14. BÖLÜM: FERÂİZ (MİRAS HUKUKU)
BAHSİ
ALLAH (CC)'IN FARZ KILDIĞI HAK VEYA "FERÂİZ"
1896 Ehliyet sahibi her insan; Allahû Teâla (cc)'ya iman etmek ve İslâmın çizdiği
hududlar içerisinde hayatını devam ettirmek borcundadır. İmtihan alanını ve zamanını
Allahû Teâla (cc) tâyin eder. İnsana düşen görev; hiç bir mâzeret ileri sürmeden
"Bugün ölecekmiş gibi" hesâb gününe hazır olmaktır. Her canlının; er veya geç
ölümü tadacağı kat'i nass'larla sabittir. İnsan ölünce; geriye (az veya çok) Allah'ın
kendisine ihsan ettiği nimetleri bırakır!.. Bu noktada karşımıza: "-Bu nimetler
kimlere ve ne şeklide teslim edilecektir? suali çıkar!.. Allahû Teâla (cc)'nın
kat'i nasslarla edâ edilmesini emrettiği hususlardan birisi de; mirâs'ın hak sahiplerine
teslimidir. "Mirâs, irs, verâset, tevârüs, mûris, vâris" aynı kökten kelimeler
olup masdarının lûgat manası; geçmek, halef olmak ve intikâl etmektir. Mirâs'ın
mahiyetini ve taksimini beyan için kullanılan ıstılâhlardan birisi de "Ferâiz"dir.
Kur'ân-ı Kerîm'de "Mirâs payları" açıklandıktan sonra: "(Bu hükümler ve hisseler)
Allah'dan birer fârizadır. Şüphesiz ki Allah hakkı ile bilicidir. Yegane hüküm
ve hikmet sahibidir"(1) hükmü beyan buyurulmuştur. Buradaki "Fâriza" Allah'ın
farz kıldığı hak, ayırdığı hisse manasınadır, çoğulu "Ferâiz"dir.(2) Bilindiği
gibi "Farz" kelimesi; takdir etmek, kat'i olarak kesmek manasına gelir.(3) İslâmi
ıstılâhta ise; kat'i nasslarla sâbit olan hükme "Farz" denilmiştir. İbn-i Abidin
"Farzın hükmünü" izah ederken: "Farzın hükmü: onu şüphe götürmeyecek şekilde inkâr
edenin kâfir olmasıdır. İstihfaf (hafife alma) ve istihza da, inkâr hükmündedir"(4)
buyurmuştur. "Ferâiz ilminin hedefi; Allahû Teâla (cc)'nın tayin etmiş olduğu
hakları, hak sahiplerine ulaştırmaktır. Dolayısıyla buna mani olmak; hangi sebeble
olursa-olsun, kat'i bir zulümdür. Eğer herhangi bir hak; sahibinin rızâsının dışında,
başkasına verilirse "Haram" gündeme girer!.. İslâm ûleması: "Ferâize göre taksim
edilen mirâsın helâl, hevâ ve heveslere (şahsi kanaatlere) göre dağıtılan mirâsın
haram olduğu" hususunda müttefiktir.
1897 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kur'ân-ı Kerîm'i ve Ferâizi öğrenin, insanlara öğretin"(5)
emrini verdiği bilinmektedir. Câhiliye döneminde; kadınlara, kızlara ve çocuklara
mirâs'tan pay verilmiyordu. Mirâs ancak savaşma gücünde olan erkeklerin hakkıydı.
Bunun dışında mirâsın "Ahd Yoluyla" intikâl ettiği de olurdu. Bir kimse diğerine:
"Kanım senin kanındır, şerefim senin şerefindir, sen bana vâris olursun, ben sana
vâris olurum. Sen benim ırzımı kollarsın, ben senin ırzını kollarım" şeklinde
teklifte bulunur, diğeri de kabul ettiği zaman "Verâset" gündeme girerdi. Ayrıca
"Evlâtlık" edinme yaygındı. "Evlâtlık" da, tıpkı evlâd gibi muâmele görürdü. Fahrüddin-i
Razi; arapların kendi kanunlarına göre, mirâs dağıtımını yaptıklarını kaydeder.
1898 Kadınların ve çocukların da; "Mirâs'ta paylarının bulunduğunu" haber veren
Ayet-i Kerime nâzil olunca, bazılarının zoruna gitmişti. Kendi kendilerine dediler
ki: "-Kadına dörtte bir, sekizde bir; kıza yarısı veriliyor. Küçük çocuklara mirâs
ayrılıyor. Bunların hiç birisi düşmanla savaşamaz, ganimet toplayamaz. Sesinizi
çıkarmayın, sükût edin. Allah'ın Resûlü (sav) belki bunu unutur veya kendisine
söyleriz; bunun değiştirilmesi için dua eder. Daha sonra Resûl-i Ekrem (sav)'e;
"-Ey Allah'ın Resûlü!.. Kıza babasının bıraktığı malın yarısını mı verelim? Bilirsin
ki kız; ata binemez, düşmanla savaşamaz!.. Çocuğa mirâs mı verelim? Mirâs aklı
ermeyen çocuğun işine yaramaz ki?"(6) dediler. Dikkat edilirse; Allahû Teâla (cc)'nın
mirâsla ilgili olarak indirdiği hükümler, toplumun "Mirâs anlayışını" derinden
etkilemiştir. Fakat Sahabe-i Kiram; her zaman olduğu gibi, şahsi kanaatleriyle
karşı çıkmamış ve sonunda: "-Allah (cc) ve Resûlü neyi emretmişse amennâ" diyerek
teslim olmuştur. Günümüzde: "-Efendim, nasıl olur da erkeğe, kadının iki katı
mirâs verilir?" diyerek, fındık kabuğunu doldurmayacak akıllarıyla karşı çıkanlar
nerede, sahabe nerede!.. Halbuki erkek; (hem kendisinin, hem karısının olmak üzere)
iki kişinin nafakasını elde etmek zorundadır. Evlenirken "Mehir" vermek sûretiyle,
belli bir yükün altına girmiştir. Annesinin, babasının ve çocuklarının nafakalarını
da temin etmek mecburiyetindedir. Kadın ise; evlenirken "Mehir" aldığı gibi, nafakasını
da kocasından temin eder. Mülkiyet hakkı bakidir. Eğer kocası; kendi evinde (karısının)
oturuyorsa, ondan kira talebinde bulunma hakkı vardır. Kaldı ki; Allahû Teâla
(cc) her hakkı, hak sahibine vermiştir. Bir kimse hem "-Elhamdülillâh müslümanım"
diyecek, hem de "Allahû Teâla (cc)'nın farz kıldığı hakları" (Ferâizi) ciddiye
almayacak. Eleştirecek!.. Bu mümkün mü? Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah ve Resûlü bir
işe hükmettiği zaman; gerek mü'min olan bir erkek, gerek mü'min olan bir kadın
için (o hükme aykırı olarak) işlerinde kendilerine muhayyerlik yoktur. Kim Allah'a
ve Resûlüne isyan ederse, muhakkak ki o apaçık bir sapıklıkla yolunu sapıtmıştır"(7)
hükmü beyan buyurulmuştur. İslâm'ın hükümlerine, şahsi kanaat ve reylerle, karşı
çıkılması mümkün değildir. Şimdi İslâm fıkhında; mirâsın dayandığı delilleri gümdeme
getirelim. Önce "Mirâs'la" ilgili Âyet-i Kerimeleri zikredelim.
1899 Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah size (mirâs hükümlerine şöyle) tavsiye (ve emr)
eder: Evlâdlarınızın hakkındaki hüküm; erkeğe, kadının payının iki katıdır. Fakat
onlar (çocuklar) ikiden fazla kadınlar ise (ölünün) bıraktığının üçte ikisi onlarındır.
