46- (Musa'ya) Seslendiğimiz zaman da, sen Tur'un yanında değildin. Ancak Rabbinden bir rahmet olmak üzere senden önce kendilerine bir uyarıcı-korkutucu gelmemiş olan bir kavimi(64) uyarıp korkutman için (gönderildin) (65) Umulur ki, öğüt alıp-düşünürler diye.
47- Kendi ellerinin öne sürdükleri dolayısıyla, onlara bir musibet isabet ettiğinde: "Rabbimiz, bize de bir peygamber gönderseydin de böylece biz de senin ayetlerine uysaydık ve mü'minlerden olsaydık" diyecek olmasalardı (seni göndermezdik) .(66)

AÇIKLAMA

64. Hz. İsmail ve Hz. Şuayb'dan (a.s) sonraki ikibin yıl içinde Arabistan'da hiçbir peygamber çıkmadı. Fakat Hz. Musa, Süleyman ve Hz. İsa (a.s) gibi peygamberlerin tebliği bu ülke halkına ulaşmıştı.
65. Bütün bunlar Hz. Peygamber'in (s.a) risaletinin bir delili olarak sunulmaktadır. Aynı zamanda bu ayetler, Mekke ileri gelenleri ile genel müşrik kitlesine okunduğunda, Rasûlûllah'ın, hâşâ "peygamberlik" iddiasında bulunan sahtekâr bir müddeî olduğu yolundaki tüm tezleri geçersiz kalmış olmaktaydı. Bu kampanyalar arasında Hicaz'da yaşamakta olan Yahudi alimleri ve Hıristiyan rahipleri onlara yardım etmekteydi. Gelgelelim yüce Rasûl (s.a) herhangi bir yerden gelerek aniden zuhur edip de insanlara Kur'an'ı tebliğ etmeye başlamamıştı, aksine o kendi yaşadıkları şehrin, Mekke'nin bir sakiniydi ve hayatının hemşehrilerinden, kabilesinden gizli kalmış hiçbir yanı yoktu. Bu üç şeyin onun risaletinin birer delili olarak apaçık bir meydan okuma şeklinde takdim edilmesinin nedeni buydu.
Yani Mekke'den, Hicaz'dan ve hatta bütün Arabistan ülkesinden bir tek kişi çıkıp da modern müsteşriklerin söylediği türden saçma bir iddiayı ileri sürmeye cesaret edemezdi. Kaldı ki onların, bâtıl sözler üretmede bu alim denen tiplerden hiç de aşağı kalır yanları yoktu. Fakat nasıl oldu da bu adamlar bir an için bile yaşamayacak olan böyle faydasız bir yalan söyleyebildiler? "Ey Muhammed sen bu bilgiyi filan Yahudi aliminden, falan Hıristiyan rahibinden aldın." (!) Böyle bir şeyi müşrikler nasıl ciddi ciddi ileri sürebilirlerdi? Zira bütün ülke içinde zikredebilecekleri tek bir isim bile yoktu. Çünkü hangi ismi zikretseler Rasûlullah'ın (s.a) ondan herhangi bir bilgi almadığı hemen açığa çıkacaktı. "Ey Muhammed, senin kadim tarih, ilim ve edebiyatlarına dair her çeşit kitabı ihtiva eden büyük bir kütüphanen var. Bütün bu nutuklarını hazırlamana bu kitablar yardımcı oluyor değil mi?" Böyle bir şeyi nasıl söyleyebildiler? Değil bir kütüphaneden söz etmek, hiç kimse onun evinde bu tür bilgileri ihtiva eden bir kağıt parçası bile bulamazdı. Mekke'deki herkes bilirdi ki, Muhammed (a.s) bir ümmîydi, okuma yazma bilmiyordu ve hiç kimse, onun bu tertibinde kendisine İbranice, Süryanice ve Yunanca kitaplardan tercümeler tedarik eden birtakım mütercimlerle ilişkide olduğunu söyleyemezdi. Dahası hiç kimse, onun bu bilgiyi Suriye'ye ve Filistin'e yaptığı ticarî seyahatlar esnasında elde ettiğini ileri sürecek kadar utanmaz olamazdı. Zira, o bu seyahetları yalnız başına yapmadı. Aksine Mekke ticaret kervanlarıyla giden bir grupla birlikte yaptı. Eğer bir kimse çıkıp da böyle bir iddiada bulunsaydı, yaşayan yüzlerce şahit bunu reddedecek ve onun bu bilgiyi oradaki bir kimseden almadığına şahadet edecekti. Hem sonra Rasûlullah'ın (s.a.) irtihalinden sonra iki yıl içinde müslümanlarla Bizanslılar arasında savaş başlamıştı. Eğer Rasûl hayattayken Suriye ya da Filistin'in her hangi bir yerinde, her hangi bir Hıristiyan rahip yahut Yahudi hahamı ile bu tür bir konuşmada bulunsaydı Bizans İmparatoru, Hz. Muhammed'in -haşa- herşeyi onlardan öğrendikten sonra Mekke'ye dönüp peygamberlik iddiasında bulunduğu propagandasını başlatmakta bir an bile tereddüt etmezdi. Kısaca bu ayet, vahyedildiği zaman Kur'an'ın meydan okuyuşu münkir Kureyş ve müşrikler için matem çanı oldu. Bu demektir ki müşriklerin bu delillere olan ihtiyacı modern müsteşriklerinkinden çok daha fazlaydı. İçlerinden hiçbiri Rasullullah (s.a) Muhammed'in bu bilgiyi elde etmek için vahiyden başka vasıtalara sahip olduğunu ispatlamaya yarayacak herhangi bir malzeme bulamazdı. Ancak kişi, bu meydan okumanın yalnızca burada değil farklı kıstaslarla bağlantı içinde başka yerlerde de geçtiğini bilmelidir.
