49- Ve onlar dediler ki: "Ey büyücü, sende olan ahdi (sana verdiği söz) adına bizim için Rabbine dua et; gerçekten biz hidayete gelmiş olacağız."
50- Fakat onlardan azabı çekip-giderince, bir de görürsün ki onlar andlarını bozuyorlar.(44)
51- Firavun, kendi kavmi içinde bağırdı;(45) dedi ki: "Ey Kavmim, Mısır'ın mülkü ve şu altımda akmakta olan ırmaklar benim değil mi? Yine de görmeyecek misiniz?"(46)
52- "Yoksa ben, şundan daha hayırlı değil miyim ki o, aşağı (sınıftan) bir zavallı(47) ve neredeyse (sözü) açıklamadan yoksun olan (biri) dir."(48)
53- "Bu durumda (eğer doğruysa) , üzerine altından bilezikler atılmalı ya da yakınında yer almış vaziyette onunla birlikte melekler gelmeli değil miydi?"(49)

AÇIKLAMA

44. Bu ifadeden, Firavun'un ve kavminin ileri gelenlerinin gösterdikleri inat açıkça belli olmaktadır. Çünkü, Allah'ın azabı geldiğinde onlar, Hz. Musa'ya, Allah'a dua etmesi için yalvarırken, ona yine de bir peygamber olarak değil, bir büyücü sıfatıyla yalvarmışlardır.
Oysa böylesine olağanüstü hadiseler karşısında büyücülerin ellerinden hiçbir şeyin gelmeyeceğini çok iyi biliyorlardı. Çünkü büyücüler (sihirbazlar) , çok çok mahdut bir mahalde seyircilere, suyu kana dönüşmüş ya da kurbağa ve çekirgeleri gerçekten varmış gibi gösterebilirler. Fakat büyük bir kıtlığa yol açacak veya çekirgeleri gerçekten musallat ederek koskoca bir ülke çapındaki arazilerin ürünlerini mahvetmeye hiçbir şekilde güç yetiremezler. Bir hükümdarın yanında tüm bunları yapmaya kadir sihirbazlar gerçekten olsaydı, o hükümdarın ordu beslemesine, ya da savaşlara girmesine gerek kalmazdı. Çünkü o, böylesine yetenekli yardımcılarının aracılığıyla tüm dünyayı hükümranlığı altına alırdı. Hatta o sihirbazların bir hükümdara memurluk yapmaları gerekmez, bizzat kendileri hükümdarlıklarını ilan ederlerdi. Genelde tüm müfessirler, Firavun ve kavminin ileri gelenlerinin, Hz. Musa'ya azabı def etmesi için ricada bulunmaya geldiklerinde dahi, kendisine "sihirbaz" olarak hitap etmiş olmalarını izah etmekte bir hayli güçlük çekmişlerdir. Çünkü, musibetle karşılaşan bir kimse, kendisine yardım edecek olan bir şahsın yanına gittiğinde, ona saygıyla hitap eder, bilakis onu küçük düşürücü, tahrik edici sıfatlar kullanmaz. Bundan dolayı müfessirler, bu ayetteki ifadeyi şu şekilde tevil ve tefsir etmeye kendilerini zorunlu hissettiler. "Mısır'lılar Hz. Musa'ya "Ey sihirbaz" diyerek onu küçük düşürmeye çalışmamışlardır. Çünkü, o dönemde siharbazlık saygıdeğer bir meslek olarak görülüyordu. Bu yüzden Hz. Musa'ya "Ey sihirbaz" diyerek hitap etmişlerdir." Ancak bu tevil, Kur'an'ın üslubuna aykırı düşer. Zira Kur'an'da Firavun tarafından bu hitap nerede kullanılmışsa, mutlaka Hz. Musa'yı küçük düşürmek için kullanılmıştır. Sözgelimi Firavun, Hz. Musa'nın peygamberliğini inkar edip, "Sen bir sihirbazsın" dediğinde açık açık Hz. Musa'yı yalancılıkla ve sihirbazlıkla suçlamıştır. Dolayısıyla "Sihirbazlık saygıdeğer bir meslek olduğu için, Hz. Musa'ya ey sihirbaz diye hitap edilmiştir" şeklindeki tevil makul değildir. Fakat burada, "Kendisine karşı küçültücü bir sıfat kullanıldığı halde, onların ricası üzerine Hz. Musa, Rabbine niçin dua etmiştir?" şeklinde bir soru yöneltilebilir. Bu soruya şöyle cevap vermek mümkündür: "Hz. Musa, Firavun ve kavmine sorunu kökten halledici bir delil (ittiham-ı hüccet) göstermek istemiştir. Nitekim onların, dua etmesini rica etmek üzere Hz. Musa'ya gelmeleri, azabın gelme nedenini ve kaynağını bildiklerini kendiliğinden ispat ediyordu. Onların yine de Hz. Musa'ya "sihirbaz" diye hitap etmeleri ve verdikleri ahitten dönmeleri, ne kadar inatçı olduklarını göstermektedir. Böyle davranmakla suçlu olduklarını açıkça ortaya koydukları için, Allah, Firavun ve kavmini yok etmiştir. Ayrıca onların, Hz. Musa'yı "sihirbaz" olarak nitelemiş olmalarından, O'nun gerçekten sihirbaz olduğu anlamı çıkmaz. Çünkü onlar, bunun, alemlerin Rabbi tarafından verilmiş bir mucize olduğunu çok iyi biliyorlardı.
