,
Son kaleydi,
Ya Düşseydi,
…..
Ne insan hikayeleri vardır bu Çanakkale de,
Kınalı Aliler, Seyit Onbaşılar..
….
Kurşun yok süngülerle çarpıştılar,
Elbise yok, Sivillerle savaştılar,
Ekmek yok, çarıklarını yiyip,
Yalınayak cepheye koştular…
….
Hey onbeşli onbeşli Ali,
Tokat yolları taşlı, dikenli,
Onbeşliler askere gidiyor,
Kızların bacıların gözü yaşlı,
Anaların bağrı ataşlı,
Babalar yaşlı..
….
Allah bizlere bir daha böyle Çanakkaleler yaşatmasın, Aziz şehitlerimizin ruhu şad olsun..
Mehmet BALLI / 2008
www.mehmetballi.com

__________________________________________________________________________________________

VE DİĞER ÇANAKKALE HİKAYELERİ

KINALI ALİ

Üsteğmen Faruk, cepheye yeni gelen askerleri denetlerken, bir yandan da onlarla sohbet ediyor, “Nerelisin?” gibi sorular soruyordu. Gözleri bir ara, saçının ortası sararmış bir delikanlıya takıldı. Yanına çağırdı ve merakla sordu: “Adın ne senin evladım?”

“Ali, komutanım.” “Nerelisin?” “Tokatlıyım, komutanım, Tokat’ın Zile kazasındanım…” “Peki evladım, bu kafanın hali ne? Saçlarının ortası neden kırmızı boyalı böyle?” “Cepheye gelmeden önce, anam saçıma kına yaktı komutanım. Neden yaktığını da bilmiyorum.”

“Peki” dedi üsteğmen. “Gidebilirisin Kınalı Ali.” O günden sonra Ali‘nin adı, Kınalı Ali oldu. Cephede tüm arkadaşları Kınalı Ali demekle yetinmiyor, saçındaki kınayı da alay konusu yapıyorlardı. Kınalı Ali, arkadaşlarına karşı sevecen ve dürüst tutumu sayesinde, kısa sürede hepsinin sevgisini kazandı. Bir gün memleketine mektup göndermek için arkadaşlarından yardım istedi. “Anama, babama burada iyi olduğumu bildirmek istiyorum. Ama okumam yazmam yok. Biriniz yardım edebilir misiniz?”

Biri değil, birçok arkadaşı yardıma geldi. “Sen söyle biz yazalım” dediler. Kınalı Ali söylüyor, bir arkadaşı yazıyor, diğeri de söylenenlerin doğru yazılıp yazılmadığını denetliyordu.
“Sevgili anacığım, babacığım hasretle ellerinizden öperim. Ben burada çok iyiyim, beni sakın merak etmeyin.” Kız kardeşini, kendinden küçük erkek kardeşinin sağlığını ve hatırını sorduktan sonra, köydeki herkesin burnunda tüttüğünü ve kimsenin kendisini merak etmemesini söyledikten sonra, “Biz burada var oldukça bilesiniz ki düşman bir adım bile ilerleyemeyecektir” cümlesi ile bitiriyordu.

Tam zarf kapatılırken, Ali, “İki üç satır daha ekleteceğini” söyleyerek, mektubun sonuna şunları yazdırdı: “Anacığım, beni buraya gönderirken kafama kına yaktın ama, burada komutanlarım da, arkadaşlarım da benle hep dalga geçiyorlar. Cepheye gitmek sırası yakında inşallah kardeşim Ahmet’e gelecek, Onu gönderirken sakın kına yakma saçına. Burda onunla da dalga geçmesinler. Tekrar ellerinden öperim anacığım.”