Hz. Zekeriya (a.s) ve Hz. Meryem'in (a.s) kıssasından sonra şunlar vurgulanır: "Ey Muhammed, bu sana vahyettiğimiz, gayb haberlerindendir. Meryem'e hangisi kefil olacak diye kalemlerini atarlarken, sen yanlarında değildin, çekişirlerken de orada bulunmadın. " (Al-i İmran:44) Hz. Yusuf'un (a.s) kıssasının sonunda şöyle denmektedir: " Ey Muhammed, sana böylece vahyettiklerimiz, gayba ait haberlerdir. Onlar el birliği edip düzen kurdukları zaman yanlarında değildin, sen ne kadar yürekten istersen iste, insanların çoğu inanmazlar. " (Yusuf: 102-103) Aynı şekilde Hz. Nuh'un (a.s) kıssası tamamen anlatıldıktan sonra şunlar zikredilmiştir: "Ey Muhammed, bunlar sana vahyettiğimiz bilinmeyen olaylardır. Sen de kavmin de daha önce bunları bilmezdiniz." (Hud:49) Müteaddid defalar tekrarlanan bu tez, Kur'an'ın Allah kelamı olduğunu ve Hz Muhammed'in (s.a) O'nun Rasûlü olduğunu ispat etmek üzere Kur'an'ın ileri sürdüğü belli başlı burhanlardan biridir. Zira bir ümmî olan Rasulullah için geçmişin yüzlerce, binlerce yıl derinliklerinde vuku bulmuş olayları anlatabilmesi için, vahiy dışında elde edebileceği herhangi bir makul bilgi vasıtası yoktu. İşte Rasulullah'ın çağdaşlarının giderek sayıları artan şekilde inanmaya koşmalarının asıl sebebi budur. O gerçekten bir peygamberdi ve Allah'tan vahiy alıyordu. Günümüzde bir kimsenin böyle bir meydan okuyuşun, İslâm düşmanları açısından ne derece önem arzettiğini tasavvur etmesi çok kolaydır. Çünkü bu iddiayı çürütebilmek için, onların ellerinden gelen çabayı sarfettiklerine şüphe yoktur. Ayrıca Hz. Peygamber'in (s.a) sözkonusu iddiasında -hâşâ- bir zaaf bulunması halinde İslam düşmanlarının bunu ispat edebilmek için delil bulmaktan aciz olmadıkları da açıkça ortadadır.
66. Bu tema, Rasûllerin gönderilme hikmeti meyanında Kur'an'ın müteaddid yerlerinde zikredilmiştir. Fakat bundan bir Peygamber'in her yerde ve her durumda bu amaçla gönderildiği şeklinde bir sonuca varmak doğru olmayacaktır. Peygamberlerin mesajı, bu dünyada dejenere olmadan etkinliğini sürdürdükçe, bu mesajı iletebilme vasıtaları bulundukça, yeni bir peygambere ihtiyaç yoktur. Yeter ki mesaja ilave yapma yahut yeni bir mesajla değiştirme ihtiyacı doğmasın. Bununla birlikte peygamberlerin mesajı unutulduğu yahut hatalarla karıştığı veya sapmalara maruz kaldığı zaman artık onlara hidayet vasıtaları olarak güvenilemez. Bu durumda insanlar şöyle bir mazerette bulunma şansını ele geçirmiş olurlar: Hakla bâtılı birbirinden ayırt etmelerine yarayacak, kendilerine doğru yolu gösterecek hiç bir düzenlemeye sahip değiller, şu halde kendilerine doğru dürüst hidayet edilmiş sayılmaz. Böyle bir mazerete meydan vermemek için Allah bu tür durumlarda peygamberler gönderir. Ta ki yanlış yoldakiler, artık bu sapıklıklarından sorumlu tutulabilsinler.