(Kız çocuğu) bir tek ise; mirâsın yarısı onundur. (Ölenin) çocuğu varsa; ana ve
babadan her birine terikenin altıda biri (verilir). Çocuğu olmayıp da; ona (ölene)
ana ve babası mirâsçı olduysa üçte biri anasınındır. (Ölenin) Kardeşleri varsa,
o vakit altıda biri anasınındır. (Fakat bütün bu hükümler ölenin) Edeceği vasiyet
(in yerine getirilmesin)den veya borç(unun ödenmesin)den sonradır. Siz babalarınızdan
ve oğullarınızdan hangisinin fâide cihetinden, size daha yakın olduğunu bilmezsiniz.
(Bu hükümler ve hisseler) Allah'dan bir farizâdır. Şüphesiz ki Allah hakkıyla
bilicidir. Yegâne hüküm ve hikmet sahibidir. Zevcelerinizin çocuğu yoksa terikesinin
yarısı sizindir. Eğer onların çocuğu varsa, size terikesinden (düşecek hisse)
dörtte birdir. (Fakat bu da) Onların edecekleri vasiyeti yerine gitermek ve borcunu
ödedikten sonradır. Eğer çocuğunuz yoksa; bıraktığınızdan dörtte biri onların
(zevcelerinizin)dır. Şayed çocuğunuz varsa; terikenizden sekizde biri; edeceğiniz
vasiyet ve borcun ödenmesinden sonra, yine onlarındır. Eğer (ölen) erkek veya
kadının mirascısı, evlâdı ve ana-babası olmayıp (başka yakınları var ise o zaman)
bir erkek veya bir kız kardeşi varsa, bunlardan her birinin hakkı altıda birdir.
Eğer onlar bu miktardan çok iseler; o halde onlar (ölünün) edeceği vasiyetin yerine
getirilmesi ve borcunun (edâsından) sonra; üçte birde ortaktırlar. (Bu taksim)
Zarar verici olmayan vasiyyet ve borcun edâsından sonra (uygulanır). Bunlar (Emir
ve hükümler) Allahû Teâla (cc)'dan size vasiyyettir. Allah her şeyi hakkı ile
bilendir, halimdir. (Cezayı geciktirse de ihmal etmez) İşte bunlar Allah'ın hududlarıdır.
Kim Allah'a ve Peygamberine itaat ederse, (Allah) onu altından ırmaklar akan cennetlere
sokar ki, onlar orada ebedi kalıcıdırlar. Bu en büyük bir kurtuluştur. Kim de
Allah'a ve Resûlüne isyan eder, (Allah'ın) hududlarını (çiğneyip) geçerse onu
da, içinde daimi kalıcı olarak ateşe koyar. Onun için hor ve hakiyr edici bir
azab vardır"(8) hükmü beyan buyurulmuştur.
1900 Allahû Teâla (cc) "Mirâsla ilgili olarak" diğer bir Âyet-i Kerime'de şöyle
buyurmuştur: "(Habibim) Senden fetva isterler: De ki: Allah size ana-babasız ve
çocuksuz kişinin mirâsı hakkında hükmünü şöyle açıklar: "Ölen kişinin çocuğu yok,
bir kız kardeşi varsa bıraktığı malın yarısı o (kız kardeşinin)dir. Fakat kendisi
(ölen), kızkardeşinin çocuğu yoksa, onun mirasını tamamen alır. Eğer (ölenin)
iki kızkardeşi varsa, bıraktığının üçte ikisi onlarındır. Ve eğer (vârisler) erkek,
kadın, bir-çok kardeşler olursa, erkeklere iki kadının payı kadar (pay) verilir.
Şaşırırsınız diye Allah size (hükmünü) açıklıyor. Allah her şeyi hakkı ile bilendir"(9)
1901 Câhiliye döneminde; kadınlar, kızlar ve çocuklara mirastan pay verilmiyordu.
Kur'ân-ı Kerîm'de: "Ana ve baba ile yakın hısımların bıraktıklarından erkeklere;
Ana ve baba ile yakın hısımların bıraktıklarından kadınlara; azından-çoğundan
(Az veya çok) farz edilmiş birer nasiyb olarak hisseler vardır"(10) buyurularak,
câhiliyenin mirâs anlayışı reddedilmiştir.
1902 Hz. Ebû Bekir (ra) bir hutbesinde: "Allahû Teâla (cc)'nın Nisâ Sûresinde;
ferâiz hakkında inzâl buyurduğu Âyetlerden birincisi: çocuklar ve anne baba hakkındadır.
İkincisi; karı-koca ve anne bir kardeşlerle ilgilidir. Üçüncüsü: Anne-baba bir
veya baba bir kardeşler hakkındadır. Sûre-i Enfal'in sonundaki Âyet ise "Zevi'l-erham"
ile alakalıdır"(11) buyurmuştur. Enfâl Sûresindeki Ayet-i Kerime meâlen şöyledir:
"Henüz iman edip de, hicret ve sizinle beraber cihad edenlere gelince: Onlar da
sizdendir. Hısımlar Allah'ın kitabında (Hükmünde) birbirine daha yakındırlar.
Allah herşeyi hakkı ile bilendir"(12) İmam-ı Şafii (rha) bu hükmün; muhâcirlerle
ilgili olduğunu, hicret ve cihad edenlerin faziletlerini izâh ettiğini esas almıştır.
Hiç kimsenin bulunmaması durumunda uzak akrabaların da, mirâsa dahil edileceğinin
delili olarak değerlendirir.(13)
1903 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "İlim üçtür, bundan ötesi fazlalıktır. Mûhkem ayet,
neshedilmemiş (yürürlükte olan) sünnet ve adâletli ferâiz"(14) buyurduğu bilinmektedir.
Çünkü mirâs meselesi; her insanın başına gelebilen bir hadisedir. Eğer bu konuda
Allahû Teâla (cc)'nın hududları çiğnenirse, hem bu dünya'da, hem de âhirette elim
bir azaba uğrama tehlikesi sözkonusudur. Dolayısıyla her mü'min; "Mirâs" konusuna
muhatab olduğu zaman, İslâm'ın hükümlerine kayıtsız ve şartsız teslim olmalıdır.
BİRBİRİNE MİRÂSÇI OLMA SEBEBLERİ
1904 Hanefi fûkahası: "İnsanların birbirine mirâsçı olmalarının sebebleri; neseb
(akrabalık), nikâh ve velâ olmak üzere üç kısımda incelenir"(15) hükmünde müttefiktir.
Ölen kimseye; neseb cihetiyle yakınlığın bulunması, mirâsına hak kazanmak için
şarttır. Esasen karı ve koca müstesnâ; diğer sınıfların hepsi (Ashab-ı Ferâiz,
Asabe ve Zevi'l-erham) akraba durumundadır. Sahih nikâh; karı-koca arasında, birbirine
mirâsçı olma sebebidir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Hangi erkek; hür veya câriye
bir kadınla zinâ ederse, doğan çocuk veled-i zinâdır. Kendisi (Veled-i Zinâ) vâris
olmaz, kendisine de varis olunmaz"(16) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla bâtıl
nikâh, muvakkat nikâh ve mut'a nikâhı; mirâsçı olmak için sebeb teşkil etmez.
Velâ; azad edilen kölenin herhangi bir akrabası bulunmadığı halde, mirâsının efendisine
kalması hadisesidir. Günümüzde böyle bir vakıa bulunmadığı için üzerinde durmaya
gerek yoktur.
1905 MİRÂS'IN RÜKÜNLERİ: Öldükten son; geriye mirâs bırakan
kimseye "Mûris" denilir. Dolayısıyla mirâs'ın birinci rüknü: Mûris'in bulunmasıdır.
