87- Dediler ki: "Ey Şuayb, senin namazın mı(96) atalarımızın taptığı şeyleri bırakmamızı ya da mallarımız konusunda dilediğimiz gibi(97) davranmaktan vaz geçmemizi emretmektedir. Çünkü sen, gerçekte yumuşak huylu, aklı başında (reşid bir adam) sın."
88- Dedi ki: "Ey kavmim görüşünüz nedir-söyler misiniz? Ya ben Rabbimden apaçık bir belge üzerinde isem ve O da beni kendisinden güzel bir rızık ile(98) rızıklandırmışsa? Ben, size yasakladığım şeylere (kendim sahiplenmek suretiyle) size aykırı düşmek istemiyorum.(99) Benim istediğim, gücüm oranında yalnızca ıslah etmektir. Benim başarım ancak Allah iledir; O'na tevekkül ettim ve O'na içten yönelip dönerim."
89- "Ey kavmim, bana karşı gelişiniz, sakın Nuh kavmini ya da Hûd kavminin veya Salih kavminin başlarına gelenlerin bir benzerini size de isabet ettirmesin. Üstelik Lût kavmi size pek uzak değil.(100)

AÇIKLAMA

96. Bu sıkıştırıcı soru Allah'tan gafil topluluğun, Hz. Şuayb (a.s) ve diğer Allah'tan sakınan insanların ibadet törenlerine karşı beslediği nefret hislerinin bir ifadesiydi. Köşeye sıkıştıracakları hedef olarak, namazı seçmelerinin nedeni onun gerçek dinin ilk ve önde gelen zahiri (göze çarpan) ibadet şekli olmasıydı ve bu şekliyle tanrıtanımaz inkarcıların nefretini çekmesi doğaldı. Bu nefret bugün de bile isteyerek inkar yollarını izleme dileğinde olanlar arasında geçerli olabilmektedir. Çünkü onlar da (namaz gibi) dini ibadetleri kendi şerir yolları için en büyük tehdit kabul etmektedirler. Namazı yaklaşan felaketin (!) göstergesi olarak değerlendirdikleri için, namazı ikame edenleri köşeye sıkıştırmaya başlarlar. Çünkü onlar bilirler ki "dindarlık illeti"nin kurbanları yalnızca kendi ıslahıyla yetinmeyecekler, başkalarını da ıslah etmek için ellerinden geleni yapacaklardır.
Korkarlar; zira bu illete yakalanan kimse kendilerine dine bağlılığı hak yolları tebliğ edecek ve kendilerinin Allah'a kayıtsız, maneviyat yoksunu yollarını eleştirecektir.
İşte namaz bu yüzden inkarcıların hedefi haline gelmektedir. Ve bir kimse namazı gerçekten kılıyorsa hakikatleri tebliğe başlar ve onların kötü yollarını eleştirir. Nitekim korktukları budur ve bu yüzden sanki tüm belaların nedeni namazmış gibi onu giderek artan bir şiddetle yuhalarlar.
97. Bu iki şey gayet açık bir şekilde İslami yolla "cahili" yolu birbirinden ayırmaktadır. "Cahili" yol bir kimsenin atalarının yolunu izlemesi gerektiği varsayımına dayanır; bu düşünüşe göre bir şeyin atalardan tevarüs edilmesi (kabulü için) yeter sebeptir. (Cahili yolu izleyenlerin dayandığı) ikinci varsayım bir kimsenin inanç ve dininin yalnızca ibadet törenlerine ilişkin olduğu, dünya hayatıyla hiçbir ilişkisinin bulunmadığı ve bu hayatta herkesin canının istediğini yapabileceği yolundadır. Buna karşılık Allah'a teslimiyeti esas almayan herhangi bir yolu ve yöntemi batıl ve dolayısıyla izlenemez bir yol olarak görür. Zira O'nun yolu dışındaki hiçbir yol gerçek olduğunu kanıtlayacak, ne akıldan ne ilimden ve ne de vahiyden bir delil bulabilir. Ötesi, İslam yalnızca ibadet törenleriyle sınırlandırılamaz, kendi bütünlüğü içinde hayatın kütürel, sosyal ve ekonomik tüm yönlerini kapsar. İnsanın sahip olduğu her ne varsa gerçekte Allah'ın olması ve dolayısıyla sahip olduğu şeylerde keyfince tasarruf hakkının bulunmaması yüzünden böyledir bu.
