Rahman Rahim olan Allah’ın adıyla

1- (Bu) Kitabın indirilmesi, üstün ve güçlü olan, hüküm ve hikmet sahibi bulunan Allah(katın) dandır.(1)
2- Hiç şüphesiz, biz sana bu Kitabı hak ile indirdik;(2) öyleyse sen de dini yalnızca O'na halis kılarak(3) Allah'a ibadet et.
3- Haberin olsun; halis (katıksız) olan din yalnızca Allah'ındır.(4) O'ndan başka veliler edinenler (şöyle derler:) "Biz, bunlara bizi Allah'a daha fazla yaklaştırsınlar(5) diye ibadet ediyoruz." Hiç şüphesiz Allah, kendi aralarında, hakkında ihtilaf ettikleri şeylerden(6) hüküm verecektir. Gerçekten Allah, yalancı, kâfir olan(7) kimseyi hidayete eriştirmez.
4- Eğer Allah, çocuk edinmek isteseydi, yaratıklarından dilediğini elbette seçerdi.(8) O, yücedir; O, bir olan, kahredici olan Allah'tır.(9)
5- Gökleri ve yeri hak olarak yarattı.(10) Geceyi gündüzün üstüne sarıp-örtüyor, gündüzü de gecenin üstüne sarıp-örtüyor. Güneşe ve aya da boyun eğdirdi. Her biri adı konulmuş bir ecele (süreye) kadar akıp gitmektedir. Haberin olsun; üstün ve güçlü olan, bağışlayan O'dur.(11)

