50- Buna rağmen sana icabet etmeyecek olurlarsa, artık bil ki, onlar, gerçekten kendi heva (istek ve tutku) larına uymaktadırlar. Oysa Allah'tan bir kılavuz (doğru yolu gösterici) olmaksızın, kendi istek ve tutkularına (hevasına) uyandan daha sapık kimdir? Hiç şüphe yok Allah, zulmetmekte olan bir kavime hidayet vermez.
51- Andolsun, biz öğüt alıp-düşünsünler diye, sözü birbiri ardınca dizip-indirdik.(71)
52- Bu (Kur'a) ndan önce, kendilerine kitap verdiklerimiz(72) buna inanmaktadırlar.
53- Onlara okunmakta olduğu zaman: "Biz ona inandık, gerçekten o, Rabbimizden olan bir haktır, şüphesiz biz bundan önce de müslümanlar idik"(73) derler.

AÇIKLAMA

71. Yani, "İş, inzarın iletilmesine (nasihata) kaldıysa biz onu Kur'an'da layıkı vechile yapmışızdır. Fakat hidayet ancak inatçılıktan vazgeçip, kalblerini ön yargılardan temizleyerek Hakkı isteyerek samimi bir şekilde kabule yanaşanlaradır. "
72. Bu demek değildir ki, Ehli Kitab'ın (Yahudi ve Hiristiyanlar) tamamı buna inanır. Aslında ayet bu surenin inzal edildiği sıralarda vuku bulan bir olaya atıfda bulunmakta ve adeta şu manada Mekke halkını utandırmak istemektedir: "Siz kendi şehrinizden çıkarılıp gönderilmiş bir lütfu tepiyorsunuz. Oysa uzak beldelerden insanlar onu işittiklerinde kadrini bilmek ve kendisinden istifade etmek üzere buraya gelmekteler."
Sözünü ettiğimiz olay İbn Hişam, Beyhaki ve İbn İshak'dan nakille diğerleri tarafından rivayet edilmektedir. Şöyle ki: "Habeşistan hicretinden sonra Hz. Rasûl'un (s.a) mesajı ve zuhuruyla ilgili haberler bu ülkeye de yayılınca 20 kişilik bir Hıristiyan heyeti işin aslını anlamak için Mekke'ye geldi ve Rasûlullah'la (s.a.) Mescid-i Haram'da karşılaştılar. Kureyş'den bir kalabalık da olup biteni izlemek üzere orada toplandılar. Heyet üyeleri Rasûlullah'a (s.a.) bir takım sorular sordu, Hz. Rasûl de cevapladı. Sonra onları İslâm'a davet etti ve önlerinde Kur'an'dan ayetler okudu. Kur'an'ı dinlerken gözyaşlarını tutamayan heyet üyeleri okunanın Allah Kelâmı olduğunu tasdik edip, Rasûlullah'a (s.a.) iman ettiler. Toplantı sona erip de halk dağılınca Ebu Cehil ve avanesi Hıristiyan grubun yolunu keserek onları şiddetle payladı. "Şimdiye kadar buraya sizden daha şapşal bir topluluk gelmedi. Ey aptallar güruhu, siz buraya kavminiz tarafından bu adam hakkında bilgi toplamak için geldiniz. Fakat henüz onunla yeni karşılaşmışken, itikadınızdan vazgeçtiniz." Bu keremli topluluk şu cevabı verdi: "Selâm olsun size, sizinle tartışmak gibi bir niyetimiz yok. Siz kendi itikidınızdan mes'ulsunuz, biz kendi itikadımızdan. Şu var ki, bile bile kendimizi hayırdan mahrum etmeye de yanaşmayız." (İbn Hişam, c: 2, sh: 32, el-Bidaye ve'n-Nihaye c: 3 sh: 82, Daha fazla malumat için Şuara Suresi'nin 123. açıklama notuna bakınız.)
73. Yani: "Bundan önce de biz rasûllere ve ilâhî kitablara inanırdık. Zaten İslâm'dan başka bir itikadımız yoktu. Dolayısıyla bu peygamberin Allah'dan getirdiği bu Kitab'a da inandık. Yani inancımızda bir değişiklik olmuş değil, daha önce nasıl müslüman idiysek şimdi de öyle müslümanız." Bu sözlerden açıkça anlaşıldığına göre, İslâm yalnızca Hz. Muhammed (s.a) tarafından getirilen itikadın adı; "müslüman" da yalnızca ona uyanlara verilen bir ad değildir.