İslâm fıkhında; hakikaten veya hükmen ölüm sözkonusudur. Hakikaten ölmek eceliyle
kesin olarak âhiret'e intikâl etmektir. Hükmen ölüm ise; uzun yıllar ortadan kaybolup;
nerede bulunduğu ve hayatta olup-olmadığı bilinmeyen kimse hakkında "Kadı'nın"
(Hâkim'in) verdiği karardır. İkinci rükün: Vâris'in bulunması ve hayatta olmasıdır.
Şer'i delille; ölen kimsenin malının verileceği kimseye "Vâris" denilir. Üçüncü
rükün: Ölen kimsenin vârislerine intikâl edecek mal veya servetinin bulunmasıdır.(17)
1906 MİRÂS'IN ŞARTLARI: Muhakkak ki bir kimse hayatta
iken malı mirâs olarak dağıtılmaz. Dolayısıyla mirâs'ın ilk şartı; mûris'in hakikaten
veya hükmen ölümünün sâbit olmasıdır. İkinci şartı; Vârisin hakikaten veya takdiren
hayatta olması gerekir. Takdiri hayattan kasıd; anne rahmindeki çocuktur. İslâm
ûleması; ölen kimsenin; karısının rahminde bulunan çocuğun da, vâris olacağı hususunda
müttefiktir. O çocuk; takdiren hayatta kabul edilir.(18) Üçüncü şart: Vârislerde;
mirâsa mâni olan hallerden, birisinin bulunmamasıdır. Eğer mirâsa mâni hallerden
herhangi birisi sözkonusu olursa; vâris hiçbirşey alamaz!.. Bu konu oldukça önemlidir.
"MİRÂS'A ENGEL OLAN HALLER"İN MAHİYETİ
1907 Mirâsa mâni olan haller:
1. Mûris ile vâris'in farklı dinlerden olması.
2. Vâris'in; mala daha çabuk sâhip olabilmek için mûrisi öldürmesi.
3. İhtilâf-ı Dâr.
4. Vârisin meçhul olması.
5. Karşılıklı lanetleşme sonucu çocuğun nesebinin bilinmemesi.
6. Kölelik!.. Şimdi bunların mâhiyetini izah edelim.
1908 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Müslüman kâfire, kâfir müslümana vâris olamaz"(19)
buyurduğu bilinmektedir. Bu durumda; müslüman olan bir erkeğin ölümü halinde;
O'nun (Ölünün) ehl-i kitab olan karısı, mirâsdan faydalanamaz. Tabii karısının
ölümü halinde de; kendisi, onun malına vâris olamaz. Zira aralarında din farkı
sözkonusudur. Mü'min bir kimsenin; İslâmı inkâr eden çocukları da (Mürted) mirâstan
faydalanamazlar. Esasen irtidad edenler; herhangi bir dine mensup olmadıkları
için, hiçbir sûrette vâris olamazlar.(20)
1909 Dünyevi hırs ve tamah sebebiyle (Malı erkenden ele geçirmek için); akrabasını
öldüren kimse de, onun (Ölünün) vârisi olamaz. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "(Mûrisini
öldüren) Kâtil, vâris olmaz"(21) Hadis-i Şerifi; ister kasden, ister hatâen olsun,
her türlü öldürmeyi içerisine almaktadır. Hanefi fûkahası; kısası veya keffâreti
gerektiren her türlü öldürmenin, mirâsa mâni olduğu hususunda müttefiktir.(22)
Sadece ölümüne sebeb olmayı; mirasa mâni bir hal olarak kabul etmemişlerdir. Bunun
dışında; meşru müdafaa sonucu öldürme, ehliyet arızası olan ve cezâi ehliyete
sahip bulunmayan kimsenin (Çocuk, deli vs..) öldürmesi ve ikrah sonucu öldürme
mirâsa mâni teşkil etmez. Daha önce; ukûbatlar bahsinde öldürme çeşitleri ve bunların
mes'ûliyetleri üzerinde durmuştuk!..(23)
1910 Darû'l İslâmda ikâmet eden zimmi'nin; Darû'l Harp'te bulunan yakınları, kendisine
vâris olamazlar!(24) Zira aralarında "İhtilâf-ı Dâr" sözkonusudur. Ancak müslümanlar;
yerzüyünün neresinde bulunursa bulunsunlar, birbirlerine vâris olurlar. Farklı
devletlerin vatandaşı olmaları dâahi verâsete engel olmaz. Dolayısıyla "İhtilâf-ı
Dâr'in" mirâsa mâni olması gayr-i Müslimlerle ilgilidir.
1911 Varisin meçhûl olması da mirâsa mânidir. Şöyle ki:
a. Bir kadın, kendi çocuğuyla, başkasının çocuğuna süt verirken vefât edip, hangisinin
kendisine âid olduğu bilinmezse, hiç biri kendisine vâris olamaz.
b. Bir kadın; bir müslümanın çocuğu ile bir gayr-i müslimin çocuğuna süt verirken;
ikisi birlikte büyüyüp birbirinden tefrik edilemezse, bu çocuklar müslüman kabul
edilir. Fakat hiçbiri babasına vâris olamaz.
c. Bir kimse; çocuğunu lâkit olarak bir yere bırakır, daha sonra aynı yerde iki
çocuk bulunursa, hangisinin kendi çocuğu olduğunu bilemediği süre içerisinde,
her ikisi de kendisine vâris olamaz.
Bunun dışında ölünün; ölüm vaktinin bilinmemesi de mirasa mânidir. Şöyle ki; birlikte
boğulan, birlikte yanan veya yıkılan bir binâ altında birlikte kalıp ölen, bir
hâdisede birlikte öldürülen akrabalar birbirine vâris olamazlar. Çünkü hangisin
önce öldüğü meçhuldür.(25) Eşlerin karşılıklı lânetleşmesi (Lian) ve bunun sonuçları
üzerinde daha önce durmuştuk!..(26) Karısının zinâ ettiğini idda eden; fakat bunu
dört şâhidle isbat edemeyen kimse kadı (hâkim) huzurunda lian yapar. Bu hadiseden
sonra dünyaya gelen çocuk; annesinin üzerine kayıtlanır. Babasına mirasçı olamaz,
çünkü lian sonucu, nesebi meçhul hale gelmiştir. Kölelik de; mirâsa mânidir.(27)
MİRÂS'TA TERTİBE RİÂYET ETMEK (TERİKE'NİN ÜZERİNDEKİ HAKLAR)
1912 Kur'ân-ı Kerîm'de; ölenin mirâsının taksimi ile ilgili hükümler açıklanırken:
"(Fakat bütün bu hükümler ölenin) Edeceği vasiyetin yerine getirilmesinden veya
borcunu ödemesinden sonradır" hükmü hassaten zikredilmiştir. Hanefi fûkahası:
"Ölünün bıraktığı maldan; önce techiz ve tekfini için pay ayrılır. Bu hususta
israfa kaçılmadığı gibi, cimrilik de yapılmaz. Sünnete uygun şekilde defin işlemi
gerçekleştirilir. Daha sonra ölünün; hayatta iken yapmış olduğu borçları varsa
ödenir. Bu borçlar; Allahû Teâla (cc)'nın emri olan zekat, keffâret, oruç fidyesi
ve nezr (adak) olabileceği gibi, diğer insanlardan alınmış (borçlar) da olabilir.
