101- Biz onlara zulmetmedik, ancak onlar kendi nefislerine zulmettiler. Böylece Rabbinin emri geldiği zaman, Allah'ı bırakıp da taptıkları ilahları, onlara hiç bir şey sağlayamadı, 'helak ve kayıplarını' arttırmaktan başka bir işe yaramadı.
102- Onlar, zulüm işlemektelerken, -ülkeleri (veya kuşakları) yakaladığı zaman- Rabbinin yakalayıvermesi işte böyledir. Gerçekten O'nun yakalayıvermesi pek acıklı, pek şiddetlidir.
103- Ahiret azabından korkan için bunda kesin ayetler vardır.(105) O, bütün insanların kendisinde toplanacağı bir gündür ve o, gözlemlenebilen bir gündür.
104- Biz onu sayılı bir sürenin (ecelin) dışında ertelemeyiz.
105- (Kıyametin) Geleceği günde, O'nun izni olmaksızın, hiç kimse söz söyleyemez.(106) Artık onlardan kimi 'bedbaht ve mutsuz', (kimi de) mutlu ve bahtiyardır.
106- Mutsuz olanlar ateştedirler, onlar için orda (kahırla ve acıyla) nefes alıp vermeler vardır.
107- Onlar, Rabbinin dilemesi dışında gökler ve yer sürüp gittikçe,(107) orada temelli kalacaklardır. Çünkü Rabbin, gerçekten dilediğini yapandır.(108)

AÇIKLAMA

l05. Yani, "bu tarihi olaylarda, Peygamberler tarafından haber verilip uyarılmış olan ahiret azabının kaçınılmazlığı üzerine derin derin düşünenlere açık seçik görünecek bir ayet vardır. İnsan bu azabın ne kadar korkunç olduğunu rahatça düşünebilir. Bu tasavvur onu öyle bir korkuya iter ki, Sırat-ı Müstakim üzere olur."
Şimdi meseleyi düşünelim: Bu tarihi olaylar ahiret ve ahiret azabı hakkında nasıl birer ayet olabiliyorlar? Yalnızca bir olaylar kolleksiyonu olarak değil de, üretken mantıki sonuçlara varmanın vasıtaları olarak tarihe bakıp onun üzerinde derin ve eleştirel araştırmalar yapan bir kimse, topluluk ve ulusların yükseliş ve çöküşlerinde düzenli bir ardışıklık (tevali) bulacaktır. Dahası bu kimse bu yükseliş ve çöküşlerin olağanüstü bir biçimde işleyen manevi yasalara göre vuku bulduğunu da anlayacaktır. Görecektir ki, Allah Zül Celal, belli bir asgari standardın üzerindeki manevi (ahlaki) sınırları gözeten toplumları yükseltmiş, bu standardın altına düşenlerin seviyesini düşürmüştür. İkincilere yollarını belki değiştirirler diye mühlet vermiş, fakat buna rağmen sapık yollarına devam etmişler ve tüm bir helakı gerektirecek denli aşağı derecelere düşmüşlerse, diğerlerine ders olsun diye onları yok etmiştir. Düzenli safhalar halinde oluşan bu hadiseler, ödül ve cezanın ilahi yasanın sürekli bir parçası olduğu konusunda hiçbir kuşkuya mahal bırakmamaktadır.
Farklı topluluklara uygulanmış cezaları daha yakından incelemek şunu açıkça gösterecektir ki, bu cezalar her ne kadar belli bir ölçüde adaletin gereği olarak infaz edilmiş idiyse de, adaletin tam anlamıyla icra edilebilmesi için hala birşey eksik kalmış görünüyordu, zira suçlular yalnızca bizzat işlediklerinin ceremesini çekmişlerdi. Peki kendilerinden sonraki haleflerine bıraktıkları kötü örneğin karşılığı ne olacaktı?
Tarih araştırmalarının açıkça gösterdiği şey, "mücazat kanunu"nun, hükmünü ve adaletin gereğini yerine getirmek zorunda olduğudur. Böyle olmalı ki, topluluklar, kendilerinden sonraki izleyicilerine bıraktıkları kötülük mirası yüzünden cezalandırılabilsinler. Akl-ı selim ve adalet, bu dünyadaki hayatların sözkonusu "mücazat kanunu"nu tam anlamıyla uygulamak üzere bütünüyle tekerrürünü gerektirmektedir. Dolayısıyla Kadir-i Mutlak, tüm toplumları bu amaçla var edecek ve onları neye layıksalar onunla ödüllendirecek/cezalandıracaktır. (Bkz. Yunus. an: l0, A'raf. an: 30)
l06. Bu, şefaatçılarının (aracılarının) kendilerini O günün azabından koruyacaklarına inanan akılsızlara bir uyarıdır. Bu kimseler, şefaatçılarımız bizi kurtarır, onlar kendi günahkar izleyicilerini bağışlatmak üzere Allah'tan izin koparabileceklerine göre bizi azaptan korurlar zannıyla kötü ameller işlemekten sakınmaları için uyarılmaktadırlar böylece. Bu uyarının nedeni onların, ne pahasına olursa olsun Allah'ın üzmek istemeyeceği sevgili gözdelerine inanıp güvenmeleri, onları başlı başına bir güvence saymalarıdır. Herhangi bir etki uyandırmak için değil, tamamen hakikatı ifade etmek üzere, kendilerine O'nun izni olmaksızın şu gözdelerin herhangi bir dahli olamayacağı söylenmektedir. Hiçbir veli, hiçbir melek, gücü ya da etkisi ne kadar yüksek olursa olsun, O'nun izni olmaksızın o yüce mahkemede tek kelime edemez. Bu yüzden Allah 'tan gayrısına bel bağlayıp bu tür şefaatçılar (yahut aracılar) edinerek, onların kendilerini ahiret gününün azabından koruyacakları umuduyla bu dünyada rahat rahat günah işleyenler, ne kadar akılsızca davrandıklarını anlayacakları için nihayette hayal kırıklığına uğrayacaklardır.
l07. l05 ve l06. ayetlerde geçen "gökler ve yer devam ettiği sürece" ifadesi, sözkonusu kimselerin uğrayacakları azabın sürekliliğini belirtmek veya ahirette yeni bir yeryüzünün, yeni göklerin yaratılacağına işaret etmek için zikredilmektedir. Yer ve gökler iki sebepten dolayı varolmaya devam edemez: Birincisi, Kur'an'a göre gökler ve yerin kıyamet gününde değiştirileceği gerçeğidir; ikincisiyse bu ayetlerde zikredilen olaylar ahirette meydana gelecektir.
l08. Bu ifade, onları ebedi azaptan kurtaracak hiçbir gücün bulunmadığını vurgulamak için zikredilmiştir. Kuşkusuz Allah dilediği kimseyi affeder, ayrıca istediği kimsenin azap süresini de değiştirebilir; zira bu yasaları kendisi için koymuştur ve O'nun yasası üzerinde, O'nun gücünü sınırlayacak herhangi bir yasa mevcut değildir.