Aksine İslâm, başından bu yana gelmiş geçmiş bütün peygamberlerin itikaydıydı ve onlara her asırda uyanlar da müslüman idiler. Demek ki, daha önceki peygamberlere inanıp daha sonrakini de tasdik eden o topluluğun teslimiyetinde hiçbir kesinti yoktu. Daha önce müslüman idiyseler, sonra da müslüman olmaya devam ettiler. İşin tuhafı bir takım alimler de bu gerçeği anlayamadılar. Ve bu apaçık ayet bile onların fikirlerini değiştiremedi. Sözgelemi Allame Sûyûti, "müslüman" teriminin yalnızca Hz. Muhammed'in (s.a) takibçilerine has olduğu konusunda bir risale yazmıştır. Hatta bizzat kendi ifadesine göre bu ayetle karşılaşınca afallamış ve Allah'a kendisine bu konuda yol göstermesi için niyazda bulunmuştur. Fakat sonunda görüşünü tadil etmek yerine daha da sabitleştirdi ve ayete her biri, diğerinden daha geçersiz birkaç yorum getirdi. Mesela bu yorumlardan birisi şöyledir: "Biz bundan önce de müslümandık." ayeti şu anlama gelir: "Biz Kur'an vahiy edilmeden önce müslüman olmaya niyetliydik. Çünkü bizim kutsal kitablarımızda onun geleceği önceden haber verilmişti. Ve biz de geldiğinde İslâm'ı kabule niyet etmiştik." Diğer bir yorum da şöyledir: "İfadede "müslimîn"den sonra bir, "bîhî" kelimesi hazf olmuştur. O zaman anlamı şöyle olur: Biz Kur'an'a peşin peşin inandık. Çünkü onun gönderileceğini umuyorduk ve güven içinde geleceğini bekleyerek ona iman ettik. Dolayısıyla biz Tevrat ve İncil'e inandığımız için değil, daha vahyedilmeden, Kur'an'ın vahyedileceği gerçeğine teslim olduğumuz için müslümanız." Üçüncü yorumu ise şöyledir: "Bizim Hz. Muhammed'in gelişi ve Kur'an'ın inzaliyle birlikte İslâm'ı kabul etmemiz takdir edilmişti. İşte bu takdir yüzünden biz daha önce müslümandık." Bu yorumlardan hiçbirini ayetin doğru tefsiri için ilâhî yardıma müracaat edilmiş de alınmış gibi bir izlenim uyandırmadığı ortadadır. Kur'an yalnızca burada değil, birçok yerde şu temel prensibi açıklamıştır: Gerçek hayat tarzı yalnızca İslâm'dır. (Allah'a teslimiyettir) ve Allah'ın aleminde, O'nun mahlukatı için başka bir hayat tarzı olamaz. Yaratılışın başından beri insanlığa hidayet için gelen her peygamber bu hayat tarzını getirmiştir. Peygamberler daima müslimler olmuşlardır ve takipçilerinden de müslümanlar olarak yaşamalarını istemişlerdir. Dolayısıyla peygamberler tarafından getirilen ilâhî emire teslim olan tüm izleyiciler, her çağ için geçerli olmak üzere müslümandılar. Sözgelişi, şu birkaç ayeti mütalaa ediniz:
a. "Kuşkusuz Allah katında din İslâm'dır." (Ali-İmran: 19)
b. "Her kim bu İslâm yolundan başka bir yolu benimserse bu ondan kabul edilmeyecek." (Ali-İmran: 85)
Hz. Nuh şöyle demiştir:
c. "Benim mükafatım Allah'dandır ve ben müslümanlardan olmakla emrolundum." (Yunus: 72)
İbrahim (a.s) ve zürriyeti hakkında şunlar zikredilmektedir:
d. Rabbi ona 'teslim ol' buyurduğunda alemlerin Rabbına teslim oldum' demişti. (ve bir müslüman oldu) Aynı yolu izlemelerini oğullarına da vasiyet etti. Yakub da aynısını yaptı ve oğullarından son isteği şu oldu: "Oğullarım, Allah bu aynı yolu sizin için seçti, bu yüzden son nefesinize kadar müslüman olarak kalın." (Bunu inkara cesaretiniz var mı?) . Yoksa Yakub son nefesini verirken siz orada mıydınız? O oğullarına şöyle sormuştu: "Ardımdan kime kulluk edeceksiniz?" Onlar da, "Senin ve ataların İbrahim, İshak ve İsmail'in Allah olarak kabul ettikleri, aynı tek Allah'a ibadet edeceğiz, hepimiz müslüman olarak ona teslim olmuşuz" demişlerdi. (Bakara: 131-133)