Borç ödeme hususunda da; önce insanlara olan (borçlar) dikkate alınır. Borçların
ödenmesinden sonra; ölenin vasiyyeti mevcutsa, terikenin üçte birini aşmayacak
şekilde yerine getirilir. Bütün bunlardan sonra kalan mal; vârislere; sehimleri
dikkate alınarak taksim olunur"(28) hükmünde ittifak etmiştir. Dikkat edilirse
terike üzerinde dört hak sözkonusudur. bunlar:
1. Mûris'in techiz ve tekfini için gerekli masraflar.
2. Mûrisin borçlarının ödenmesi
3. Mûris'in vasiyyetinin yerine getirilmesi
4. Bütün bunlardan sonra kalan malın; ferâize uygun olarak vârislere taksimi!..
1913 Feteva-ı Hindiyye'de: "Haram yoldan servet elde eden bir kimse ölünce; uygun
olan vârislerinin durumu araştırmalarıdır. Eğer haram olan bu servetin nereden
ve kimden temin edildiğini öğrenebilirlerse, onu sahiplerine geri verirler. Öğrenmemeleri
hâlinde ise; o haram serveti fakirlere dağıtırlar"(29) hükmü kayıtlıdır. Elbette
bu "Haram li gayrihi" ile ilgili bir hükümdür. Eğer "Haram liaynihi" ise (Şarap,
rakı vs. gibi) imha edilmesi esastır.
1914 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Herhangi bir mü'min ölürken borç bırakırsa, onu
ödemek bana aittir"(30) buyurduğu bilinmektedir. Eğer bir mü'min; fakr-û zarûret
içerisinde hayatını devam ettirir ve borç içerisinde iken ölürse; bütün borçları
"Beytü'lmal"den ödenir. Defin işleminin gerçekleşmesi hususundaki her türlü masraf
da; "Ulû'lemr" tarafından karşılanır. Esasen bu gibi kimselerin velisi; mü'minlerin
bey'at ettiği kimsedir. Nitekim Resûlullah (sav): "Ulû'lemr; velisi olmayan kimselerin
velisidir"(31) buyurmuştur. Ancak mûrisin (ölünün) yakın akrabası olan kimseler
(varisler) zengin ise; ölüye âit her türlü masrafı (Velev ki hiçbirşey bırakmamış
olsa da) karşılamak durumundadırlar. Tıpkı Nafaka meselesinde olduğu gibi!..
1915 Şurası da unutulmamalıdır ki; borcun ve vasiyetin, vârisleri zarara sokmamasına
dikkat etmek gerekir Ölen kimsenin normal borcu; ne olursa olsun ödenmelidir.
Ölüm hastalığındaki bir kimsenin; sevdiği bir yakınına veya dostuna, fazla mirâs
bırakmak için yalan yere ona borçlu olduğunu söylemesi haramdır. Hanefi fûkahası;
"can verirken ikrar edilen borcun sahih olmayacağını; bu sebeble, edâsı için vârislerin
muhayyer duruma geçecekleri" konusuda, farklı hükümlere varmıştır. Essah olan
kavle göre; can verirken ikrar edilen borç hususunda vârislerin muhayyer olduğudur.
Bu sebeble; borç hususunda titiz olmak ve (kat'iyyen yalan beyanla) varislerden
bazılarını zarara sokmamak şarttır.
VASİYET'İN TARİFİ VE MÂHİYETİ
1916 Vasiyet; arapça bir kelime olup, "Evsâ, yûsi'den" masdardır, tavsiye etmek,
eklemek ve ısmarlamak gibi manalara gelir. İslâmi ıstılâhta: "Ölümden sonra geçerli
olmak üzere; malını (veya bir menfaati) başkasına teberrû sûretiyle temlik etmeye
(Mülk) edindirmeye vasiyet denilir"(32) tarifi esas alınmıştır. Vasiyet; ölüme
bağlı olan bir tasarruftur. Bırakılan mal veya menfaat; sadaka hükmündedir. Vasiyet
yapana "Mûsi"; bırakılan şeye "Mûsabih", bırakılan şahsa "Mûsa leh", yapılan tasarrufa
da "Vasiyet" denilir. Çoğulu "vesâyâ" gelir.(33) İslâm fıkhında "vasiyet"; mirasla
ilgili hükümler gelmeden önce "Farz" olan bir tasarruftu. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Sizden birinize ölüm gelip çattığı vakit, eğer mal bırakacaksa; anneye, babaya,
yakın akrabaya meşru bir sûrette vasiyette bulunmak takva sahipleri üzerine bir
hak olarak farzedildi"(34) hükmü beyan buyurulmuştur. Dikkat edilirse; anne, baba
ve yakın akraba için, vasiyet etmenin farz olduğu sarih bir şekilde ortaya konulmaktadır.
Yine diğer bir Âyet-i Kerime'de: "Sizden zevcelerini geri bırakıp ölecek olanlar;
eşlerinin (kendi evlerinden) çıkarılmayarak yılına kadar faidelenmesini (evde
oturmasına müsaade edilmesini)vasiyet etsinler"(35) buyurulmuştur. İmam-ı Şafii
(rha) bu Âyet-i Kerimeleri zikrettikten sonra: "Muhtemeldir ki, şu iki durumdan
birisi ortaya konulmaktadır. Birincisi: MirÂs anne-baba ve yakın akrabaya âit,
vasiyet etmek ise kocaya !.. Yine mümkündür ki; mirâs ile vasiyet bir aradadır.
İkincisi: Mirasla ilgili Ayet-i Kerimeler, vasiyetin farziyyetine vâkıf kimselerden
aldığımız habere göre Resûl-i Ekrem (sav) fetih yılında: "Varise; vasiyet etmeye
gerek yoktur" buyurmuştur. Bu hadis; mütevatir noktasına çıkmış, ilim ehli üzerinde
ittifak etmiştir. Buna dayanarak diyoruz ki; anne, baba ve zevce hakkında yapılan
vasiyet; mirâs Ayetlerinin inzâli ile birlikte neshedilmiştir. Bu konuda icmâ
vardır. Yine ûlemanın büyük çoğunluğu; akrabaya vasiyyetin hükmünün (Eğer bu akraba
vâris ise) mensûh olduğuna kâil olmuştur. Vâris durumunda bulunmayan akrabaya
vasiyet etmek de, farz değildir"(36) hükmünü zikreder. Hanefi fûkahası; "Vasiyet
etmek vâcip değil, müstehabtır. Zira insanların vasiyet etmeye ihtiyaçları vardır.
Şöyle ki; insanlar dünyevi hırs ve tamaha kapılırlar, salih amelleri gereğince
edâ edemezler. Bir hastalık veya ansızın gelecek bir belâ; ona ölümü ve hesabı
hatırlatır. İşte o zaman vasiyet ederek; veremediği sadakalarını, ölümünden sonra
verdirmeye çalışır. Bunun ihtiyacıdır"(37) hükmünde ittifak etmiştir.
1917 VASİYETİN RÜKNÜ: "Ben fülân, fülân için, şöyle vasiyet
ettim" demek ve vasiyette kullanılan buna benzer hükümler söylemektir. Buna icap
denir. Vasiyette adı geçen kimse; vasiyet eden şahsın ölümünden sonra kabul ederse,
vasiyet gerçekleşir.(38) Fakat vasiyet; fakirler, yolda kalanlar veya ilim tahsil
edenleri esas almışsa, kabule ihtiyaç yoktur. Sadece icap ile mün'akid olur.
1918 Vasiyet'in sıhhati için; kabul'ün icaba muvâfakati şarttır.(39) Binaenaleyh
bir kimse iki şahsa: "-Şu evimi size vasiyet ettim" dedikten sonra vefat etse,
o iki şahıstan yalnız birisi kabul, diğeri red etse, vasiyet batıl olur. Çünkü
şart; yâni her ikisinin kabulü sözkonusu olmamıştır. Vasiyet eden kimsenin temlike
(Mülk edindirmeye) ehil olması gerekir. Küçük çocuğun veya aklî dengesi bulunmayan
kimsenin (mecnunun, delinin vs.) vasiyet etmesi câiz değildir.(40) Vasiyetin bir
şartı da; vasiyet vaktinde, kendisi için vasiyet edilen şahsın hayatta olmasıdır.