AÇIKLAMA

1. Kâfirlerin "Kur'an'ı Muhammed uydurdu" şeklindeki ithamlarına cevap olmak üzere, surenin hemen girişinde Hz. Muhammed'in (s.a) söylediklerinin kendisinden olmadığı gibi kısa bir beyanla yetinilmiş ve Allah, Kur'an'ın kendisi tarafından nazil olduğunu bildirmiştir. Bunun yanısıra muhatablara bu esasın iki unsuru daha açıklanmıştır. Birincisi, "Bu sözü inzal eden Aziz'dir" yani, muhteşem bir kudret ve kuvvet sahibidir. O'na karşı koymak ve O'nun takdirinin gerçekleşmesini engellemeye kalkışmak kimsenin haddi değildir. İkincisi, "O Hakîm'dir". Yani, O'nun gönderdiği her söz bir hikmete mebnidir. Dolayısıyla, bu "Hidayet"ten yüz çevirenler cahillerden başkası değildirler. (Daha fazla bilgi için bkz. Secde an:1)
2. Yani, bu kitab baştan sona kadar Hak'tır ve ona hiç bir surette batıl karışmamıştır.
3. Bu, İslâm'ın asıl maksadının anlatıldığı çok önemli bir ayet olduğu için, onu üstünkörü okuyarak geçmemeli ve ayetin işaret ettiği anlam iyice kavranmalıdır. Burada iki temel esas vardır ki, onlar anlaşılmadan ayetin tazammun ettiği anlamların kavranması mümkün değildir. Birincisi, "Allah'a ibadet edin", ikincisi, "Dini ancak Allah'a halis kılarak, O'na kullukta bulunun"
"İbadet" kelimesi "abd" kökünden türemiştir ve lûgatta kul, köle için kullanılır. Bu bakımdan "ibadet" kelimesi iki anlama delâlet eder. İlki, Lisanu'l-Arab'ta kullanıldığı şekliyle "Abdullah" (Allah'ın kulu) kulluk etmek, diğeriyse aciz olmanın idraki içinde, severek itaatte bulunmak. (Ayrıntı için bkz. "Kur'an'da Dört Terim adlı eserim) Yani Allah'ın kulundan istediği, sadece kendisine kulluk ve itaat etmesi, ayrıca koyduğu kurallara harfiyyen uymasıdır.
"Din" kavramı çeşitli anlamlara gelir. 1) Galip, Muktedir, Hakim ve Sahip, "insanlara hükmeden" (Lisanu'l-Arab) , 2) İtaat ve kölelik, "O'na itaat etti" (Lisanu'l-Arab) , 3) İnsanların tabi oldukları örf ve adetler.
Yukarıda zikredilen her üç anlamı da dikkate aldığımızda "din" kavramıyla, bir insanın, başkaları üzerinde kendisine otorite ve yetki vehmederek, onların hayatlarını tanzim etmeye kalkışmak istemesinin kastolunduğu anlaşılır.
Dini Allah'a halis kılarak, O'na itaat etmek için Allah'a kulluk etmekle birlikte, başkalarına kulluk etmemeyi, sadece Allah'ın koyduğu kural ve ilkelerle yaşamayı ve O'nun hükümlerine tâbi olup, yasaklarından kaçmayı tazammun eder.
4. "Dini yalnızca Allah'a halis kılarak kulluk etmek" şeklindeki ilke, kesin ve değişmez bir gerçek olarak ortaya konmuştur. Çünkü bu, yalnız ve yalnız Allah'ın hakkıdır. Kulluk edilmeye layık olan sadece O'dur ve sadece O'na itaat edilmesi gerekir. Allah'a kulluk etmeyi reddedip de başkalarına itaat eden kimse dalâlettedir. Şayet Allah'a kulluk etmekle birlikte, başkalarına da kulluk ediyorsa, bu da şirktir. Nitekim bu ayeti kerimenin en güzel izahını Hz. Peygamber (s.a) yapmıştır. İbn Merduye'nin Yezid el-Kursî'den naklettiğine göre bir şahıs Hz. Peygamber'e, "Şayet bizler mallarımızı şan, şöhret olsun diye tasadduk edersek, Allah bize bir mükafat verir mi?" diye sormuştur. Hz. Peygamber, "Hayır" diye cevap verince, bu sefer o şahıs, "Hem Allah rızası, hem de şan, şöhret için tasadduk edersek?" diye sordu. Hz. Peygamber, "Allah, hâlisane olarak sadece kendi rızası için yapılmamış hiçbir ameli kabul etmez" dedi ve bu ayeti okudu.
5. Mekkeli kâfirler ve genelde tüm müşrikler, "Biz başka kimselere yaratıcı oldukları için kulluk etmiyoruz. Biz sadece Allah'ı yaratıcı olarak kabul ediyor ve O'na itaatte bulunuyoruz. Ancak O'nun yüce makamına doğrudan ulaşamadığımız için, arada bulunan mübarek zatlara dua ediyor ve dualarımızı Allah'a çabucak ulaştırsınlar diye onlara müracaatta bulunuyoruz" demektedirler.
6. Yani, "İttifak ancak tevhid üzerinde sözkonusudur, şirk üzerinde ise ittifak etmek mümkün değildir." Hiçbir müşrik hangi ilâhın, hangi aracının Allah'a daha yakın olduğu konusunda hemfikir değildir. Bazıları aya, güneşe ve yıldızlara vs. aracı olarak tapmaktadır ama, aralarında, bunlardan hangisinin Allah'a daha yakın olduğu konusunda bir birliktelik yoktur. Yine bazıları ölmüş bulunan muhterem zevatın Allah indinde kendilerine şefaat edeceğine inanmalarına rağmen hangisinin orada daha etkili olduğu konusunda ayrılık içindedirler. Dolayısıyla bu tür inançların hiçbiri bir ilme dayanmaz. Çünkü kimin ilahî yetkiyle donatıldığı, kimin sözlerinin Allah indinde geçerli olduğu, Allah tarafından bir liste halinde gönderilmiş değildir.
Tüm bunlar cahilce inanışlar ve ataları körü körüne taklidin bir sonucu olduğu için, ihtilafın vukû bulması kaçınılmazdır.
7. Allah Teâlâ, bu kimseler için "Kâzip" ve "Kâfir" olmak üzere iki tür ifade kullanmıştır. Kâzip denmesinin nedeni onların Allah'a yalan ve iftira uydurmuş olmalarıdır. Kâfir ifadesi ise, ilki, hakkı reddetmeleri ve tevhidi bildikleri halde batıl inançları üzerinde ısrar etmeleri, ikincisi ise, "Allah'ın nimetleri için başkalarına şükretmeleri ve Allah'ın verdiği rızık ve nimetlerde, O'nun yanında sözü geçtiğini zannettikleri kimselerin payı olduğuna inanmaları" dolayısıyla iki anlamda kullanılmıştır.
8. Yani, Allah'ın oğlu olması zaten mümkün değildir. Fakat Allah dilediği takdirde, kendisine kimi isterse onu seçer. Ancak unutulmamalıdır ki, seçtiği kimse de her halûkarda mahluk olacaktır. Çünkü kâinattaki her şeyi Allah yaratmıştır ve onlarla olan ilişkisi Halık-mahluk münasebeti şeklindedir. Dolayısıyla baba-oğul şeklinde bir ilişkinin olabilmesi için, nesebî bir bağ gereklidir. Allah Teâlâ ise bu gibi sıfat ve tanımlamalardan münezzehtir. O bir ve tektir.
9. Allah'ın, baba-oğul şeklindeki bir ilişkiden münezzeh oluşuyla ilgili olmak üzere aşağıdaki şu deliller öne sürülmüştür.
1) Allah her türlü acizlik, zaaf ve eksiklikten münezzehtir. Ancak noksan olan kimseler bir oğula ihtiyaç duyar. Yani, fani (ölümlü) olanların bir oğul sahibi olmayı istemelerinin nedeni, kendilerinden sonra isimlerinin devam etmesini arzuladıkları içindir. Nitekim başkalarını evlat edinenler kendilerinde büyük bir eksiklik olduğundan dolayı bunu yaparlar. Oysa Allah Teâlâ böyle bir eksiklikten münezzehtir. O'na evlat nispet edenler cehalet içindedirler.
2) Allah bir ve tektir, eşi ve benzeri yoktur. Oğul edinmek ayrıca karşı bir cinsi de gerektireceği için, O bundan münezzehtir. Allah'a ancak cahiller evlat nispet ederler.
3) Allah Kahhar'dır. Yani O, herşeyin hakimidir ve tüm kâinat O'nun tasarrufu altındadır. Dolayısıyla hiçbir şey O'nun benzeri olamaz.
10. Daha fazla bilgi için bkz. İbrahim an: 26, an: 6, Ankebut an: 75.
11. Yani, Allah sizlere bir azab gönderdiği takdirde, hiçbir kuvvet O'na mani olamaz. Sizlerin tüm küstahlığınıza rağmen, size mühlet tanıması O'nun bir lütfudur. Burada "mühlet tanımak" şeklindeki ifade "mağfiret" olarak geçmektedir.