046 - AHKAF SURESİ
GİRİŞ
Adı: Sure adını, 21. ayette geçen "... hani o Ahkaf'ta kavmini uyarmıştı..." ibaresinden almaktadır.
Nüzul Zamanı: Bu surenin nüzul zamanı 29-32. ayetler arasında anlatılmakta olan bir tarihi vakıadan tespit olunmaktadır. Bu ayetlerde, cinlerin Kur'an-ı Kerim'i dinleyerek topluluklarına geri dönmeleri açıklanır. Bu hadise hakkında hadis ve siyer kitaplarındaki ittifak edilen rivayete göre, Allah Rasulü Taif'ten Mekke'ye geri dönerken yolda Nahle denilen yerde konaklamıştı. Ve bütün güvenilir tarihi rivayetlere göre Allah Rasulü'nün Taif'e gitme olayı hicretten üç sene önce meydana gelmiştir. Dolayısıyla o zaman bu sure nübüvvetin 10. senesinin sonu ile 11. senesinin başlarında nazil olmuştur.
Tarihsel Arka-Plan: Nübüvvetin 10. yılı Allah Rasulü'nün hayatındaki en zor ve çetin yıldı. Tam üç seneden beri Kureyş'in bütün kabileleri Haşimoğulları'na ve müslümanlara boykot uyguluyorlardı. Allah Rasulü, kabilesi ve diğer arkadaşlarıyla beraber Şi'bi Ebi Talip <Şi'bi-Ebi talib: Mekke'nin bir mahallesinin ismidir. Burada Haşimoğulları oturmaktaydı. Şi'bi Arapça'da "iki dağın arasındaki vadi" demektir. Bu mahelle Ebu Kureyş Dağı'ndadır. Ebu Talip ise Haşimoğulları'nın reisiydi. Bu yüzden bu yere Şi'bi Ebu Talip adı verilmiştir. Bugün Mekke'de Allahrasulü'nün doğduğu yer olarak bilinen mevkiye yakındır. Şimdi ise Şi'bi-Ali veya Şi'bi Beni Haşim olarak anılmaktadır.> denilen yerde mahsur idiler.
Kureyşliler bu mahalleyi tamamıyla kuşatma altında tutuyorlar ve kimse de bu ablukayı yararak müslümanlarla irtibata geçemiyor ve alışveriş yapamıyordu. Ancak Hac sırasında müslümanlar dışarı çıkarak alış-veriş yapabiliyorlardı. Fakat o zaman bile eğer Ebu Leheb bir kimseyi pazarda gelen ticaret kervanlarından bir şey satın almak isterken görürse hemen satıcıya "Bunlara en yüksek fiyatı söyle ki alamasınlar, daha sonra ben o malı senden alırım, bir zararın olmaz" demekteydi. Peşpeşe üç senelik bu kuşatma müslümanların, Haşimoğulları'nın belini iyice bükmüştü. O kadar zor günler geçirdiler ki bazen ot bazen de ağaç yaprakları yemeye mecbur kaldılar.
Üç sene sonra bu kuşatma kalkacaktı ama bu sefer de bir müddet sonra, on küsür yıldır Kureyşlilere karşı Allah Rasulü'nü korumakta olan amcası Ebu Talip vefat edecek ve bu hadiseden bir ay bile geçmeden de, nübüvvetin başlangıcından bu güne kadar Allah Rasulü'nün en büyük destekcisi ve teselli edicisi olan hanımı Hz. Hatice vefat edecekti. Peşisıra gelen bu darbeler yüzünden Allah Rasulü bu seneyi "Hüzün Yılı" olarak adlandırmıştı.
Ebu Talib'in ve Hz. Hatice'nin vefatlarından sonra Mekkeli kafirler, Allah Rasulü'ne karşı daha bir cüretlenmişler ve ona eskisinden daha fazla eziyet etmeye başlamışlardı. Hatta Allah Rasulü evinden dışarı bile çok zor çıkabiliyordu. Ve İbn Hişam'ın rivayetine göre gene bu dönemde Kureyşli serserilerden biri Allah Rasulü geçerken onun yüzüne toprak atmıştı.
Daha sonra Allah Rasulü, Beni Sakîfe'yi İslam'a davet etmek veya hiç olmazsa orada kalmasına izin verirler belki diye Taif'e gitti. O zaman Allah Rasulü'nün bir binek almaya bile maddi gücü yoktu. Taif'e kadar bütün yolu yaya olarak gitti. Bazı rivayetlere göre giderken yalnız başınaydı. Bazı rivayetler ise yanında Hz. Zeyd bin Harise'nin olduğunu söylemektedir. Orada birkaç gün kaldı. Beni Sakîf'in ileri gelenleri ile tek tek görüştü. Fakat hiçbirisi ona kulak asmadılar. Üstelik acele şehri terk etmesini istediler. Çünkü Allah Rasulü'nün davetinin gençleri ifsad edeceğinden endişeliydiler. Sonunda Taif'i terk etmeye mecbur kaldı. Allah Rasulü şehri terk ederken beni Sakif'in ileri gelenleri bazı serserileri peşinden gönderdiler. Bunlar yolun iki tarafına geçerek Allah Rasulü'ne hem küfür ediyorlar hem de taş atıyorlardı. Allah Rasulü (s.a) yaralandı, ayakları kan içerisinde kaldı. Bu halde Taif'in dışarılarında bir bahçenin duvarının gölgesine yaslanarak Allah'a şöyle nidada bulundu. "Ey Allahım! Senin huzurunda çaresizliğimi ve halkın nazarında kıymetsizliğimi şikayet ediyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi, Sen mustazafların Rabbisin.