Zira ölü için vasiyet batıl olur. Vasiyet edilen şeyin; gerek mal gerek menfaat
olsun; vasiyet edenin ölümünden sonra, temlik edilebilir olması da şarttır. Resûl-i
Ekrem (sav)'in: "Şüphesiz ki Allahû Teâla (cc) her hak sahibine hakkını vermiştir.
Dikkat ediniz!.. Vâris için vasiyet yoktur"(41) buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla
vasiyet edilen kimsenin; varislerinden olmaması da şarttır. Yine diğer bir Hadis-i
Şerif'te: "Katil için vasiyet yoktur"(42) buyurulmuştur. İster kasden, ister hata
sonucu olsun; vasiyet edeni öldüren kimse için (Kendisine vasiyet edilmiş olsa
bile) vasiyet câiz olmaz. Müslümanın zimmi, zimminin de müslüman için; yaptığı
vasiyet geçerli olabilir.(43) Harbi'ye (Saldırgan Kâfire) yapılan vasiyetin bâtıl
olduğu hususunda icmâ vardır. Dikkat edilirse; vasiyetin sıhhat şartları; hem
vasiyet edende, hem vasiyet edilende aranır. Ayrıca vasiyet edilen mal veya menfaatin
mülk edindirilmeye elverişli olması da şarttır.
1919 Varisler kabul etse de, etmese de; vasiyet, malın üçte birini aşmamak şartıyla
câizdir. Zira Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Allahû Teâla (cc) size, mallarınızın üçte
birini, ömürlerinizin sonunda, amellerinizde sizin sevabınızı artırmak için tasadduk
etti. Şu halde siz; malınızın üçte birini dilediğiniz yere (vasiyet ederek) verin"(44)
buyurduğu bilinmektedir. Vasiyet ölümden sonra izâfe edilen bir temliktir. Bu
sebeble; vasiyet edilen kimsenin vâris olup olmamasına ölüm vaktinde itibâr edilir.
Vasiyet vaktinde itibar olunmaz. Ancak malının üçte birinden fazlasını vasiyet
etmesi câiz değildir. Resûl-i Ekrem (sav) ağır hasta olan Hz. Saad İbn Vakkas
(ra)'ı evinde ziyaret eder. Hal hatırdan sonra Hz. Saad (ra): "-Ya Resûlallah!..
Ben malı bulunan bir kimseyim. Bir tek kızımdan başka vârisim de yoktur. Malımın
üçte ikisini vasiyet etsem ne dersiniz?" sualini tevcih eder, Resûl-i Ekrem (sav)
"-Hayır!.." cevabı verir. Bunun üzerine Hz. Saad İbn Ebî Vakkas (ra): "-Peki!..
Yarısını sadaka olarak vereyim mi?" diyerek, durumu öğrenmek ister. Resûl-i Ekrem
(sav) yine: "Hayır" cevabını verir Hz. Saad İbn Ebi Vakkas (ra) sadaka hususunda
kararlı olduğu için "-Ya üçte birine ne dersiniz?" sualini tevcih eder. Bunun
üzerine Resûlallah (sav): "Üçte biri olabilir amma, o bile çoktur. Senin geriye
zengin vârisler bırakman, insanlardan dilenen fakir kimseler bırakmandan daha
hayırlıdır"(45) buyurur. Vârislerden bazısının payını azaltmak, bazısının payını
yükseltmek için (Vârislerden birine) vasiyet yapmak câiz değildir. Bu hususta
icmâ hâsıl olmuştur.(46) Esasen vârislerden birine yapılan vasiyet; diğerlerine
Allahû Teâla (cc)'nın tanıdığı hakkı iptal etmek manasını taşır. Fakat bir kimsenin;
hiçbir vârisi yoksa, malının tamamını vasiyet etmesinde bir mahzur yoktur, vasiyet
edebilir.(47) Zira vasiyete engel olan husus; vârislere Allahû Teâla (cc)'nın
tanıdığı haktır. Engel ortadan kalkınca; malın tamamını vasiyet etmek sahih olur.
VASİYET NE ZAMAN YAPILMALIDIR?
1920 Resûl-i Ekrem (sav)'in: Hiçbir müslümanın; vasiyet edeceği birşey varken,
vasiyetini yazmadan iki gece (dahi) yatması doğru değildir"(48) buyurduğu bilinmektedir.
Vasiyet ederken; akrabası olduğu halde, vâris durumunda olmayan ve hakikaten ihtiyaç
içinde olan kimseler tercih edilmelidir. Hanefi fûkahası: "Malı, fakir olan akrabaya
(vâris olamamak şartıyla) vasiyet etmek efdaldir. Çünkü Resûl-i Ekrem (sav): "Sadakanın
efdali; (Mahrum edildiği zaman) kin tutacak zi-rahme (akrabaya) verilendir" buyurmuştur.
Vârislerin mâli durumu iyi değilse veya mirâs kalacak mala ihtiyaçları varsa,
vasiyeti terketmek daha evlâdır. Vârislerin ihtiyacı yoksa; yakın akrabaya vasiyet
etmek daha efdaldir"(49) hükmünde müttefiktir. Bilindiği gibi Vasiyet'in hükmü:
Vasiyet edilen malın veya menfaatin, bir başka kimseye (Vasiyet edilene) mülk
edindirilmesidir. İhtiyaç sahibi akraba bu sayede; yeni mülke kavuşarak, diğer
insanlardan müstağni duruma gelir. Eğer bir menfaat ise; belirli süre içerisinde,
ondan faydalanmasına vesile olur.
VASİYET'İN KISIMLARI
1921 Vasiyeti beş kısımda mütâlâa etmek mümkündür.
Birincisi: Vâcip olan vasiyet'dir. Mükellefin üzerinde; emânet, meçhûl (varislerin
bilmediği) borçlar, verilmemiş zekât, öşür ve bunun gibi mâli ibadetler, yerine
getirilmemiş nezr(adak), hacc gibi hususlar, meşrû sebeblerle tutulamayan Razaman
orucu'nun fidyesi veya keffâretler sözkonusu ise, bunları vasiyet etmesi vâciptir.
İkincisi: Müstehab olan vasiyet'dir. Bir mü'minin; hiçbir vârisi bulunmaz ve borcu
da olmazsa; bütün mal ve menfaatlerini İslâmi hizmetlere harcanmasını vasiyet
etmesi müstehaptır.
Üçüncüsü: Mendub olan vasiyet'dir. İslâm'a hakkı ile hizmet edemediği için üzülen
bir mü'min'in; İslâm'ı tebliğ eden ûlemaya ve cihad eden kimselere vasiyette bulunması
mendub'dur.
Dördüncüsü: Mübah olan vasiyet'dir. Kimsesizlere, yolda kalmışlara ve fakirlere
vasiyette bulunmak mübâh'dır.
Beşincisi: Mekrûh olan vasiyet'dir. Bir mü'minin; İslâmi hududlara riâyet etmeyen
ve haram işlemekle meşgul olan kimselere vasiyet etmesi mekruhtur.(50)
1922 Kur'ân-ı Kerîm'de: Ey iman edenler!.. Ölüm (ün sebebleri) herhangi birinizin
karşısına gelip çattığı zaman; (edeceğiniz) vasiyyet zamanında aranızda ya içinizden
adâlet sahibi iki şâhid (tutun), yahud yeryüzünde sefer halinde iken başınıza
ölüm musiybeti gelmişse, sizden olmayan diğer iki keşiyi (şâhid) yapın"(51) hükmü
beyan buyurulmuştur. Vasiyet'in; iki âdil şâhidle tesbiti oldukça önemli bir hadisedir.
