3- Yoksa onlar: "Bunu uydurdu"(3) mu diyorlar? Hayır, o, Rabbinden(4) olan bir haktır; senden önce kendilerine bir uyarıcı-korkutucu gelmemiş olan bir kavmi uyarıp-korkutman için(5) (onu sana indirdik) . Umulur ki hidayet bulurlar.
4- Allah;(6) gökleri, yeri ve ikisi arasında olanları altı günde yarattı, sonra da arşa istiva etti.(7) Sizin O'nun dışında bir yardımcınız ve şefaatçi olanınız yoktur. Yine de öğüt alıp-düşünmeyecek misiniz?(8)

AÇIKLAMA

3. Bu, yalnızca bir soru değil, aynı zamanda sürpriz bir durumla karşılaşmanın ifadesidir. Kastedilen şudur: Kitab'ın şeksiz şüphesiz Allah'tan gelen bir vahiy olduğu hakkında bunca delile rağmen bu insanlar inatla Hz. Muhammed'in (s.a) onu uydurduğunu ve onu haksız şekilde Allah'a isnad ettiğini mi söylüyorlar hâlâ? Böyle saçma ve temelsiz bir suçlamayı yaparken hiç mi utanmıyorlar? Hz. Muhammed'in (s.a) , yaptıklarını, söylediklerini anlayan ve Kitab'ı kavrayan kimselerin, bu saçma iftirayı işittiklerinde ne düşüneceklerini kestiremiyorlar mı?
4. Tıpkı ilk ayette, "Hiç şüphe yok, bu Kitap, Alemlerin Rabbi'nden indirilmiştir" demekle yetinildiği ve Kur'an'ın İlâhî Kelâm olduğunu ispat için başka delile gerek duyulmadığı gibi bu ayette de, kâfirlerin, Kur'an'ın uydurulduğuna dair ithamlarını reddetmek üzere yalnızca şu sözle yetinilmiştir: "Aksine o Rabbi'nden bir Hakk'tır." Bunun sebebi 1 Nolu açıklama notunda belirtilenle aynıdır. Dinleyenler Kur'an'ı sunan şahsı, sunulduğu çevreyi, Rasûl'ün onu sunarken ki, lütufkârlık ve güvenliğini yakinen biliyorlardı. Kitabı, onun lügavî ve edebî mükemmelliğini, muhtevasını biliyorlardı; etki ve nüfuzunun çağdaş Mekke toplumunu sarmakta olduğunu da hissetmişlerdi. Bu şartlar altında Kitab'ın Alemlerin Rabbi'nden indirilmiş bir Hakk oluşu öylesine apaçık bir delil teşkil etmekteydi ki, yalnızca açık seçik terimler içinde zikredilmesi bile kâfirlerin suçlamalarını reddetmeye yeterdi. Bu iddiayı birtakım delillerle takviye etme girişimi, tezi güçlendirecek yerde zayıflatabilirdi. Durum şuna benzerdi o zaman: Farzedin ki apaydınlık bir gündüz vakti; güneş pırıl pırıl parlamakta ve inatçı bir adam şimdi gecedir diye tutturmuş, çekişmede. Onu cevaplamak için şunu söylemek tabii yeterli olacaktır: "Her yer gün ışığıyla aydınlık iken sen buna gece mi diyorsun?.." İşte bundan sonra bir kimsenin vaktin gündüz olduğunu ispatlamak üzere mantıkî deliller sıralamaya kalkışması anlamsız olacak; gündüz olduğu tezini kuvvetlendireceği yerde, kafada soru işaretleri bırakacaktır.
5. Yani, "Onun Allah'tan gelen bir vahiy ve hakikat olduğu nasıl kesin ise, hikmet üzere, Allah'ın size olan rahmeti üzere temellenmiş olması da öyle apaçıktır. Bizzat kendiniz bilmektesiniz; asırlardır aranızdan hiç peygamber çıkmıyor ve yine bilmektesiniz ki, Arap kavmi cehalet içinde, ahlâki çöküntü ve tam bir geri kalmışlık içinde yüzmektedir. Böyle bir durumda aranızdan bir peygamberin çıkıp sizi uyarması, size doğru yolu göstermesine şaşırmamanız gerekirdi. Bu, sizin iyilik ve refahınız için Allah'ın karşıladığı büyük bir ihtiyaçtır aslında... Şunun belirtilmesi gerekir ki, Arabistan'da hakiki inancın ışığı tümüyle ilk kez, tarih öncesi dönemde yaşamış olan Hud ve Salih Peygamberler tarafından yayılmıştı. Onları Rasûlullah'tan (s.a) 2500 yıl önce yaşamış olan İbrahim ve İsmail Aleyhisselâmlar izledi. Onlardan sonra ve Rasûlullah'tan 2000 yıl önce Arabistan'a gönderilmiş olan son peygamber Şuayb Aleyhisselâm'dı. Görülüyor ki, bu oldukça uzun bir zaman dilimidir. İşte, bu kavme hiç uyarıcının gelmediği bu yüzden zikredilmektedir ve vakıa da budur. Bu, onlara hiç peygamber gönderilmediği anlamına değil, bu kavmin uzun süredir bir uyarıcıya ihtiyaç duyduğu anlamına gelir.
