32- İçinizde evli olmayanları,(50) kölelerinizden ve cariyelerinizden salih olanları(51) evlendirin.(52) Eğer fakir iseler Allah, kendi fazlından onları zengin eder.(53) Allah geniş (nimet sahibi) dir, bilendir.
33- Nikâh (imkânı) bulamayanlar, Allah onları kendi fazlından zenginleştirinceye kadar iffetli davransınlar.(54) Sağ ellerinizin malik olduğu (köle ve cariyelerden) mükatebe(55) isteyenlere -eğer onlarda bir hayır görüyorsanız(56) -mükatebe yapın.(57) Ve Allah'ın size verdiği malından da onlara verin.(58) Dünya hayatının geçici metaını elde etmek için -ırzlarını korumak istiyorsa -cariyelerinizi fuhşa zorlamayın.(59) Kim onları (fuhşa) zorlarsa, hiç şüphe yok, onların (fuhşa) zorlanmalarında sonra Allah (onları) bağışlayandır, esirgeyendir.

AÇIKLAMA

50. "Evli olmayanlar" olarak çeviridğimiz "" tek başına bekâr anlamındaki "eyyim" kelimesinin çoğulu olup, karısı olmayan her erkek ve kocası olmayan her kadın için kullanılır.
51. Yani, sizinle olan ilişkilerinde doğru tavır takınanlar ve kendilerinde evlilik hayatının sorumluluklarını yerine getirebilme yeteneği gördükleriniz. Kölesi doğru tutum içinde olmayan ve gerçekten mutlu bir evlilik hayatı sürdürme yetenek ve mizacından yoksun görünen köle sahibinden köle veya cariyesini evlendirmesi istenmez.
Çünkü, bu durumda o bir başkasının hayatını mahvetme nedeni olacaktır. Bu şart hür kişilere yüklenmiş değildir, çünkü onlar için evlendirme teşebbüsünde bulunacaklar ancak öğüt verici, arkadaş veya tanıtıcı olabilirler. Evlilik gelinle güveyin karşılıklı isteğine bağlıdır. Köleyle ilgili olarak, tüm sorumluluk sahibinin üzerindedir, bu yüzden, eğer o yoksul bir insanı kötü tabiatlı, kötü huylu biriyle evlendirirse bu sorumluluğun tüm sonuçları kendisinin olacaktır.
52. "... salih olanları evlendirin" ifadesindeki fiilin emir kipinde gelişi, bazı alimleri bu işin zorunlu olduğu sonucuna götürmüştür, oysa sorunun mahiyeti, işin gerçekte böyle olmadığını göstermektedir. Bir kimsenin bir başkasını evlendirme zorunda olmadığı açıktır. Evlilik tek yanlı bir iş olmayıp, bir ikinci tarafın daha bulunmasını gerektirir. Eğer zorunluysa, evlenecek kişinin durumu ne olacaktır? Başkaları kendisini evlendirmek istediğinde, bunu kabul etmek zorunda mı kalacaktır? Eğer böyleyse, o zaman onun bu konuda hiç bir seçim hakkı yok demektir. Ve, eğer kişinin reddetme hakkı varsa, diğerleri sorumluluklarını nasıl yerine getireceklerdir? Tüm bu yönleri dikkate alan çoğu fakihler, buradaki hükmün emir değil, tavsiye ifade ettiği görüşünü benimsemişlerdir. Hükmün amacı, toplumda evlenmemiş kimsenin kalmaması konusunda müslümanları temin etmektir. Ev halkı, arkadaşlar ve komşular bu konuya gerekli ilgiyi gösterecekler ve böyle bir yardımın olmadığı yerde de, devlet gerekli düzenlemeleri yapacaktır.
