173- Ya da: "Bizden önce ancak atalarımız şirk koşmuştu, biz ise onlardan sonra gelme bir kuşağız; işleri batıl olanların yaptıklarından dolayı bizi helak mi edeceksiniz?(135) dememeniz için.

AÇIKLAMA

135. Kendisi için bütün insanlardan söz alınan ve bu ayetin konusu olan husus: Her bir şahsı işlediği fiiller hususunda bilinçli ve tam mesul yapmaktır ki, böylece Rablerine karşı asi olanlar suçlarından dolayı hesaba çekilebilsinler. Gene izaha kavuşturulmalıdır ki, bu antlaşmadan sonra bir kimse, bir suçu, bilgisizlik yüzünden işlediği için temize çıkmaya ya da inhiraflarının sorumluluğunu kendinden evvel geçenlere yıkmaya kalkışamaz. Yine Allah; bu sözü almakla, onların kalblerine, kendilerinin Rabbinin yalnız O, ve ilahlarının da gene yalnızca kendisinin olduğu hususunun zerkedildiğine dikkat çekmektedir. Binaenaleyh, hiçbir kimse, "Ben bundan tamamen habersizdim" veya "kötü çevrem tarafından yoldan saptırıldım" diyerek sapkınlığının sorumluluğunu üstlenmekten kendini vareste kılamaz.
Şimdi bu bağlamda, muhtemelen ortaya çıkabilecek bir iki soruyu düşünelim: Bu ahitleşmenin vukubulduğunu farzedecek olursak, bu konuda herhangi bir hatırlamaya sahip miyiz? Ve yaratılışımız sırasında, kimimiz Allah'ın huzuruna getirildiğinin ve bahsi geçen konuşmanın hakikaten meydana geldiğinin şuurunda? Eğer cevaplar olumsuz ise, o zaman nasıl olur da ne hatırladığımız ve ne de farkında olduğumuz böyle bir misakın bize karşı delil olarak getirilmesi hakkaniyete uygun olur?
Cevap şöyle olacaktır, evet bu misak bize bir şahit olarak getirilecektir, çünkü her ne kadar onun anısı ve idraki hatırımızdan ve bilincimizden gittiyse de, bu bilinç altında (sub-consconsmind) ve vicdanda muhafaza edilmektedir.
Bellek ve idrakimizden niçin silinip gittiği sorusuna gelince, eğer bir misakın tesiri hafıza ve şuurumuzda devamlı canlı taze kalsaydı, o zaman herkes otomotikman onu yerine getirir ve dolayısıyla da imtihan ve yargılamanın bir anlamı kalmazdı. Böylece insanın esas yaratılış gayesi anlamsızlaşırdı. Oysa ki, bu bir potansiyel olarak bilinç altında ve vicdanda (Intuition) muhafaza edilmektedir. Ve diğer la-şuurî bilgi branşlarında da olduğu gibi keşf, sezgi ve derunî (internal) faktörlerle bu, bilinç haline, şuur haline çıkarılabilmektedir. Hakikat şu ki, insanlık, kültür, uygarlık, ahlâk, bilim ve bütün diğer beşerî faaliyetlerde ne başardıysa, aslında potansiyel olarak, daha önceden gizli olanın, harici (externel) faktörler ve sezgi yoluyla dışarıya çıkarılmasıdır bu. Öte yandan, hiçbir eğitim, terbiye, çevre, dış faktör ve sezgi, bilinç-altında saklı yetenek olarak zaten yatmakta olandan başka birşey vücuda getiremez. Ve, aynı şekilde, bu faktörlerden hiçbirisi de bilinç altında saklı olanı, hiçbir surette silmeye muktedir değildir. En fazla belki onun tabiatını tahrif edebilirler ama bütün çabalarına rağmen o güç, gizli olarak şuuraltında var olmaya devam edecek ve haricî faktörlerin uyarılarına karşılık olarak da zahire çıkmaya çalışacaktır. Aşağıdakiler bütün saklı bilgi dalları için geçerlidir:
-Tüm bunlar, saklı olarak bilinçaltımızda vardırlar ve günlük eylemler halinde gözüktüklerinde var olduklarını kanıtlarlar.
-Bütün potansiyel bilgiler, dış tesirin bir karşılığı olarak pratik şekil alması için öğrenim ve eğitim vb. gibi haricî uyarıcılara ihtiyaç gösterirler.