İmam-ı Kasani; bu Ayet-i Kerime'nin vasiyetin meşruluğuna kat'i delil olduğunu
zikreder. Ayrıca Resûl-i Ekrem (sav)'den itibaren hiç kimsenin vasiyette itiraz
etmediğini; bunun da "icmâ sebebi" olduğunu kaydeder.(52) Eğer vârisler; vasiyetin
var olup-olmadığı hususunda ihtilâfa düşerlerse, Kadı (Hâkim) konuyu çözüme bağlar!..
Hanefi fûkahası; vasiyet hususunda şâhid tutmanın esas olduğunda ittifak etmiştir.(53)
Dolayısıyla "Vâsiyet" etmeyi düşünen bir mü'min: Mutlaka iki âdil şâhid bulundurmalıdır.Vasiyet'in
yerine getirilmesi; borcun ödenmesinden sonraya bırakılır. Zira borcun ödenmesi
farzdır.(54) Ancak alacaklılar; ölüm hadisesinden sonra, borcu bağışlarlarsa,
engel ortadan kalktığı için vasiyet derhal yerine getirilir.
TERİKE'NİN TARİFİ VE TAKSİMİ
1923 "Terike" veya "Tirke" kelimeleri; terketmek ve bırakmak manasına gelen, "Terk"
kökünden isimdir. İslâmi ıstılâhta: "Mûrisin (Ölen kimsenin) geride bıraktığı
ve vârislerine intikâl eden her şeye terike denir"(55) tarifi esas alınmıştır.
Şer'an Mûrise (Ölen kimseye) âit olan; menkul, gayr-i menkul ve alacakların tamamı,
bunlarla mütâla edilebilen ve bunun gibi; mûrise ait şahsâ haklar; terike'sine
dâhil değildir. Mûrisin (ölen kimsenin); Techiz ve Tekfini yapıldıktan, borcu
ödendikten ve vasiyeti yerine getirildikten sonra; kalan mal, vârislerine şer'i
ölçüler içerisinde taksim edilir.(56)
FERÂİZİ İCRÂ MEMURU (KÂSIM) VE VAZİFESİ
1924 Akil-baliğ olan vârislerin aralarında anlaşarak; mirâsı taksim etmeleri mümkündür.
Çünkü hak kendilerine âiddir. Buna "Rizâen Taksim" adı verilir. Ferâize göre taksimin
ne şekilde yapılacağını bilmiyorlarsa; ehil olan bir âlime müracaat ederek, meselenin
çözümünü talep edebilirler. Esasen taksimin sebebi; ortakların (veya ortaklardan
sadece birisinin) hissesinden faydalanmak arzusudur. Esasen vârislerden; taksim
hususunda talep olmazsa, mesele atıl kalır.(57) Vârisler arasında; terikenin paylaşılması
hususunda ihtilâf çıkarsa ne olacaktır? İşte bu noktada "Kazâen taksim" hadisesi
gündeme girer.(58) Ferâizi icrâ memuru (Kâsım) mirâs davalarında mü'minlerin ihtilâflarını
hükme bağlayarak kadı'ya yardımcı olur. İmam-ı Şafii (rha) "Kâsımlar; (Ferâizi
icrâ memurları) hâkimler gibidirler"(59) diyerek, kazâ fonksiyonunu yerine getirdiklerine
işâret etmiştir.
1925 Sahabe arasında; "Ferâiz" hususunda Hz. Zeyd b. Sabit (ra)'in mütehassıs
olduğu bilinmektedir. Gerek Hz. Ömer (ra)'in, gerek Hz. Osman (ra)'ın hilâfeti
döneminde; Medine'de kadılık görevini yürüten ve mirâs hususundaki ihtilâfları
hükme bağlayan Zeyd b. Sabit (ra)'in bu sahadaki ilmi, tecrübeyle gelişmiştir.
Hz. Ali (ra)'nin; Hz. Abdullah b. Yahya El Kindi (rha)'yi ferâizi icrâ memurû
(Kâsım) tâyin ederek, "Beytülmal'den"maaş bağladığı sabittir.(60) Esasen mirâs
meselesindeki ihtilâfların kazâ ile ilgili olduğu gizlenemez. Hanefi fûkahası:
"Vârislerin müracatı ve müvafakatı ile taksim câiz olur. Çünkü hak onlara âiddir.
Aylığı "Beytül'mal"den verilmek üzere; ferâizi icrâ memuru (Kâsım) tayin etmek
müstehabtır. Zira essah olan kavle göre; taksim kazâ görevi cinsindendir. Bu ihtilâfın
tamamen ortadan kaldırılması içindir. Böyle olunca Kadı'nın (Hâkim'in) aylığına
benzer. (Yani "Beytülmal"den verilir) İmam-ı Azâm Ebû Hanefi (rha)'ye göre; vârislerin
sayısına göre ücretle kâsım'ı (Ferâizi icrâ memurunu) tâyin etmek de sahihtir.
Zira menfaat hassaten onlar içindir"(61) hükmünde ittifak etmiştir. İmam-ı Şafii
(rha)'ye göre de; ferâizi icrâ memuru (Kâsım) "Beytülmal'den" maaşını alır.(62)
1926 Kâsım'da (Ferâizi icrâ memurunda) aranan vasıflara gelince; kazâ işleriyle
meşgul olan kimsede (Kadı'da) aranan her özellik her kâsım'da da aranır.(63) Günümüzde;
ferâiz sahasında ilmi olan kimselere, vârislerin mürâcaatı esastır. Mirasın nasıl
taksim edileceği hususunda; bir-çok eserde, yeterli bilgi vardır. Fakat bunların
pratiğe uygulanması, sanıldığı kadar kolay değildir. Nitekim Hz. Ömer (ra)'e ferâiz
konusunda bir sual tevcih edilmiş; kendisi müctehid olduğu halde, meselenin çözümünü
Hz. Zeyd b. Sabit (ra)'e havale etmiştir. Bir belde de; Ferâiz ilmine vakıf birden
fazla kimse varsa, tamamından faydalanmak da mümkündür.
1927 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Ferâizi (Kur'an'da bildirilen) sâhiplerine veriniz.
(Bunlardan) Geri kalan mal ise; asabeden en yakın olan er kişiye âiddir"(64) buyurduğu
bilinmektedir. Mûrisin bıraktığı mal, sırasıyla şu kimseler arasında taksim olunur.
1. Ashab-ı Ferâiz!.. Kitap, sünnet ve icmâ ile, payları kat'i olarak bilinen vârisler.
2. Asabe!..
3. Hisselerinden başka kalan malı da red yoluyla alan kimseler.
4. Zevi'l erham
5. Mevlâ'l muvâlat
6. Kendisi üzerinde neseb ikrar olunan kimse (Mukarrun leh bi'n neseb al'l gayr)
7. Kendisine vasiyet olunan şahıslar
8. Beytü'lmal.
1928 Kur'an'da tâyin olunmuş hisseler (Fürûz-u Mukaddere) altıdır:
1. Malın yarısı (1/2)
2. Dörtte biri (1/4)
3. Sekizde biri (1/8)
4. Üçte ikisi (2/3)
5. Üçte biri (1/3)
6. Altıda biri (1/6) şeklindedir.(65)
HACB'IN TARİFİ VE ÇEŞİTLERİ
1929 Önce kelime üzerinde duralım. Hacb lûgatta; men etmek, kaldırmak ve def etmek
gibi manalara gelir. Ferâizde: "Mûrisin (Ölen kimsenin) yakın akrabasının, daha
uzak olanları mirâstan düşürmesine veya onların mirâslarını azaltmasına "Hacb"
denilmiştir"(66) Genel kaide; derecesi mukaddem olan (yakın olan) vârisin, muahhar
olanı (sonra geleni) mirâstan hacb edeceğidir. "Hacb-i Noksan" ve "Hacb-i Hirman"
olmak üzere ikiye ayrılır. Meselenin daha net olarak kavranabilmesi için; her
ikisi için de birer örnek verelim: Karı-kocanın birbirinden alacağı miktarı; çocukların
varlığı veya yokluğu ile değişir. Ölen kadının çocuğu yoksa; kocası malın yarısını
alır. Ancak Çocuğu varsa; kocaya düşen miktar, dörtte bire (1/4) iner. Kadın;
ölen kocasının çocuğu yoksa, malın dörtte birini (1/4) alır. Çocuğun varlığı halinde
bu miktar sekizde bire (1/8) düşer. İşte bu farklılaşma "Hacb-i Noksan"dır. dikkat
edilirse çocuğun varlığı veya yokluğu mirâsın miktarının değişmesine sebeb olmaktadır.