Burada hemen cevaplandırılması gereken bir soru akla gelebilir. Şöyle ki: Rasûllullah'tan önceki yüzlerce yıl Arap toplumuna hiç peygamber gelmediğine göre, cahiliye çağları boyunca sapıklık içinde yaşamış insanlar hangi gerekçeyle hesaba çekileceklerdir? Onlar, kendilerini hata ve sapıklıktan koruyacak bir kılavuza sahip değildirler. Öyleyse, sapmış olmaları durumunda, bu sapıklıkarından ötürü nasıl mesul tutulacaklardı. Cevap şudur: Onlar hakikî inanca dair ayrıntılı bilgiden yoksun olabilirlerdi belki; fakat cahiliye dönemlerinde bu insanlar tevhîd inancından habersiz değildiler; çünkü hiçbir peygamber, takipçilerine putperestliği talim etmemişti. Bu hakikat Arapların kendi beldelerinde doğmuş olan peygamberlerden gelen rivayetlerde de ihtiva edilmekteydi; ayrıca kendi beldelerinin hemen bitişiğinde doğmuş bulunan Musa, Davud, Süleyman ve İsa'nın (Aleyhimüsselâm) öğretilerini de bilmekteydiler. Arap geleneklerinde de çok iyi bilinmekteydi ki, Arapların kadim dönemlerinde izlenen gerçek din, İbrahim'in diniydi ve puta tapmayı onlar arasında başlatan ilk Adam Amr bin Luhayy idi. Şirk ve putperestliğin tüm yaygınlığına rağmen Arabistan'ın birtakım kesimlerinde Şirk'i reddedip, tevhid'i benimseyen ve putlara kurban sunmayı açıkça lânetleyen çok sayıda insan bulunuyordu. Bizzat Rasûlullah'ın (s.a.) zuhuruna yakın dönemde "Hunefa" (hanifler) olarak bilinen çok sayıda insan yaşamıştı ki, bunlardan bazıları şunlardı: Kuss bin Saidet-ül- İyadi, Ümeyye bin Ebi es-Salt, Suveyd bin Amr el-Mustalikî, Vaki bin Selame bin Züheyr el-İyadî, Amr bin Cündüb el-Cühenî, Ebu Kays Serme bin Ebi Enes, Zeyd bin Amr bin Nüfeyl, Varak bin Nevfel, Osman bin el-Huvaris, Ubeyde bin Cahş, Amir bin ez-Zerb el-Advanî, Allaâf bin Şehab et-Temimî, El-Mütelemmis bin Ümeyye el-Kinanî, Zühehyr bin Ebû Selmâ, Halid bin Sinan bin Gays el-Absî, Abdullah b. Kudâî... vd.
Bu insanlar açıkça itikadın temeli olarak tevhidi'i tebliğ ediyor ve müşriklerin dininden ayrı olduklarını söylüyorlardı. Apaçık ki, onlar bu kavrama, peygamberlerin talimatından geriye kalanlar aracılığıyla ulaşmışlardı. Dahası, Yemen'de modern arkeolojik araştırmaların sonucu olarak keşfedilmiş olan M.Ö. 4. ve 5. yüzyıllara ait metinler, o dönemlerde buralarda tek tanrıcı dinin varolduğunu ortaya sermektedir.
Bu dinin salikleri er-Rahman'ı ve Rabbü's-Semavati ve'l-Ard'ı (Göklerin ve yerin Rabbi) tek ilâh olarak kabul etmekteydiler. Bir mabedin harabeleri arasında M.Ö. 378 tarihli bir metin bulunmuş ve üzerinde o mabedin yalnızca "Göklerin İlâhı" ve "Göklerin Rabbi"ne ibadet için inşa edildiği kaydı tesbit edilmiştir. M.Ö. 465 tarihli bir diğerinde de tevhid doktrinine açıkça işaret eden kelimeler yer almaktadır. Aynı şekilde Kuzey Arabistan'da Fırat Nehri ile Kınnesrin arasındaki Zebed bölgesinde "Bism-ilâhu la izza illâ lehu, la şukra illâlehu" kelimelerini ihtiva eden M.Ö. 512 tarihli bir metin keşfedilmiştir. Tüm bunlar Rasûlullah'ın (s.a.) (s.a) gelişinden önce, geçmiş peygamberlerin getirdiği mesajın tümüyle unutulmadığını ve insana hiç değilse şu hakikatı hatırlatacak birçok vesilenin hâlâ mevcut bulunduğunu göstermektedir: "Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır" Daha fazla açıklama için bkz. an: 84 Furkan)
6. Şimdi Rasûl'ün "tevhid" mesajına karşı çıkan müşrikler'in ikinci itirazı ele alınmaktadır. Ona açıktan cephe almışlardı, çünkü ilahlarını, azizlerini reddediyor ve insanları, Allah'tan başka hiçbir yardımcının, hiçbir ihtiyaç görenin bulunmadığı, O'ndan gayri ne dualara karşılık verenin, ne hastalıklara şifa bahşedenin, ne de mutlak hakimin olmadığı inancına davet ediyordu.
7. Açıklama için bkz. A'raf an: 41, Yunus an: 4, Râd an: 3
8. Yani, "Sizin gerçek ilâhınız göklerin ve yerin Halikı'dır. Fakat aptallarınız yüzünden, bu geniş kainat mülkünde O'ndan başka velîler, yardımcı ve destekçiler ediniyorsunuz. Bütün kainatın ve içinde olanların yaratıcısı Allah'tır. Burada Allah dışında istisnasız her şey yaratılmıştır ve Allah alemi yaratıp var ettikten sonra uyumaya çekilmemiştir. Aksine O, bizzat kendi mülkünün hakimi, yöneticisi ve rızıklandırıcısıdır. Şu halde, O'nun yaratıklarından bir kaçını tutup kaderlerinize hükmeden ilahlar edinmeniz ne kadar saçma bir tutum; eğer Allah size yardım etmezse o ilâh edindiklerinizin hiçbiri size yardıma muktedir olamaz. Eğer Allah sizi kuşatırsa onlardan hiçbiri sizleri kurtaramaz. Eğer Allah izin vermezse, onlardan hiçbiri, size O'nun önünde şefaat edemez."