Gelibolu‘da savaş giderek şiddetleniyordu. İngilizler, kesin sonuç almak için tüm güçleriyle yükleniyorlardı. Cephede savaşan askerlerimiz önceleri birer, birer, sonraları beşer, beşer, onar, onar şehit oluyorlardı. Gelibolu düşmek üzereydi. Kınalı Ali‘nin komutanı, bu durum karşısında çaresizdi. Kendi bölüğü henüz sıcak temasa hazır değildi. Genç erlerine insan bedeninin süngü ve mermilerle orak gibi biçildiği bu cepheye göndermek zorunda kalmaması için Allah‘a dua ediyordu.
Komutanlarını düşünceli ve sıkıntılı gören Kınalı Ali ve arkadaşları, komutanlarına gidip, ondan kendilerini cepheye göndermesini istediler. Askerlerinin ısrarları üzerine komutanları daha fazla direnemedi ve ölüme gönderdiğini bile, bile bu isteklerini kabul etmek zorunda kaldı. Kınalı Ali ve arkadaşları, sevinç çığlıkları atarak cepheye, bile bile ölüme gidiyorlardı. O gün güle oynaya Gelibolu cephesinde ölümle buluşacakları yere koşan Kınalı Ali‘nin bölüğünden tek kişi geri dönmedi. Gidenlerin tümü şehit olmuştu.

Bu olaydan kısa bir süre sonra Kınalı Ali‘ye anne, babasından mektup geldi. Onun yerine komutanı aldı mektubu ve buruk bir ifade ile okumaya başladı. Cepheye gitmeden önce arkadaşlarına yazdırdığı mektubuna aile adına babası yanıt veriyordu.

“Oğlum Ali, nasılsın, iyi misin? Gözlerinden öperim, selam ederim. Öküzü sattık, parasının yarısını sana gönderiyoruz, yarısını da yakında cepheye gidecek küçük kardeşine veriyoruz. Şimdi öküzün yerine tarlayı ben sürüyorum. Fazla yorulmuyorum da. Sen sakın bizi düşünme.” Babası mektupta köydeki herkesten akrabalarından haberler verdikten sonra “şimdi ananın sana diyeceği var” diyerek sözü ona bırakıyordu.

Mektubun bundan sonraki bölümü Kınalı Ali‘nin anasının ağzından yazılmıştı, şöyle diyordu anası:
“Oğlum Ali, yazmışsın ki, kafamdaki kınayla dalga geçtiler. Kardeşime de yakma demişsin. Kardeşine de yaktım. Komutanlarına ve arkadaşlarına söyle senle dalga geçmesinler. Bizde üç işe kına yakarlar;

1- Gelinlik kıza. Gitsin ailesine, çocuklarına kurban olsun diye.
2- Kurbanlık koça. Allah‘a kurban olsun diye.
3- Askere giden yiğitlerimize. Vatana kurban olsun diye. Gözlerinden öper, selam ederim. Allah’a emanet olun.”

___________________________________________

SEYİT ALİ ONBAŞI:

Çanakkale Savaşları'nda Deniz Savaşları sırasında Seddü'l- bahir açıklarında bulunan düşman gemileri Morto Koyu ile Seddü' l- bahir tepesini sürekli bombardıman altına almışlardı. Türk mukavemeti gittikçe azalıyordu. Kendilerini Allah' ın koruyuculuğuna bırakan Türk birlikleri şehitlik mertebesine ulaşmayı arzu edercesine, kaçmak yerine son gayretleriyle mücadele ediyorlardı.

Bu sırada bir İngiliz gemisinden atılan büyük bir bomba Morto Koyu sırtlarındaki bir topçu birliğimizi toptan imha etti. İçlerinden yalnızca Seyid Ali Çavuş kurtulmuştu. Çavuş etrafındaki manzara karşısında duyduğu ızdırap ile dünyada eşine az rastlanacak bir olay gerçekleştirdi.

Duyduğu acı ile normalde üç kişinin zor taşıdığı 257 kiloluk bombayı yerinden tek başına kaldırdı, taşıdı, topun namlusuna sürdü ve ateşledi. Bu mermi gideceği yeri de biliyordu. Queen Elizabeth gemisinin bacasından içeri girdi ve gemi ortadan ikiye ayrılarak battı.