53. Bu, Allah'ın evlenen herkese servet bahşedivereceği anlamında değildir. Amaç, para hesabına dayalı bir yaklaşıma engel olmaktır. Talimat hem erkeğin, hem de kızın anne babasınadır. Kızın ebeveyni, yoksul diye dindar ve faziletli bir eşi reddetmemeli, erkeğin ebeveyni de, henüz ailenin tam kazanan bir ferdi değil diye, çocuklarının evlenmesini ertelememelidirler. Gençlere de, daha uygun zaman bulma bahanesiyle, yok yere evlenmekte gecikmemeleri öğütlenmektedir. Gelir yeterli olmasa bile, kişi Allah'a tam bir iman ve teslimiyetle evlenmelidir. Çok zaman evlilik dar ve zor şartlardan kurtulma nedeni olur. Kadın aile bütçesinin kontroluna yardım eder, ya da koca yeni görev ve sorumluluklarını yerine getirmek için daha bir çabalar. Ayrıca, aile bütçesine katkıda bulunmak için kadın da kazanabilir. Sonra, geleceğin onlar için ne hazırladığını kim bilebilir? İyi vakitler kötüye, kötü vakitler de iyiye dönebilir. Bu nedenle, bu konuda çok hesaplı olmamak gerekir.
54. Bu ayetler en güzel yorumunu hadis-i şeriflerde bulmuştur. Hz. Abdullah b. Mes'ud'un rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Ey gençler, içinizde kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin, çünkü bu, gözleri kötü bakıştan alıkor ve kişinin temiz ve iffetli kalmasını sağlar, evlenmeye gücü yetmeyen ise oruç tutsun, çünkü oruç ihtirasların bastırılmasına yardım eder." (Buhari, Müslim)
Hz. Ebu Hureyre'nin bir rivayetinde ise Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuşlardır: "Allah üç kişiye yardım etmeyi üzerine almıştır: a) İffetini korumak için evlenene, b) Hürriyetini kazanmak için çalışan köleye, c) Allah yolunda savaşmak için çıkana." (Tirmizi, Nesaî, İbn Mace, İmam Ahmed) . (Daha fazla açıklama için bkz: Nisa: 25) .
55. "Mukâtebe" terim olarak köleyle sahibi arasındaki, kölenin belirli bir süre içinde kararlaştırılan miktar parayı ödedikten sonra azad edilmesini öngören anlaşmadır. Kölelerin hürriyetine kavuşması için İslâm'ın ortaya koyduğu yöntemlerden biridir bu. Kölenin mutlaka para olarak ödemede bulunması şart değildir. Her iki tarafın razı olması durumunda efendisine belli bir hizmette bulunmakla da hürriyetini elde edebilir. Bir kez anlaşma imzalandı mı, kölenin sahibinin kölesinin hürriyetinin önüne engeller çıkarmaya hakkı kalmaz. Üstelik, salınması yolunda kölesine gerekli imkân ve kolaylıkları sağlamak ve kararlaştırılan miktar zamanında ödendiğinde kölesini hemen salmak zorundadır. Hz. Ömer (r.a) zamanında bir köle bayan efendisiyle böyle bir anlaşma yapar ve gereken parayı kararlaştırılan vakitte biriktirmeyi başarır. Para kadına sunulduğunda, aylık ve yıllık taksitler halinde almak istediği gerekçesiyle kadın parayı kabulden kaçınır. Kölenin şikâyeti üzerine, Hz. Ömer paranın devlet hazinesine emaneten yatırılmasını ve kölenin serbest bırakılmasını emreder. Kadın paranın hazineye yatırıldığından haberdar edilir ve kendisine bunu toptan veya yıllık, ya da aylık taksitler halinde alma hakkı tanınır. (Darakutnî)
56. "Hayır" üç anlam ifade eder:
a) Köle emeğiyle özgürlüğünü kazanabilmelidir. Bu konuda Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurmuştur: "Kölenin gerekli parayı kazanabileceğinden emin olduğunuzda anlaşmayı yapın, onu parayı halktan dilenmesi için bırakmayın." (İbn Kesir, Ebu Davud) .
b) Anlaşmanın amaçları bakımından köle namuslu, doğru sözlü ve güvenilir olmalıdır. Fırsatları en iyi biçimde değerlendirmeli ve kazancını israf etmemelidir.
c) Köle sahibi, kölesinin gayri ahlâkî eğilimleri olmadığından, İslâm ve müslümanlara karşı düşmanlık hisleri beslemediğinden ve hürriyetine kavuşturulmasının İslâm toplumunun menfaatlerine zararlı olmayacağından emin bulunmalıdır. Bir başka deyişle, köle bir beşinci kol elemanı değil, İslâm toplumunun sadık ve inançlı bir üyesi olduğunu kanıtlamalıdır. Bu tür önlemlerin, köleleştirilen savaş esirleri için kesinlikle gerekli olduğu belirtilmelidir.
