11- Bu, Allah'ın yaratmasıdır. Şu halde, O'nun dışında olanların yarattıklarını bana gösterin.(15) Hayır, zulmetmekte olanlar, açıkça bir sapıklık içindedirler.(16)
12- Andolsun, biz Lokman'a (17) "Allah'a şükret"(18) diye hikmet verdik. Kim şükrederse, artık o, kendi nefsi lehine şükreder. Kim de küfre saparsa, artık hiç şüphesiz (Allah,) Ganî (hiç kimseye ve hiç bir şeye muhtaç olmayan) dır, Hamîd (hamd da yalnızca O'na ait) dir.(19)

AÇIKLAMA

15. "Diğerleri": İlâh edindiğiniz, akibetinizi belirlediğine inandığınız ve böyle ısrarla taptığınız varlıklar.
16. Yani, "Onlar bu alemde Allah'tan başka herhangi birinin, herhangi bir yaratığını gösteremezlerse ki bunu yapacamayacakları besbellidir, yaratıcı olmayan varlıkları Allah'a eş tutmaları, huzurlarında secde etmeleri, yardımları için onlara niyazda bulunmaları akılsızlıktan başka bir şey olmayacaktır. Çünkü bu tutumu aptallıktan başka bir şeyle izah etmek mümkün değildir. Bir kimse akl-ı selimini yitirmemişse, hem ilâhlarının yaratıcı olmadığını ve yegâne Halık'ın Allah olduğunu önünüzde teslim edip, hem de onların ilâhlığı konusunda ısrar etme gibi bir aptallığı işleyemez. Bir kimse azıcık akl-ı selime sahipse kaçınılmaz olarak, hiçbir şeyi yaratmaya gücü yetmeyen, yerde ve göklerdeki hiçbir şeyin yaratılışında ortaklığı bulunmayan bir varlığın nasıl olur da bize ilâh olabileceğini düşünecektir. İnsan böyle bir varlık önünde niye eğilsin, niye ona bir ilâh olarak tapınsın? Diyelim ki bu varlık duaları işitiyor; hiç bir şey yaratmaya gücü yetmediğine göre onlara nasıl icabet edebilir? Zira, belâlar yalnızca, yaratıcı vasfı bulunan bir varlık tarafından savılabilir! Hiçbir şey yaratamayan biri tarafından değil...
17. Şirki reddedici aklî bir delilin sunulmasının ardından Araplara bu akli bakış açısının kendilerine ilk kez sunulmadığı, kendilerinden önce yaşamış akıllı ve bilge bir halka da, kendi içlerinden çıkmış ünlü bilgeleri Lokman da dahil olmak üzere, aynı şeyin söylendiği anlatılmaktadır. Dolayısıyle, onlar Rasûlullah'ın (s.a.) mesajını "Eğer şirk, aklî olmayan bir itikad ise daha önce yaşamış başkaları niçin ona karşı çıkmamış" diyerek reddedemezler.
Lokman, Arabistan'da alim va hakîm bir kimse olarak tanınırdı. İmra'ul-Kays, Lebid, A'aşa, Tarafa... vd. cahiliye şairleri, şiirlerinde kendisini zikretmiştir. Bazı tahsil görmüş Araplar da Lokman'ın hikmetli sözlerini ihtiva eden Sahife-i Lokman isimli bir külliyata sahipti. Rivayetlere göre Hicret'ten üç yıl önce Rasûlullah'ın (s.a.) Medine ahalisinden etkilediği ilk kişilerden biri de Süveyd bin Samit idi. Süveyd Hacc için Mekke'ye gitmişti. Rasûlullah orada her zamanki gibi çeşitli yerlerden gelen hacılara İslâm'ı tebliğ etmekteydi. Süveyd onun konuşmasını dinleyince şu beyanda bulundu: "Ben de senin vaz'ettiğine benzeyen bir şey var." Rasûlullah onun ne olduğunu sorunca "Lokman'ın Külliyatı" dedi. Sonra Rasûlullah'ın (s.a.) isteği üzerine bir kısmını okudu. Rasûlullah bunun üzerine şöyle dedi: "Bu sözler güzel, fakat bende ondan daha güzel bir söz var." Sonra Kur'an'dan tilâvette bulundu ve Süveyd bunun Lokman'ın hikmetinden daha iyi olduğunu kabul etti. (İbn Hişam cilt: 2, sh: 67-69, Usdu'l-Gabe, cilt: 2, sh: 378) Tarihçilere göre bu şahıs (Süveyd bin Sâmit) kabiliyet, şecaat, asalet ve şairliği sebebiyle Medine'de Kâmil (yetkin) lakabıyla tanınırdı. Fakat Rasûlullah'la (s.a.) karşılaştıktan sonra Medine'ye dönünce bir süre sonra patlak veren Buâs Savaşında öldürüldü. Kabilesinden olanlar onun Rasûlullah ile görüştükten sonra müslüman olduğu kanaatindeydiler.