Mûrisin (ölen kimsenin) babasının, dedesinin veya çocuklarının bulunmaması hâlinde;
anne bir kardeşlerine mirâs düşer. Fakat onların varlığı (yani ölen kimsenin,
babasının, dedesinin veya çocuklarının); anne bir kardeşlerin mirâstan tamamen
mahrum olmalarına sebebtir. Buna da "Hacb-i Hirman" denilir. Hanefi fûkahası;
bu konu üzerinde hassasiyetle durmuş; yakın ve uzak akrabanın durumlarını ayrı
ayrı ele almıştır!..(67)
VÂRİSLERİN TASNİFİ VE TARİFİ
1930 ASHÂB-I FERÂİZ: Kitap, sünnet ve icmâ ile; hakları
takdir edilen (farz kılınan) sehim sahiplerine "Ashab-ı Ferâiz" denilir. Tarifinden
de anlaşılacağı gibi; mûrisin (ölen kimsenin) en yakını olan sınıftır. Bunlar
kat'i nasslarla sâbit olan paylarını aldıktan sonra; geriye bir-şey kalırsa, ikinci
derecede olanlar gündeme girer. Ashab-ı Ferâiz; on tanesi "Neseb" yönünden, iki
tanesi "Sebeb" noktasından, toplam oniki'dir. Bunlar:
1. Baba
2. Sahih dede (Babanın babası)
3. Anne bir kardeş
4. Kız
5. Oğlun kızı
6. Anne-baba bir kızkardeş
7. Baba bir kız kardeş
8. Anne bir kız kardeş
9. Anne
10. Sahih nene (ölüye nisbetinde fâsid dede araya girmeyen nene)
Sebeb noktasından vâris olanlar:
1. Koca
2. Karı!..
Fûkaha: "Ashâb-ı Ferâiz'in" durumlarını ayrı ayrı ele alarak, kırk hal tesbit
etmiştir: Şimdi farz sâhiplerini ve hallerini ele alalım.
Farz
Sahipleri (Ashab-ı Feraiz)
|
Hallerinin
Sayısı
|
|
Baba |
3
|
|
Koca |
|
|
Karı
(Zevce) |
2
|
|
Anne |
3
|
|
Sahih
Dede (Cedde-i Sahiha) |
4
|
|
Kız
çocuğu |
3
|
|
Oğulun
kızı |
6
|
|
Anne-Baba
bir kız kardeşler |
5
|
|
Baba
bir kız kardeş |
7
|
|
Sahih
Nene |
2
|
|
Anne
bir kardeşler |
3
|
|
Toplam
|
40
hal
|
1931 MİRÂSTA "BABANIN" DURUMU: Vâris olarak babanın;
"Farz-ı Mutlak", Farz-ı maa't-tâsib" ve "Ta'sib-i Mahz" olarak isimlendirilen
üç hali vardır. Şimdi bunları sırasıyla ele alalım. Kur'ân-ı Kerîm'de: "(Ölenin)
çocuğu varsa anne ve babadan her birine terikenin altıda biri (verilir)" buyurulmuştur.
Eğer baba; oğul veya oğlun oğlu... ile berâber vârisse, oğul birinci sınıf asabe
olarak kalanı alır. (Baba Ayette sabit olan hissesini alır) Resûl-i Ekrem (sav):
"Hisseleri ehillerine verin. Kalan mala en lâyık olan erkektir" buyurmuştur.
Oğul mûrise (ölen kimseye) babadan daha yakındır.
Bu hale "Farz-ı Mutlak" denilir. Şöyle gösterebiliriz:
İkinci hal şudur: Baba, mûrisin (ölen kimsenin)
kızı veya ilâ nihâye oğlunun kızı ile birlikte bulunursa; hem farz olan hisselerini,
hem de artanı alır. Baba burada hem ashab-ı ferâiz, hem asabe durumundadır.
Bu hale "Farz-ı maa't-Ta'sib" denilir Şöyle gösterebiliriz:
Üçüncü hal şudur: Kur'ân-ı Kerîm'de: "(Ölenin)
çocuğu olmayıp da, ona anne ve babası mirascı olursa, üçte biri annesinindir.
(Geriye kalan babasının olur)" buyurulmuştur. Buna "Ta'sib-i Mahz" denilir.
Şöyle gösterebiliriz:
1932 MİRÂSTA "KOCA'NIN" DURUMU: Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Karılarınızın çocuğu yoksa, terikesinin yarısı sizindir. Eğer onların çocuğu
varsa size terikesinden (düşecek hisse) dörtte birdir" buyurulmuştur. Dikkat
edilirse; Ayeti Kerime'de iki hal sarih olarak beyan edilmiştir. Mûrisin (ölen
kadının) çocuğu yoksa; kocasına, malının yarısı (1/2), çocuğu varsa dörtte biri
(1/4) verilecektir.
1933 MİRÂSTA "KARI'NIN (ZEVCE'NİN)"
DURUMU: Kur'ân-ı Kerîm'de: "Eğer çocuğunuz yoksa bıraktığınızdan dörtte
biri onların (karılarınızın)dır. Şâyed çocuğunuz varsa terikenizden sekizde
biri yine onlarındır" hükmü beyan edilmiştir. Ayetteki çocuk kapsamına; oğul,
oğlun oğlu... kız veya oğlun kızı da dâhildir.
Birinci hal; mûrisin (ölen kocanın) çocuğu yoksa, karısının dörtte bir almasıdır.
Şöyle gösterebiliriz:
Mûrisin (ölen kocanın);anne-baba bir erkek kardeşi veya kızkardeşi ile beraber,kadın
mirasçı olursa durum şöyle olur:
İkinci hal şudur: Mûrisin (ölen kocanın) oğlu
veya kızı ile beraber; karısı mirasçı olursa, terikenin sekizde biri (1/8) karısınındır.
Şöyle gösterebiliriz.
1934 MİRÂSTA "ANNE'NİN" DURUMU: Kur'ân-ı Kerîm'de:
"(Ölenin) çocuğu varsa; anne ve babadan her birine terikenin altıda biri (verilir)"
buyurulmuştur. Mûrisin (ölen kimsenin) iki erkek çocuğu ve bir kız çocuğu olduğunu
farzedelim; bunlarla birlikte annesinin mirâstaki durumunu gösterelim. Çizelgede
de gösterdiğimiz gibi annenin üç hali vardır.
Bu birinci haldir:
Dikkat edilirse mûrisin annesi (1/6) hisseni almış, kalanı (mûrisin) iki oğlu
ile bir kızı (ikili-birli) paylaşmışlardır.
İkinci hal şudur: Anne; mûrisin (ölen kimsenin) kocası ve babasıyla birlikte
vâris olursa, mûrisin kocası hisseni aldıktan sonra kalanının üçte birini alır.
Kur'ân-ı Kerîm'de: "(Ölenin) çocuğu olmayıp da, ona (ölene) anne ve babası mirasçı
olduysa, üçte biri annesinindir" hükmü beyan buyurulmuştur. Ayetin zahirinde
iki hal sözkonusudur.