Burada, 257 okkalık bir mermiyi kaldırarak olağanüstülük gösteren Seyit Ali Onbaşı ile ilgili menkıbeyi Mehmet İhsan GENİŞÇAN, eserinde şöyle anlatıyor:

" Ne hikmetse bataryada tek top ayakta kalabilmiş, fakat onun da vinci kırılmış olduğundan mermileri namluya sürülemiyordu. Yüzbaşı Hilmi Bey , etrafından birilerinden yardım alabilmek düşüncesiyle bataryadan uzaklaştığı sırada Niğdeli Ali ile Koca Seyit ümitsiz ve perişan ne yapacaklarını düşünüyorlardı.

" Ulu ve yüce Allah' tan başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur. " duası Seyit' in ağzından nûr tanesi gibi dökülmeye başladı.

Seyit Ali, bu duayı defalarca okudu. Bu yakarış şüphesiz hiç kimseninkine benzemiyordu. Aşk ile kendinden geçmesi ve 257 okkalık top mermisini kucaklayıp omzuna alması bir oldu.
Demir basamakları tam üç kez inip çıktı. Yanında bulunan Niğdeli Ali, Seyit ' in göğüs ve omuz kemiklerinin çatırtısını duyuyor, hayret ve dehşet içinde kalıyordu.

Topun namlusuna sürülen üçüncü mermi savaşın kaderini böylece değiştiren olayı yaratmış ve İngilizler' e ait "Ocean" isimli zırhlı, bu merminin isabetiyle korkunç yara almıştır.

Aynı gün geç saatlerde Çanakkale Boğazı Müstahkem Mevki Kumandanı Cevat Paşa, ödül olarak Seyit' e onbaşılık rütbesini verdi. Merminin bir defada kendi huzurunda kaldırılmasını istedi. Bunun üzerine Seyit Onbaşı, Cevat Paşa' ya şu cevabı verdi:

" Ben bu mermileri kaldırırken gönlüm, Allah'ın feyziyle doldu. Ancak bu kuvvetin sırrı o anda bana Allah' ın ihsan ettiği bir vergi idi.
Bu ağırlığı kaldıracak kadar bir makam varmışsam bu dua ve rıza ile olmuştur. Ancak şimdi kaldırmam mümkün değildir kumandanım"
Umarım beğenirsiniz ben çok beğenmiştim....Gerçi bu öyküyü bilmeyen çok az kişi vardır.

TEK KOLLU BİR ASKERİN RESMİNİN ÖYKÜSÜ

20 yaşındaki Teğmen Hasan Tursun Bey, Birinci Kitre Savaşı'na katılır. Burada sol kolunu kaybeder.

İyileştikten sonra yine görev ister ve bir denizaltıda görev verilir. Bu görevi İstiklâl Harbi'ne kadar devam eder.
Tek kollu resmi zamanın Harp Mecmuası'nda 1916 yılında yayımlanır.

Altında da ünlü şair Mithat Cemal Kuntay'ın buna atfen yazdığı şiir vardır. Bu mecmuayı okuyan İstanbullu Afife Hanım, şiirden ve genç teğmenin halinden etkilenir.

Yıllar sonra tek kollu bu asker emekli olur ve kendisini bu haliyle kabul edecek bir hanımla evlenmek ister. Bunu da kendisi gibi savaşta gazi olan ve tek kolunu kaybeden Cemal Bey'e anlatır.

Cemal Bey de Afife Hanım'a… Afife Hanım kabul eder. Nişanlanırlar. Hasan Bey'in nişanlandığı Afife Hanım, konuyu açtığı Cemal Bey'in kız kardeşidir. İşte bunu nişanlandığı gece öğrenir.

O gece Afife Hanım da bir gerçeği daha öğrenir: Nişanlandığı erkek de yıllar önce sakladığı dergideki o tek kollu Teğmen Hasan Bey'dir.
İşte bu olayı Hasan ve Afife Hanımlar 1962 yılında Hayat mecmuasına anlatırlar. Böylece bu mecmuadaki resmin öyküsü ortaya çıkmış olur. Harp Mecmuası'nın tıpkıbasımı çevirili haliyle 2004 yılında yayımlandı.

Balıkesirli Mustafa'nın öyküsü.