57. "" (onlarla mükâtebe yapın) emri, açıkça Allah'ın kesin bir hükmü olduğuna delalet eder. Ancak, fakihlerden bir grup "onlarla mükâtebe yapın" ifadesinden, köle sahibinin kölesinin kitabet teklifini kabul etmek zorunda olduğu anlamını çıkarmışlardır. Bu, Ata, Amr b. Dinar, İbn Sirin, Mesruk, Dahhak, İkrime, İbn Cerir et-Taberi ve Zahiriler'in görüşü olup, İmam Şafiî de başlangıçta buna meyletmiştir. Diğer grup ise buradaki emrin zorunluluk değil, tavsiye ifade ettiği fikrinderir. Şa'bi, Mukatil b. Hayyan, Hasan Basri, Abdurrahman bin Zeyd, Süfyan es-Sevri, Ebu Hanife, Malik bin Enes, ve sonraki görüşüyle Şafiî bu gruptandır. Birinci görüşü destekleyen iki delil vardır:
a) "Mükâtebe yapın" fiilinin emir kipinde gelişi, bunun Allah'ın hükmü olduğunu ortaya koyar.
b) Sahih rivayetlerde geldiğine göre, büyük fakih ve muhaddis Muhammed bin Sirin'in babası Sirin, efendisi Hz. Enes'ten mükâtebe ister, fakat Enes bunu reddeder. Bunun üzerine Sirin meseleyi Hz. Ömer'e götürür ve Hz. Ömer elinde kırbaç Enes'e döner ve şöyle der: "Allah'ın hükmüdür, onunla mükâtebe yap" (Buhari) . Olay sahabelerin huzurunda geçtiği ve kimse de itiraz etmediği için, bu karar Hz. Ömer'in kişisel seçimi değil, ayetin gerçek yorumu olarak kabul edilmelidir.
Diğer grup ise, Allah'ın yalnızca, "onlarla mükâtebe yapın" demediğini, "kendilerinde hayır görürseniz" şartını eklediğini belirterek, bu şartın tümüyle köle sahibini muhatap aldığını ve "hayır görme" konusunda mahkemenin hüküm verebileceği sabit bir ölçünün bulunmadığını ileri sürer. Dilin bu tür kullanımından yasal emirler çıkarılamaz. Dolayısıyla, bu emir yasal zorunluluk değil, ancak tavsiye ifade eder. Sirin'in durumu konusunda fakihler şöyle der: Gerek Hz. Peygamber, gerekse Raşid Halifeler döneminde mükâtebe isteyen bir değil, binlerce köle vardı ve birçoğu mükâtebe yoluyla hürriyetlerini elde ettiler. Fakat Sirin'inkinden ayrı olarak, bir köle sahibinin mahkemece mükâtebeye zorlandığına dair tek bir rivayet yoktur. O halde, Hz. Ömer'in bu kararı yasal bir karar olamaz. Bu konuda söylenebilecek tek şey, Hz. Ömer'in yargıç olmasının yanısıra, müslümanlar için bir baba gibi olduğu ve yargıç olarak müdahale edemeyeceği yerde babalık otoritesini kullandığıdır.
58. Genel olan bu hüküm köle sahiplerine müslümanlara ve İslâm hükümetine hitap etmektedir.
a) Köle sahibine, mükâtebe ile kararlaştırılan paranın bir kısmından geçmesi talimatı verilmektedir. Sahabelerin, bu paranın büyücek bir miktarını kölelerine bağışladıklarını ifade eden rivayetler vardır. Hz. Ali (r.a) dörtte birini bağışlar ve başkalarını da aynı şekilde davranmaya teşvik ederdi. (İbn Cerir) .