Benim Rabbim Sensin. Beni kimlerin eline bırakıyorsun? Bana bu kadar sert davranan insanların eline bırakıyorsun, üzerime çullanan bir düşmana bırakıyorsun. Eğer sen benden dargın değilsen, ben bu musibetlere aldırmam. Fakat eğer tarafından bana bir afiyet nasib olursa daha rahatlayacağım. Sana sığınırım. Senin Nurun bu zulmeti aydınlatır. Dünya ve ahiret işlerini düzeltir. Beni, senin gazabının üzerime gelmesinden ya da ikabına müstehak olmamdan koru. Benden hoşnut olacağın şekilde senin rızana uyayım. Senin kuvvetinden başka kuvvet yoktur." (İbn Hişam C. 2, Sayfa: 62.)
Allah Rasulü üzgün bir vaziyette geriye dönerken Karnel-Menazil'e yaklaştığında havada bir bulut sezdi. Yukarı bakınca da Cebrail'i (a.s) gördü. Cebrail ona "Senin kavmin sana nasıl bir karşılıkta bulunmaktaysa Allah (c.c) onu duymuştur. Dağların idaresinden sorumlu meleği gönderdi. Şimdi ne istiyorsan emret" dedi. Bunun üzerine bu melek Allah Rasulü'ne selam vererek şöyle dedi: "Emret, bu iki dağı bunların kafasına geçireyim" Allah Rasulü ise "Hayır" dedi. "Ben ümid ederim ki, Rabbim onların zürriyetinden, bir Allah'a ibadet eden ve O'na eş koşmayanlar çıkaracaktır." (Buhari; Yaratılışın Başlangıcı, Meleklerin Zikri. Müslim: Kitabu'l-Meğazi. Nesai: Baas.)
Allah Rasulü bu olaydan sonra bir kaç gün daha Nahle denilen mevkide konakladı. "Taif'te olup bitenler büyük ihtimalle Mekke'ye ulaşmıştı, şimdi nasıl Mekke'ye geri döneceğim? Kafirler bundan da cesaret alarak daha şedidleşecekler" diye düşünüyordu. Ayrıca bu günlerde bir gün Allah Rasulü namazda Kur'an okuyorken cinlerden bir taife oradan geçmekteydi. Onun Kur'an okuyuşunu duymuştular. Ve ona iman etmişler, kendi topluluklarına geri dönerek İslam'ı tebliğ etmeye başlamışlardı. Bunun üzerine Allah (c.c) "İnsanlar senin davetinden yüz çevirmelerine rağmen, bu cinler sana iman ettiler ve kendi topluluklarına onu tebliğ etmekteler," diyerek onu müjdelemişti.
Konu: İşte bu şartlar altında Allah Rasulü'ne bu sure nazil olmuştur. O şartları göz önünde bulundurarak bu sureyi mütalaa edecek herkesin, bu kelamın gerçekten Muhammed'in sözü olmadığına, bunu nazil edenin kuvvet ve hikmet sahibi Allah olduğuna dair hiçbir şüphesi kalmayacaktır. Surenin başından sonuna kadar hiçbir yerinde yukarıda anlattığımız bu gibi zor şartların altından henüz çıkmış bu insani hislerden ve cezbelerden bir eser görülemez. Eğer bu kitap, peşpeşe bu darbelere, musibetlere maruz kalan ve Taif'teki o son hadisenin hâlâ şiddetli ıstırabı içerisinde olan Muhammed'in (s.a) kelâmı olsaydı muhakkak bütün bu hadiseler ona yansırdı.
Aksine bu surede onlardan bir iz bile yok. Az yukarıda Allah Rasulü'nün Allah'a yakarışını nakletmiştik. Kendi kelâmıydı o, her kelimesi dert ve ıstırap dolu. Ama o sırada nazil olan ve onun mübarek ağzından aktarılan bu surede bu acılara hiç rastlanılmamaktadır.
Surenin konusu, kafirlerin sapık amellerinin kötü sonucundan onları uyarmaktır. Onlar kibirle bu sapıklıklarında ısrar ediyorlar ve onları bu sapıklıklardan korumaya çalışan şahsa da saldırıyorlardı. Kafirler bu dünyayı sadece amaçsız bir oyun ve kendilerini de bu dünyada sorumsuz mahluk zannediyorlardı. Tevhid daveti onlara göre batıldı. Allah'a bir takım şerikler koşarak onlara ibadet ediyorlardı. Bu Kur'an'ın Allah'ın kelamı olduğuna inanmıyorlardı. Risalet hakkında ise kafalarında acaip cahilane düşünceler vardı. Muhammed'in (s.a) peygamberlik davasını sınamak için çeşit çeşit acaip sorularda bulunuyorlardı. İslâm'ın hak bir din olmadığına en büyük şahit olarak kabilelerinin ileri gelenlerinin, reislerinin bu dine inanmamaları fakat bir kaç tane genç, bir kaç fakir ve birkaç kölenin inanmalarını gösteriyorlardı. Ayrıca, kıyamet, ölümden sonra diriliş ve ceza-mükafatı da uydurma ve bunların vuku bulmalarının imkansız olduğunu zannediyorlardı.
Bu surede özet olarak, kafirlere, akıllarıyla ve burhanlarla hakikatı anlatmaya çalışma yerine, taassub ve inatlarından dolayı Kur'an'ı ve Peygamber'in risaletini inkar etmeleri halinde sonlarını harap ettikleri, tek tek şahitler gösterilerek anlatılmıştır.