Örneğin bu hususa Neml Suresi 14. ayette şöyle değinilmiştir: "Vicdanları, onların doğruluğuna kanaat getirdiği halde, sırf haksızlık ve böbürlenme yüzünden onları inkar ettiler. Bak işte o bozguncuların sonları ne oldu?"
45. Muhtemelen o dönemlerde bir mesajı ilan etme yöntemi, Kur'an'da da ifade edildiği gibiydi. Yani Firavun'un kendi meclisinde devlet adamlarına söylediği sözler, münadiler (tellal) tarafından şehir, köy ve kasabalarda da halka duyuruluyordu. Çünkü zavallı Firavun'un elinde, günümüzde olduğu gibi dalkavuk bir basın, yalan, iftira yayan haber ajansları, propaganda yapmak için devlet radyo ve televizyonları şeklinde araçlar yoktu.
46. Firavun'un ilan ettiği bildirinin muhtevasından, tahtını sallantıda hissettiği anlaşılıyor. Hz. Musa'nın peşisıra gösterdiği mucizeler ve Mısır'lıların akideleri hakkında düştükleri şüpheler sonucunda, Firavun'un ve ailesinin tanrısal imajları da parçalanmaya başladı. Bunu hemen farkeden Firavun telaşa düşüp bağırmaya başladı: "Ey alçaklar, benim iktidarımı ve geçiminizin bağlı olduğu emrim altındaki Nil Nehrini görmüyor musunuz? Sizlerin tüm maddi hayatı benim ve ailemin gölgesi altındayken, sizler bir fakire hayran oldunuz."
47. Yani, "Bu Musa fakirin biri, mal ve mülkü de yok." şeklindeki gerekçeyi, şimdi Kureyş'in ileri gelenleri Hz. Muhammed'e karşı öne sürüyorlardı.
48. Bazı müfessirlere göre Firavun'un bu îmâsı Hz. Musa'nın kekeme oluşuna yöneliktir. Ancak bu düşünce doğru değildir. Çünkü Kur'an, Taha: 27-36 ayetlerde, Hz. Musa'ya peygamberlik verildiğinde, onun diğer talepleriyle birlikte, dilinin açılması hakkındaki duası da kabul edilmiş ve Hz. Musa'nın dili açılmıştır. Nitekim Hz. Musa'nın muhtelif yerlerdeki konuşmaları -ki bizzat bunları Kur'an nakletmektedir- belağatın en güzel örnekleridir. Firavun'un böyle bir ifade kullanmasının nedeni, Hz. Musa'nın kekeme oluşundan değil, kendisinin mesajı anlamamak konusundaki inadındandı. Çünkü Firavun, sırf işine gelmediği için, "ben bu adamın söylediklerini anlamıyorum" diyordu.
49. Kadim dönemlerde bir hükümdar, herhangi bir vilayete bir vali ya da elçi gönderdiğinde, kendisine vekaleten görevlendirdiği kimseye, güzel elbiseler, altın bilezikler bağışlar ve ayrıca o şahsın hizmetine matuf olmak üzere asker ve hizmetçiler verirdi. Böyle yapılmasının nedeni, görevli elçi vasıtasıyla, hükümdarın şan ve debdebesinin sergilenmek istenmesiydi. Dolayısıyla Firavun da kendisine böyle bir elçinin gönderilmesi gerektiğini düşünüyordu. "Şayet Musa gökyüzünün hükümdarını temsil etmiş olsaydı, benim gibi yeryüzünün hükümdarına gelirken, kıymetli elbiseler giyinmiş, altın bilezikler takmış ve emri altında meleklerden bir ordu bulunduğu halde yanıma gelirdi. Bu nasıl bir elçi ki elinde bir asayla, bir fakir gibi çıkageliyor? Üstelik bir de Allah'ın elçisi olduğunu iddia ediyor?"