Tarihî açıdan Lokman tartışmalı bir şahsiyettir. Cehaletin karanlık çağlarında, yazılı tarih diye bir şey yoktu. Tek bilgi kaynağı asırlarca dilden dile dolaşan rivayetlerdi. Bunlara göre bazı insanlar Lokman'ın Ad kavmine mensup olduğu ve Yemen Meliki olduğu düşüncesindeydi. Mevlânâ Seyyid Süleyman Nedvî "Ard el-Kur'an" adlı eserinde bu rivayetlere dayanarak Lokman'ın Ad kavminin ilâhî azaba helâk edilmesinden sonra Hz. Hud'un yanında kurtulan müminlerin kuşağından ve Ad yönetimi altındaki Yemen meliklerinden biri olduğu yolunda görüşünü açıklar. Fakat sahabeden bazı alimler ve tabiinden bazılarından gelen diğer rivayetler bu görüşü desteklemez. İbn Abbas'a göre Lokman, Habeşî bir köleydi; aynı görüşü Ebu Hureyre, Mücahid, İkrime ve Halid er-Rabi de paylaşır. Cabir bin Abdullah Ensari'ye göre o, Nübah'a mensuptu. Said bin el-Müseyyeb ise onun Mısırlı bir Habeşî olduğunu söyler. Bu üç görüş birbirine benzemektedir.
Araplar o günlerde genellikle siyahilere "Habeşî" derlerdi ve Nübah, Mısır'ın Güneyinde, Sudan'ın Kuzey'inde bir bölgedir. Dolayısıyla aynı şahsa, "Mısırlı", "Nûbî" yahut "Habeşî" demek kelimelerdeki farklılığa rağmen bir ve aynı şeydir. Ayrıca Süheyli'nin Ravdu el-Unuf'da ve Mes'udi'nin Mürûc'uz Zeheb'te getirdiği açıklamalar bu Sudan'lı kölenin hikmetinin Arabistan'a nasıl yayıldığı meselesine de ışık tutmaktadır. İkisi de menşe itibariyle Nûbî olan bu şahsın Medyen ve Eyle (şimdiki Akabe) yöresinde yaşadığında müttefiktirler. Arapça konuşmasının ve hikmetinin Arabistan'a yayılmasının nedeni budur. Süheyli ayrıca, Lokman el-Hakem ile Lokman bin Ad'ın iki ayrı şahıs olduğunu, ikisini bir ve aynı şahıs olarak mutalaa etmenin doğru olmadığını beyan eder. (Ravd al-Unuf, Cilt 1, sh. 266; Mes'udi, Cilt, 1, sh. 57)
Burada bir başka şeyin daha açıklığa kavuşturulması gerekiyor. Müsteşrik Derenbourg'un Emsal: Lokman Hakim (Fables De Loqman Le Sage) adıyla neşrettiği Paris'teki Arapça el yazması, Lokman külliyatıyla alakası olmayan uydurma bir nüshadır. Bu masallar M.S. 13.yy. da yaşamış biri tarafından derlenmiş bir kitabın tercümesidir ve yazar yahut mütercimi kitabı Lokman el-Hakim'e izafe etmiştir. Müşteşrikler böyle araştırmaları hep özel bir hedefi gözeterek yaparlar. Kur'an kıssalarının tarihle ilgisi olmayan masallar olduğu ve dolayısıyla onlara güvenilemeyeceğini ispat etmek için böyle sahte ve uydurma metinleri gündeme getirirler. B. Heller'in Eneyclopaedia of Islam'a yazdığı "Lokman" maddesini okuyan, bu adamları harekete geçiren gerçek dürtüyü anlamakta gecikmeyecektir.
18. Yani, "Allah tarafından bahşedilen parlak zekâ, basiret, bilgi ve hikmet'in başlıca amacı, insanın, Rabbi huzurunda itaat ve şükran tavrını benimsemesi, nankörlük ve küfran-ı nimete düşmemesidir. Bu şükür, ifadesini yalnızca dudak ucunda bulmamalı, düşünce, söz ve davranışa yansımalıdır. Kişi akıl ve kalbinin derinliklerinde, neye sahipse Allah tarafından bahşedildiği düşüncesini taşımalı; dili, daima Allah'ın nimetlerini ikrarla meşgul olmalı; ve O'nun emirlerine uyarak, nehiylerinden kaçınarak O'nun rızasını kazanmaya gayret ederek, O'nun kullarına bahşettiği nimeti ve rahmeti anlatarak, Allah'a isyan edenlerle savaşarak, nasıl gerçekten Allah'a şükreden bir kul olduğunu amelde göstermelidir."
19. Yani, "Küfran ve nankörlük edenin bu yaptığı yalnızca kendisine zarar verir. Allah bundan hiçbir şey kaybedecek değildir. O müstağnidir, herhangi birinin şükrüne muhtaç değildir. Herhangi birinin şükrü de O'nun ilâhlığına hiç bir şey eklemez; aynı şekilde herhangi birinin nankörlük ve küfranı, kulları her neye sahipse Allah tarafından verildiği gerçeğinde hiçbir değişiklik yapmaz. Birileri O'nu övsün yahut övmesin, O bizzat övgüye layıktır. Alemdeki her zerre O'nun Kemâl ve Hüsnüne, Yaratıcılık ve Rızık vericiliğine şehadet eder; her mahluk O'nun bu sürekli rahmetine hamd eder.