e. "İbrahim, Yahudi de Hıristiyan da değildi. Ancak doğruya yönelmiş (hanif) bir müslümandı." (Alİ-İmran: 67)
İbrahim ve İsmail (a.s) bizzat şöyle dua buyurdu:
f. "Rabbimiz bizi, sana teslim olmuş müslümanlardan eyle ve zürriyetimizden de müslüman olan (senin iradene teslim olan) bir topluluk yetiştir." (Bakara: 128)
Hz. Lût (a.s) kıssasıyla ilgili olarak şunlar zikredilmiştir:
g. "Orada bir tane dışında hiçbir müslüman evi bulamadık." (Zariat: 36)
Hz. Yusuf (a.s) Allah'a şöyle yalvardı:
h. "Benim canımı müslüman olarak al ve beni iyilere kat." (Yusuf: 101)
Hz. Musa (a.s) kavmine şunları söyler:
I. "Ey kavmim! Eğer Allah'a samimiyetle inanıyorsanız, O'na güvenin, eğer müslimlerdenseniz..........." (Yunus: 84)
İsrailoğulları'nın gerçek dini, dost ve düşmanlarının bildiği gibi, Yahudîlik değil, İslâm'dı. Firavun'un boğulurken söylediği son sözler, bunu göstermekteydi:
İ. "Artık İsrailoğulları'nın inandığı Hak İlâh'dan başka ilah olmadığına inandım ve müslümanlardan oldum." (Yunus: 90)
İslâm, bütün İsrail Nebileri'nin hayat tarzıydı.
j. "Kuşkusuz biz, içinde hidayet ve nur olan Tevrat'ı indirdik, müslim olan, tüm peygamberler, Yahudi olan kimselerin davalarında onunla hükmetti." (Maide: 44)
Hz. Süleyman (a.s) 'ın hayat tarzı da aynıydı. Sebe Melikesi Belkıs, kendisine inandığında şunu söylemişti:
k. "Ben, (bir müslüman olarak) Süleyman'la birlikte kendimi alemlerin Rabbine, teslim ettim." (Neml: 44)
Hz. İsa'nın (a.s) ve Havarilerinin dini de İslâm'dı.
1. "Havarilere, bana ve rasûlüme inanmalarını ilham edince şöyle dediler:
'İnandık, bizim müslimler olduğumuza tanıklık et." (Maide: 111)
Bu bağlamda eğer bir kimse Arapça olan "İslâm" ve "müslimler" kelimelerini farklı lisan ve ülkelerde kullanılmış olamayacağını ileri sürerse bu aptalca bir itiraz olacaktır. Çünkü asıl olan Arapça kelimeler değil, onların Arapçada geldikleri anlamdır. Yukarıda iktibas edilen ayetlerde vurgulanan şey, peygamberlerle gönderilen gerçek hayat tarzının ne İsevîlik, ne Musevîlik, ne de Muhammedîlik olmadığı, ancak ve ancak peygamberler ve kutsal kitablar tarafından talim edilen ilâhî emirlere teslim olmak olduğu ve bu yolu her kim (dünyanın her neresinde) ve ne zaman kabul ederse etsin, aynı evrensel, ebedî ve kalıcı hayat tarzını kabul etmiş sayılacağı gerçeğidir. Çünkü bu yolu bilinçli ve samimi bir şekilde benimseyen kimse için Hz. Musa'dan sonra Hz. İsa'ya, Hz. İsa'dan sonra Hz. Muhammed'e (s.a) inanmış olmak itikad değişikliği anlamına gelmeyecek, yalnızca aynı gerçek hayat tarzının (İslâm) mantıklı şekilde izlenmesi talebinden ibaret kalacaktır. Buna mukabil, peygamberlerinin topluluğu içinde hiçbir şey anlamadan yaşamış veya onların içinde doğmuş sonra millî, ırkî ve kabilevî önyargılarını dinî hale getirip, Yahudi ve Hıristiyan olmuş kimselerin Hz. Muhammed'in (s.a) gelişine bîgâne kalmalarının tutar yanı yoktu. Çünkü onlar, Allah'ın son peygamberine inanmayı reddetmekle, yalnızca gelecekte müslüman olmayı reddetmekle kalmadılar, aynı zamanda bundan önce de "müslümanlar" olmadıklarını kanıtlamış oldular. Zira onlar bir peygamberin yahut peygamberlerin şahsiyetiyle büyülenmişlerdi ve tıpkı ataları gibi gözleri kör olmuştu.