-Bütün bu saklı güçler, kötü arzu, çevre ve yoldan çıkarmalarla bastırılabilir, uyutulabilir ama hiçbir zaman tümüyle bilinç altından silinemez. Bu yüzden de içsel duygular ve harici çabalarla düzeltilip yeniden döndürülebilirler.
Alemdeki konumumuz ve alemin yaratıcısı ile olan alâkamız hususunda hissi bilgimiz için de aynı şeyler söylenebilir.
Bu bilginin gerçekten var olduğu, yeryüzünün her ucundaki insan hayatının her döneminde, her yerleşiminde, her kuşak ve her neslinde arada sırada tezahür ederek hiçbir beşerî gücün onu silmeye güç yetiremediğinin ortaya konmasıyla ispatlanmaktadır.
Bu, ayrıca ne zaman bu bilgi pratik hayata uygulanmışsa, her zaman iyi ve faydalı sonuçlar doğurduğu gerçeğine de uymaktadır.
Bu bilgilerin zahire çıkması ve pratik şekiller alması için daima bazı haricî sebeplere ihtiyaç duyulmuştur. İşte bu nedenle, peygamberler, semavî kitaplar ve peygamberlerin yolundan giden davetçiler, bu işlevi görmektedirler. Bundan dolayı Kur'an-ı Kerim, bunlara "hatırlatıcılar" demektedir. Çünkü bu peygamberler, semavî kitaplar ve Hakka davetçiler insanların zihinlerinde yeni birşeyler yaratmıyor, aksine bazı hatırlatmalarla, kendilerinde zaten gizli potansiyel olarak bulunanı canlandırıyor ve günyüzüne çıkarıyorlar.
İnsanın bilincindeki bu gizli bilginin var oluşunun başka bir kanıtı da, her çağda bu davetçilerin çağrısına olumlu karşılık vermiş olması ve onun sesini tanır tanımaz hemen ortaya çıkmasıdır.
Belki de hepsinden önce bu bilginin varlığı hakkındaki en büyük delil; bastırmak, susturmak, örtmek ve değiştirmek için şiddetli ve sürekli çabalara rağmen halâ insanoğlunun kalbinde yaşamış olmasıdır. Her ne kadar cehalet ve ahmaklık, hırs ve önyargı, saptırıcı ve iğva edici güçler; şirk, tanrıtanımazlık, dinsizlik ve sapıklık üretmekte başarılı olmuşlarsa da, bütün bu şer güçler, bu fıtrî bilgiyi insanın kalbinden silip atamamışlardır. Bunun içindir ki, ne zaman o bilgiyi yeniden diriltmek için çaba sarfedilse, hemen günyüzüne çıkacaktır.
Hesap gününde, bu fıtrî bilginin nasıl şahitlik yapacağına gelince Allah, bütün insanların, İlâh ve Rabb olarak yalnızca O'nu kabullendikleri Misak'ın anısını yeniden tazeleyecek, canlandıracak ve sonra da dünyada iken mütemadiyen reddetmelerine rağmen bu bilginin kalblerinde gömülü olarak kaldığını onlara gösterecek, bu ahitleşmenin izlerinin her zaman zihinlerinde olduğunu ispat etmek için gene bizzat onların kendilerinden şahitler bulacak ve fıtrî bilginin sesini nasıl ve ne zaman bastırdıklarını hayatlarının kayıtlarında onlara gösterecektir. Keşfi bilgilerinin, inhiraflarına nasıl ve ne zaman isnat ettiği ve gene bu bilginin, Hakka davet eden tebliğcilerin çağrısına uymaya onları nasıl zorladığı ve onların da çeşitli bahanelerle bu derunî-içsel sesi nasıl susturdukları kendilerine gösterilecektir. Bütün gizli şeylerin açığa çıkarılacağı o anda, hiçbir kimse artık bir mazeret bulamayacaktır. Herkes suçunu açık ve doğru ifadelerle itiraf edecektir. İşte bu yüzden Kur'an, insanların "bizim bu anlaşmadan bir haberimiz yoktu" diyemeyeceklerini, aksine "Biz inkârcılardandık ve bile bile gerçeği yalanladık" diyerek itiraf etmek zorunda kalacaklarını söylemektedir. Bunlar, inkârcı oluşları konusunda kendi kendileri aleyhine de şahitlikte bulunacaklardır. "...Kendi aleyhimize şahidiz" dediler..." (En'am: 130) .