b) Müslümanlardan, hürriyetlerine kavuşmak için yardım isteyen kölelere cömertçe yardım etmeleri istenmektedir. 'Zekâtın Kur'an'da belirtilen harcama yerlerinden biri de "kölelerin fidyesi"dir. (Tevbe: 60) Allah katında köle azad etmek büyük bir fazilettir (Beled: 13) Bir rivayete göre, bir bedevi Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek cenneti kazanmak için ne yapması gerektiğini kendisine söylemesini rica eder. Hz. Peygamber (s.a) şöyle cevap verir: "En kısa yoldan en önemli şeyi sordun. Köle azad et ve onların hürriyetlerine kavuşmalarına yardımcı ol. Birine bir inek verdiğinde, sütlü olanı ver. Akrabana nazik davran. Sana kaba davransalar bile. Bunları yapamazsan, yoksulları doyur, susuzlara su ver, halkı ma'rufu emretmeye ve münkerden nehyetmeye çağır. Bunu da yapamazsan, dilini tut, konuşacaksan hayır konuş, aksi halde sus" (Beyhakî) .
c) İslâm hükümetine, zekâtın bir kısmını kölelerin hürriyetlerine kavuşturulması yolunda harcaması tavsiye edilmektedir.
Burada yeri gelmişken şu noktayı belirtmeliyiz: Eskiden köleler üç sınıfa ayrılırdı: 1) Savaş esirleri, 2) Ele geçirilip köleleştirilen hür kimseler, 3) Babalarının neden köle olduğunu ve başlangıçta bu kategorilerden hangisine girdiklerini bilmeyen miras kalmış köleler. İslâm'dan önce, dünyanın kalan bölgeleri gibi, Arabistan da her üç türden kölelerle doluydu. Toplumun tüm sosyal ve ekonomik yapısı hizmetçi ve ücretlilerden daha çok kölelerin emeğine dayanıyordu. İslâm'ın önündeki ilk sorun, miras kalmış köleler sorununa el atmak ve ardından, gelecek tüm zamanlar için kölelik sorununa tam bir çözüm bulmaktı. İlk sorunu ele alırken, İslâm, tüm sosyal ve ekonomik sistemi bütünüyle felç edip, Arabistan'ı Amerika'dakinden daha yıkıcı bir iç savaşa sürükleyerek, sorunu bugün zencilerin her türlü hakaret ve aşağılanmaya maruz kaldığı Amerika'daki şekliyle bırakacağından, miras kalmış köleleri hemen sahiplerinin elinden kurtarmaya kalkmadı. İslâm bu tür çılgınca bir reform politikası izleyemezdi. Bunun yerine, kölelerin azad edilmesi için manevî-ahlâkî bir hareket başlattığı ve halkı ahirette kurtuluşa ermek için, veya günahlarının keffareti olarak, ya da mükâtebe yöntemini kabul etmekle isteyerek kölelerini serbest bırakma yolunda eğitici ve harekete geçirici faktörler, ikna, dini emirler ve yasal yaptırımlar kullanma yolunu seçti.
Yolu açmak için bizzat Hz. Peygamber 63 köle azad etti. Hanımlarından Hz. Aişe 67, amcası Hz. Abbas 70 köle azad ettiler. Sahabeler içinde Hakim b. Hizam 100, Abdullah b. Ömer 1000, Zülka'le Himyeri 8000 ve Abdurrahman b. Avf 30.000 köle azad ettiler. Diğer sahabeler bu arada Hz. Ebu Bekir ve Hz. Osman yine çok sayıda köle azad ettiler. Allah'ın rızasını kazanmak için halk yalnızca kendi kölelerini azad etmekle kalmadılar, başkalarından da köleler satın alıp hürriyetlerine kavuşturdular. Sonuçta, Raşid Halifelik sona ermeden önce mirasa konu olan kölelerin hemen hepsi hürriyetlerini elde etmiş bulunuyorlardı.