Adaşının yerine Çanakkale Savaşı'na giden Balıkesirli Mustafa'nın öyküsü.
O da evin tek oğlu olan adaşı Mustafa'nın yerine savaşa gider ve Çanakkale cehenneminden sağ salim evine döner.
Eve geldiğinde ise adaşı Mustafa'nın veremden öldüğünü; buna dayanamayan annesinin de vefat ettiğini görür. Konuştuğu babası ise : "Keşke askere gönderseydim de orada şehit olsaydı!" der.


EN (HAZİN) ÇANAKKALE ÖYKÜLERİ/MAKALE
______________________________

Onurlu bir direniş,yokluktan var olan bir diriliş dir Çanakkale destanı.
Bu gerçek destanın öykülerini toparlayarak yazmak bizler içinde bir Şereftir.
Bir sonraki kuşaklara aktarılması için arşivlemekse bir sorumluluk vefasıdır.
Bu Mucizevi öyküleri okur iken , arada bir soluklanarak olayları gözünüzün önünde canlandırmanız sizleri hüzünlendirecektir.

Ciğer pareniz acıyarak özümsediğiniz bu öyküler, bulunacağınız sohbet ortamlarındaki anlatımlarınızla, gelecek nesillere ışık tutacaktır.

ATATÜRKÜN İNGİLİZ KRALINI MAT EDİŞİ

1- Atatürk ve İngiliz Kralı arasında geçen öykü..
İngiliz kralı VIII. Edward İstanbul'a Atatük'ü ziyarete geldiği zaman,
Atatürk kendisine bir akşam ziyafeti vermişti.

Ziyafetten önce,
-"Bana İngiltere sarayında verilen ziyafetler ne şekilde olur,
onu bilen birisini, yahut bir aşçı bulunuz !...dedi.

Ve nihayet bu sofra merasimini bilen bir zattan öğrenerek sofrayı o
şekilde düzene koydular... Akşam kral sofraya oturunca kendisini kral sarayında zannederek memnun oldu.
Atatürk'e dönerek:

- "Sizi tebrik eder ve teşekkür ederim. Kendimi İngiltere'de
zannettim" diyerek memnuniyetini bildirdi.
Sofraya hep Türk garsonlar hizmet etmekte idi.

Bunlardan bir tanesi heyecanlanarak,
elindeki büyük bir tabakla birdenbire yere yuvarlandı. Yemekler de
halılara dağıldı.

Misafirler utançlarından kıpkırmızı kesildiler. Fakat Atatürk Kral'a
:
- "Bu millete her şeyi öğrettim, fakat uşaklığı öğretemedim!"

dedi. Bütün sofradakiler Atatürk'ün bu sözlerine hayran oldular.
Atatürk garsona da "vazifene devam et" emrini verdi.


GELECEĞİNİ BİLİYORDUM

Savaşın en kanlı günlerinden biri. Asker, en iyi arkadaşının az ileride kanlar içinde yere düştüğünü görür.
İnsanın başını bir saniye bile siperin üzerinde tutamayacağı ateş yağmuru altındaydılar.

Asker teğmene koştu.
- Teğmenim, fırlayıp arkadaşımı alıp gelebilir miyim?
"Delirdin mi? der gibi baktı teğmen.
- Gitmeye değer mi? Arkadaşın delik deşik olmuş. Büyük olasılıkla ölmüştür bile. Kendi hayatını da tehlikeye atma
Asker ısrar etti. Teğmen:

- Peki... Git o zaman ...
İnanılması güç bir mucize. Asker o korkunç ateş yağmuru altında arkadaşına ulaştı. Onu sırtına aldı koşa koşa döndü.
Birlikte siperin içine yuvarlandılar. Teğmen, kanlar içindeki askeri muayene etti.

Sonra onu sipere taşıyan askere döndü:
- Sana değmez, hayatını tehlikeye atmana değmez, demiştim. Bak haklı çıktım. Bu zaten ölmüş dedi teğmen.
"Değdi teğmenim" dedi asker.
- Nasıl değdi?" dedi teğmen.
- Bu adam ölmüş görmüyor musun?
- Gene de değdi komutanım.
Çünkü yanına ulaştığımda henüz sağdı. Onun son sözlerini duymak dünyaya bedeldi benim için.
Ve arkadaşının son sözlerini hıçkırarak tekrarladı teğmene:
"Geleceğini biliyordum !.." demişti arkadaşı...
"Geleceğini biliyordum !..."
Bir yorum:
Bu öyküyü okuyupta irkilmeyen varmı, Şehitlerimiz olmasaydı sonumuz ne olurdu?