Buradan anlaşıldığına göre, Hz. 'Şuayb'ın (a.s) kavminin sahip olduğu şeyleri keyfince tasarruf edebilme talebi, hayatın dini ve dünyevi şeklinde iki ayrı bölmeye ayrılması teorisine yeni bir şey eklenmediğini göstermektedir. Aşağı-yukarı 3500 sene önce Şuayb kavmi, bugün batılının ve batılılaşmış toplulukların ısrar ettikleri bölünmede (din-dünya) ısrar etmişlerdi. Dolayısıyla batılı(laşmış) ların bu tür bir ayrımı evrimsel bir sürecin sonucu olarak insan tarafından gerçekleştirilmiş "zihni ilerleme" fikriyle insanlığın "aydınlanma"sının bir sonucu olarak görmeleri yanlıştır, batıldır. Çünkü ortada aydınlanma yok, karanlık vardır; bugünün karanlığı da yine binlerce yıl öncesinin karanlığı kadar yoğundur ve İslam geçmiş devirlerde olduğu gibi şimdi de bu karanlığın karşısındadır.
98. Burada "rızk" iki anlamı içerir. Allah'ın hakikat bilgisinden bahşettiği rızk ve hayatın ihtiyaçlarından bahşettiği rızk. Birinci anlamıyla, bu surede Hz. Muhammed (s.a) , Hz. Nuh (a.s) ve Hz. Salih (a.s) tarafından tebliğ edilenle aynıdır: "Allah bana vahyederek hakikatın bilgisini bahşetti. Nitekim afak ve enfüz ayetleri üzerindeki derin müşahedeler de beni aynı bilgiye ulaştırmıştı. Bu yüzden artık sizin batıl inançlarınıza, gayri meşru uygulamalarınıza ortak olamam." İkinci anlamıyla alındığında da (rızk kelimesinin kullanılışı) onların şu şekildeki sıkıştırmalarına bir cevap teşkil eder: Gerçekten sen ülkede bulunan yegane halim (yumuşak huylu) ve reşid (aklı başında, olgun) kişisin". Ve dolayısıyla şu anlama gelir: "Madem ki Allah beni hem hakikatın bilgisiyle hem de dünya nimetleriyle rızıklandırdı, sizin bu çabalarınız bu nimeti külfete döndüremez. Dolayısıyla dalaletinizi hidayet, gayri meşru davranışınızı, meşru göstermek gibi bir nankörlüğe asla düşmeyeceğim demektir."
99. Yani, "Size neyi tebliğ ediyorsam bizzat uyguluyor olmam iddiamın hakikat olduğuna bir delildir. Sözgelimi ben size tanrı ve tanrıçalarınıza ait kutsal (!) yerlere ziyaretinizi yasaklasaydım da kendim böyle bir tapınağın muhafızı olsaydım bana karşı ileri sürdüğünüz, benim Tevhid inancım yalnızca kendi ticaretime yer açmak ve başkalarının "işleri"ni baltalamak için tebliğ ettiğim şeklinde suçlamanızda haklı olabilirdiniz. Aynı şekilde eğer size gayri meşru vasıtaların kullanımını yasaklasaydım da aynı vasıtaları kendi ticaretim (çıkarım) doğrultusunda kullansaydım, bana karşı yönelttiğiniz, benim sizlere doğruluğu yalnızca kendi çıkarımın idamesi yolunda itibar kazanmak için emrettiğim şeklindeki itirazınızda haklı olurdunuz. Fakat sizler de şahitsiniz ki size yasakladığım şeyden kendim de sakınıyorum, sizi arındırmak istediğim pisliklerden kendimi de muhafaza ediyorum, kısaca sizi davet ettiğim yolu bizzat kendim izliyorum. Tüm bunlar size ilettiğim mesajın hak olduğuna kendimin de inandığını gösteren apaçık birer delildir.
l00. Yani, "Ülkeniz, helak edilmiş olan Lut kavminin ülkesinden hiç de uzakta değil, aksine çok yakın ve henüz aradan çok uzun süre de (600 sene) geçmiş değil."