Köleliğin gelecekteki durumu konusunda, İslâm hür insanların kaçırılıp, köle olarak alınıp satılmalarını bütünüyle yasaklamıştır. Savaş esirlerinin ise, müslüman savaş esirleriyle değiştirilinceye, ya da fidye karşılığında serbest bırakılıncaya kadar köle olarak tutulabilmelerine izin vermiş fakat emretmemiştir. Bir yandan kölelerin mükâtebe suretiyle hürriyetlerini kazanmalarına imkân tanırken, öte yandan köle sahiplerini Allah'ın rızasını kazanmak ve günahlarına keffaret olması için veya öldüğünde kölesinin azad edilmesini istemek, ya da istemiş olsun olmasın efendisinin ölümüyle çocuk doğurmuş cariyelerin serbest kalması şeklindeki yollarla faziletli bir hareket olarak tıpkı miras kalmış köleler gibi, bu tür köleleri de serbest bırakmaya teşvik etmiştir. Budur İslâm'ın kölelik sorununu çözme yolu. Bu çözümü kavramaya çalışmayan cahiller, itirazlar yükseltirken, özür dileyiciler ise her türlü özrü ileri sürmekte ve bazen de İslâm'ın hiçbir surette köleliğe izin vermediğini söylemek zorunda kalmaktadırlar.
59. Bu, cariyeler iffetli ve faziletli bir hayat yaşamak istemezlerse, fuhşa zorlanacaklardır demek değildir. Denmek istenen, bir cariye kendi iradesiyle ahlâksızlıkta bulunursa, bundan onun sorumlu olduğu ve kanunun yalnızca kendisine karşı uygulanacağıdır. Buna karşı, eğer sahibi cariyeyi ahlâksızlığa zorlarsa, bu durumda sorumluluk onun olur, kanun da ona karşı işleyecektir. "Dünya hayatının serip verdiğini elde etmek için" ifadesi ise, efendinin cariyesinin gayri ahlâkî kazancına ortak olmadığı takdirde cariyeyi fuhşa zorlamakla günah işlemiş olmaz anlamında bir şart ve sınırlama getirmek için değildir. Burada amaç, bu yolla elde edilen her türlü kazancın, gayri meşru ve gayrı ahlâkî yollardan geldiği için haram olduğunu açıklamaktır.
Bununla birlikte, bu emrin tüm anlam ve kapsamını yalnızca metinden çıkarmak mümkün değildir. Bu nedenle, emrin vahyedildiği dönemde geçerli olan tüm şartları hakim ortamı yerinde tesbit etmek gerekir. Bu zamanda Arabistan'da fuhuş, "evcil" fuhuş ve açık fuhuş olarak iki şekildeydi.
a) Evcil fuhuş, koruyucuları bulunmayan azad edilmiş cariyelerce, ya da ailevî veya kabilevî desteği bulunmayan hür kadınlarca yapılırdı. Bunlar bir eve yerleşir ve cinsel doyum karşılığında geçimlerini sağlamak için aynı anda birden fazla erkekle anlaşma yaparlardı. Çocuk doğacak olursa, anne onu ilişkide bulunduğu erkeklerden istediğine atfeder ve toplumda bu adam onun babası sayılırdı. Cahiliyye bulunduğu döneminde yerleşik bir adet halini alan bu durum, evlilikle hemen hemen eş statüdeydi. İslâm gelince, bir kadının ni-kâhla tek bir kocanın bulunduğu durumları yasal evlilik olarak kabul etti ve tüm diğer cinsel doyum şekillerini zina ve dolayısıyla ceza gerektirici suçlardan saydı. (Ebu Davud) .
b) Yalnızca cariyelerin yaptığı açık fuhşun iki türü vardı:
1) Cariyeler her ay sahiplerine büyük miktarda belli bir para ödemeye zorlanır ve bunu da ancak fuhuş yoluyla kazanabilirlerdi. Cariye sahibi, paranın nasıl kazanıldığını çok iyi bilirdi ve gerçekte, özellikle bu yolla kazancın normal çalışma ücretlerini çok çok aştığı bir zamanda böylesine ağır bir yükü zavallı cariyenin üzerine yüklemenin başka bir amacı da yoktu.