MÜREFTELİ GÖNÜLLÜ KADINLAR

Ayrıca Tekirdağ Mürefteli kadınların Çanakkale Savaşı'nda yaralılara gönüllü hemşirelik yapmaları,
İngilizlerin buraları bombalamaları, Çanakkale'de top atışıyla yemek yerken yaralanan İngiliz subayların yıllar sonra kendilerini yaralayan Türk askeriyle karşılaşmaları,
Gelibolu'da bir hastanede görev yapan Alman "Helga" Hemşire ile Rum asıllı Sokrat İncesu'nun kahramanca yaşamlarının öyküsü de var.
"Helga" Hemşire ismi tespit edilemeyen ama o günün gazetelerine bile konu olan kahraman bir Alman kadını. Hastanesi bombalanınca hayatını kaybediyor.

Sokrat Bey ise başka cephelerde de savaştıktan sonra Çanakkale'ye yerleşiyor ve sade bir yaşamdan sonra yoksulluk içinde vefat ediyor. Ölmeden önce Türk gençlerine vasiyeti ise : "Her Türk genci mutlaka Çanakkale'yi ziyaret etsin" oluyor.

KULLANILAMAYAN PARANIN ÖYKÜSÜ

60 gümüş kuruş değerindeki 10 şilinlik bu banknot Çanakkale'de cephesinde öldürülen İngiliz askerinin neler hayal ederek Gelibol'ya gelip hüsrana uğradıklarını anlatmaya yetiyor.

Çanakkale boğazına saldıran aslında Osmanlı Devletinin
boğazına saldırdıklarının farkındaydılar; Çanakkale Boğazının geçilmesi Osmanlı Devleti'nin boğazının sıkılması demekti.
Çanakkale Boğazınm geçil­mesi Osmanlı Devleri'nin boğazının sıkılması demekti....

Zaman geçiyordu ve onlara göre, geçen zamanın yıprattığı, tükettiği en insafsız saldırılarla boğulmak istenen devlet Çanakkale'de son çırpınışlarını veriyordu.

Onlar için Çanakkale'nin düşmesi an meselesiydi.
Rahatlıkla İstanbul'a girecekler, zafer ayinini Ayasofya'da yapacaklar ve başkentini işgal ederek,
Osmanlı Devleti'ni yıkacaklardı.

David Lloyd George "Türk Milleti sa­dece birinci sınıf dövüşen bir kalabalıktır" diye alay ede dursun, yarım saatte Boğaz'ı geçip gideceğini sanan donanma boğazın ilerisine değil dibine doğru yol alıyordu.

İngilizlerin Istanbul'da kulllanmayi düşündükleri 60 gümüş kuruş değerindeki 10 şilinlik bir banknot (Yitik Hazine Koleksiyonu)
İstanbul'da beş çayı içmek için sözleşenler İstanbul'da harcamayı hayal ettikleri paralarını da bastımışlarıdı.

Yukarıda gördüğünüz para İngiliz askerleri­nin İstanbul'da kullanması için, 10 şilinlîk banknotlarının üzerine Osmanlı­ca rakamla ve yazıyla "60 gümüş kuruş" yazılarak hazırlanmıştır.

Yitik Hazine Koleksiyonu'nda yer alan bu para Çanakkaledeki Anadolu adlı kitapçıkta yayınlandı.
Haber 7 olarak sizler için özel izinle alıntıladık.

İngiliz'in kibri ve küstahlığı bir yana bir devletin ekonomik olarak ne ka­dar güçlü olması gerektiğini, paranın değerinin bir ülkenin gücü olduğunu gösteren bir misal ile karşı karşıyayız.

SÖYLEYİN HAKKINI HELAL ETSİN

Kocadere köyünde büyük bi sargı  yeri kuruluyor. Kimi Urfalı , kimi
Bosnalı , Kimi Adıyamanlı , Kimi Gürünlü, Kimi Halepli çok sayıda yaralı
getiriliyor...

Bunlardan biri Lapsekinin Beybaş Köyündendir
ve yarası oldukça ağırdır.Zornefes alıp vermektedir.Alçalıp yükselen göğsünü biraz daha tutabilmek için
komutanının elbisesine yapışır.Nefes alıp
vermesi oldukça zorlaşır ama tane tane kelimeler dökülür dudaklarından.
"Ölme ihtimalim çok fazla... Ben bir pusula yazdım...Arkadaşıma ulaştırın..."

Tekrar derin nefes alıp, defalarca yutkunur:


"Ben...Ben köylüm Lapseki''li İbrahim Onbaşından 1 Mecit borç
aldıydım...Kendisini göremedim.Belki ölürüm.Ölürsem söyleyin hakkını helaletsin"

"Sen merak
etme evladım" der Komutanı, kanıyla kırmızıya boyanmış alnını eliyle okşar.

Ve az sonra komutanının kollarında şehit olur ve son sözüde
"söyleyin hakkını helal etsin"
olur...

Aradan fazla zaman geçmez. Oraya sürekli yaralılar getiriliyor. Bunlardan çoğu daha sargı yerine ulaştırılmadan şehit düşüyor. Şehitlerin üzerinden çıkan eşyalar, künyeler komutana ulaştırılıyor. İşte yine bir künye ve yine
bir pusula.Komutan göz yaşlarını silmeye daha fırsat bulamamıştır.Pusulayı açar, hıçkırarak okur ve olduğu yere yığılır kalır. Ellerini yüzüne kapatır,
ne titremesine nede göz yaşlarına engel olamaz...


PUSULADAKİ NOT:



"Ben Beybaş Köyünden arkadaşım Halil''e 1 mecit borç verdiydim. Kendisi beni göremedi.Biraz sonra taarruza kalkacağız.Belki ben dönemem.Arkadaşıma söyleyin ben hakkımı helal ettim."

DAHA NE ÖYKÜLER...

Çanakale Geçilmez,
arkadaşı Emin'e
'Yaz gelecek, kış gelecek, yağmur
yağacak, çiçekler açacak, ot bitecek, çalı bitecek üstümüzde.
Her gün biraz daha toprağa karışacağız.
Nasıl dövüştüğümüzü anlat, anlat atanın, obanın
başını eğdirmediğimizi' diyen isimsiz kahramanların, ölüme gidilen, ölümden dönülen yerler olan siperlerin öyküsünü.

Çanakale Geçilmez,
'Çekiyorum tetiği...
Çekiyorum. Çekiyorum. Tüfek patlamıyor, ateş etmiyor...
Tüfek bozuldu herhalde dedim, bak hele dedim
yanımdaki arkadaşıma, benim tüfek bozulmuş.
Bir baktı benden yana. Senin
parmak gitmiş. dedi' diyerek yaptığı o büyük fedakarlığı, mahcup bir şekilde anlatan Ezineli Halil'in öyküsü.

Mustafa Kemal Çanakkale'de, Ezineli Mustafa Efendi, Balıkesirli Mustafa, İhtiyat Zabiti Sokrat İncesu, Mengenli aşçı Kâmil, Kemal Binbaşı ve Tahsin Teğmen, Mürefteli kadınlar ve Emin Astsubay, Topçu Yüzbaşı Mehmet İntepe, Kahraman Demirhisar Gemisi, Teğmen Hasan Bey, Mesudiye gemisi nasıl battı, Bursa Jandarma Taburunun kahramanlığı, Helga Hemşire ve Emine Hanım, Emir eri Ali, Dermuş oğlu Veli, Tek kollu Edincikli Er. Daha nice öyküler....
Aziz Şehitlerimizin Ruhu Şad olsun..


Mehmet BALLI / 2008
www.mehmetballi.com

Not: Bu makaleyi ancak kaynak göstererek kullanabilirsiniz.