2) Genç ve güzel cariyeler genelevine konur ve kapıya isteyenin orada şehvetini doyurabileceğini gösteren bir bayrak asılırdı. Böylece çalışan kadınlara "kalikiyyat" ve çalıştıkları evlere de "mevahir" denirdi. Dönemin tüm önde gelen kişileri bu türden fuhuş yuvalarına sahipti ve onları işletiyorlardı. Hz. Peygamber'in hicretinden önce Medine krallığına getirilmiş bulunan ve Hz. Aişe'ye iftira olayında başrolü oynayan münafıkların başı Abdullah b. Übeyy'in böyle bir evi vardı ve içinde altı güzel cariye çalışıyordu. O bunlarla yalnızca para kazanmakla kalmıyor, aynı zamanda Arabistan'ın çeşitli yörelerinden kendisini görmeye gelen önemli misafirlerini de eğlendiriyordu. Bu yolla doğan çocukları da, köleler ordusunun gücünü ve görkemini artırmada kullanıyordu. Bu fahişelerden olan Muazele İslâm'ı kabul edip, geçmiş günahları için tevbe etmek dileyince, İbn Übeyy kendisine işkence etmişti. Kadın Hz. Ebu Bekir'e şikayette bulunmuş, o da meseleyi Hz. Peygamber'e getirmişti. Hz. Peygamber (s.a) . kadının bu zalim adamdan alınmasını emretti. (İbn Cerir, cilt: 18, sh: 55-58, 103-104, el-İstiab. Cilt: 2, sh: 288-289) .
İşte ayetin indiği zamandaki şartlar buydu. Eğer bu şartlar gözönüne alınırsa, ayetin amacının yalnızca cariyeleri fuhşa zorlamayı yasaklamak değil, İslâm devletinin sınırları içinde fuhşu da her türüyle gayri meşru ilân ederek yasaklamak olduğu açıklık kazanacaktır. Bununla birlikte, geçmişte bu işe zorlananlar hakkında da genel af ilânında bulunulmuştur.
Bu hükmün inmesinden sonra, Hz. Peygamber (s.a) şöyle buyurdular: İslâm'da fuhşa yer yoktur." (Ebu Davud) . Rasûlullah'ın bu bağlamda koyduğu ikinci hüküm, zina yoluyla elde edilen tüm kazançların haram, necis ve bütünüyle yasak olduğudur. Rafi b. Hadic'in rivayetine göre, Hz. Peygamber (s.a) bu tür kazancı necis, en kötü mesleğin ürünü ve en kirli gelir olarak nitelemiştir. (Ebu Davud, Tirmizi, Nesaî) . Ebu Huzeyfe'ye göre, o fuhuş yoluyla kazanılan parayı haram saymıştır. (Buhari, Müslim, Ahmed) . Ebu Mes'ud Ukbe b. Amr, Hz. Peygamber'in (s.a) halkı fuhuş kazançlarını almaktan men ettiğini söyler. (Kütübü Sitte ve İmam Ahmed) .
Bu konudaki üçüncü hüküm, cariyenin meşru olan el işlerinde kullanılabileceği, fakat, sahibinin ne kadar gelir getireceği belli olmayan bir iş için cariyeye belli bir miktar yükleyemeyeceğidir. Rafi b. Hadic'e göre, Hz. Peygamber (s.a) ne kadar kazandıkları bilinmeden cariyelerden herhangi bir kazancın kabul edilmesini yasaklamıştır. (Ebu Davud) . Rafî b. Rifaa el-Ensarî aynı hükmü daha açık bir surette ifade ederek şöyle der: "Rasulullah, ekmek pişirme, pamuk eğirme, yün ya da pamuk tarama gibi el işleriyle (bunu eliyle gösterdi) kazandıkları dışında, bizi cariyenin kazancını kabul etmekten men etti." (Müsned-i Ahmed, Ebu Davud) . Müsned-i Ahmed ve Ebu Davud'da Ebu Hureyre'den nakledilen bir başka rivayette, cariyenin haram yollarla elde ettiği paranın alınması yasaklanmaktadır. Böylece Rasûlullah, ayete uygun olarak, o zaman Arabistan'da icra edilen tüm fuhuş türlerini dini emir ve kanunla yasaklamış oluyordu. Bütün bunların üstünde, onun Abdullah b. Übeyye'nin cariyesi Muazele'yle ilgili verdiği karar, cariyesini fuşa zorlayan bir kişinin, bu cariye üzerindeki sahiplik haklarını yitireceğini göstermektedir. Bu, İbn Kesir'in Müsned-i Abdürrazak'a dayanarak İmam Zührî'den naklettiği bir rivayettir.