Birincisi: Anneye terikenin tamamının üçte birinin verilmesidir. bu durumda
anne; babadan daha çok mirâs alır. İbn-i Abbas (ra)'dan gelen rivâyet budur.
Zira anne ashab-ı ferâizden olup, hissesi üçte birdir. Baba asabeden olup, kalanı
alır. Ancak bu Ferâiz kuralı açısından bazı mahzurları beraberinde getirmektedir.
Hz. Zeyd b. Sabit ve Hz. Ali (ra)'den gelen rivayete göre; burada mûrisin (ölen
kimsenin) kocası hissesini aldıktan sonra, anneye kalanın üçte biri verileceğidir.
Cumhurun görüşü de budur. Buna "Sülûsü'l Bakiyye'de" denilmiştir. Şöyle gösterilebilir:
Burada annenin hissesini bulmak için; ön bir hesaba ihtiyaç vardır. Şöyle ki
kocaya göre; mirâsın tamamı 2/2 olup, yarısı (1/2) kendisine aiddir. Bu durumda:
kalan hisse olur. Anne; (mûrisin) kocasından kalan hissenin üçte birini alacaktır.
Bu sebeble 1/3 ile çarpılarak hissesi tayin olunabilir.
Şimdi ortaya çıkan hisseleri toplarsak:
olur. Mirâsın tamamı (6X6) olduğuna göre; yeni bir işleme dâhi ihtiyaç vardır.
Çünkü kalanı tesbit mecburiyetindeyiz:
olur. Bu asabeden olan babaya düşen hissedir.
Üçüncü hal şudur: Anne; mûrisin (ölen kimsenin) oğlu veya daha fazla kardeşiyle
bulunmadığı, eşi ve babasıyla da birlikte olmadığı zaman bütün mirâsın üçte
birini alır. Daha açık bir ifâde ile; birinci ve ikinci halde bulunmadığı zaman
üçte birini alır.
Burada baba; asabe olarak mûrisin (ölen kimsenin) kalan malını almıştır. Ashâb-ı
Ferâiz durumunda olan annedir.
1935 MİRÂSTA "SAHİH DEDE'NİN" DURUMU: Mûrisle (ölen
kimseyle) arasında kadın bulunmayan dedeye "Sahih Dede" adı verilmiştir. Babanın
babası, babanın babasının babası!.. Araya kadın girerse "Fâsid dede" denir ki;
bu "Zevi'l-erham" içerisinde mütâlaa edilebilir. Sahih dede; babanın olmadığı
durumlarda, baba gibi mütalâa edilmiştir. Baba vâris olunca, dede düşer. Bu
hususta icma hasıl olmuştur. Resûl-i Ekrem (sav)'in; babanın olmadığı durumda,
dedeye aynen onun gibi muâmele edilmesini tavsiye ettiği bilinmektedir. İki
kız ile birlikte vâris olarak kalan dede Resûl-i Ekrem (sav)'e hissesinin olup-olmadığını
sormuş, Resûlallah (sav): "-Sana altı da bir hisse var" cevabını vermiştir.
Dede meselesini öğrendikten sonra giderken: "-Sana bir altı da bir daha var"
buyurmuştur.(68) Bu dedenin önce; "Ashâb-ı Ferâiz" hissesi olarak altıda bir
pay alacağının, daha sonra (iki kızdan Orta kalan hisseye) asabe olarak da vâris
olacağının delilidir. Sahih dede'nin dört hali vardır.
Birinci hali şudur: Mûrisin (ölen kimsenin) babası olmayıp da, onun oğlu veya
oğlunun ilânihaye oğlu ile bulunursa altıda bir (1/6) hisse alır.
İkinci hali şudur: Dede; mûrisin kızı veya ilânihaye oğlunun kızıyla birlikte
varis olursa altıda biri (1/6) ve asabe olarak kalanını alır.
Dikkat edilirse; dedeye, önce ashâb-ı ferâiz olarak bir hisse verilmiştir Kız
mûrisin (ölen kimsenin) malının yarısını almıştır, dolayısıyla bu üç hissedir.
Geriye kalan iki hisse; asabe olarak dedeye verilmiştir.
Üçüncü hali şudur: Dede yalnızca asabelik hissesi alır ve buna "Te'sib-i Mahz"
denilir. Şöyle ki; Mûrisin (ölen kimsenin) sadece karısı varsa; dede de onunla
birlikte vâris durumunda ise, asabe olarak hisse alır.
Dördüncü hali şudur: Mûrisin (ölen kimsenin) babası hayatta ise; dede vâris
olmaktan düşer. Zira baba; hem muayyen hisseyi almada, hem de asabe hususunda
dedeyi (Kuvve-i Karâbet noktasından) düşürür.
Dikkat edilirse mûrisin (ölen kimsenin) karısı; ashâb-ı ferâiz olarak terikelerin
dörtte birini (1/4) alır. Terikenin kalanı; asabe olarak babaya verilir. Dede
hayatta olduğu halde, babanın bulunması sebebiyle düşmüştür.
1936 MİRÂSTA "KIZ ÇOCUĞUNUN" DURUMU: Mûrisin (ölen
kimsenin) oğlu olmayıp, diğer vârislerle birlikte yalnız bir kızı bulunursa
terikenin yarısını (1/2) alır. Kur'ân-ı Kerîm'de: "... kız bir tane ise, mirâsın
yarısı onundur" hükmü beyan buyurulmuştur. Şimdi mûrisin (ölen kimsenin) karısı,
kızı ve anne-baba bir kardeşinin varlığını ele alalım. Bu durumda farz sahipleri
karısı ve kızıdır.
İkinci hali şudur: Mûrisin (ölen kimsenin) oğlu olmayıp, iki veya daha fazla
kızı diğerleriyle birlikte vâris olurlarsa üçte ikisini (2/3) alırlar. Kur'ân-ı
Kerîm'de: "Kızlar ikiden fazla ise, mirâsın üçte ikisi onlarındır" buyurulmuştur.
Ayetin zahiri iki ayrı görüşe meydan vermektedir. İbn-i Abbas (ra) iki kızı,
bir kız hükmünde mütâlâa etmiştir. Terikenin üçte ikisini almak için, en az
üç kızın bulunması gerektiğine kâildir. İbn-i Mesûd (ra) ise; ayetin "İki ve
ikiden fazla kız şeklinde anlaşılması" gerektiğine kâildir. Nitekim Enfâl Sûresinde:
"(Eğer) ölenin iki kızkardeşi varsa, bıraktığının üçte ikisi onlarındır" buyurulmuştur.
Ayrıca Resûl-i Ekrem (sav); Uhud savaşında şehid düşen Hz. Sa'ad İbn Rabi'nin
iki kızına terikenin üçte ikisini (2/3) vermiştir.(69) Ayet-i Kerime'nin bu
sırada nâzil olduğu ve ilk mirâs taksiminin Resûlallah (sav) tarafından bu şekilde
yapıldığı kayıtlıdır. Meseleyi şöyle gösterebiliriz:
Üçüncü hali şudur: Mûrisin (ölen kimsenin) oğlu ile birlikte kızı vâris olurlarsa,
ikili-birli paylaşırlar. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Allah size (mirâs hükümlerini şöylece)
tavsiye (ve emir) eder. Çocuklarınız hakkında erkeğin hissesi, iki kızın hissesi
kadardır" hükmü beyan buyurulmuştur. Şimdi bir kadının öldüğünü; geriye kocası,
oğlu ve kızı kaldığını kabul edelim. Mesele şu şekilde olur:
Dikkat edilirse kız; oğlanın yarısı kadar hisse almıştır. Burada hepsi "Ashâb-ı
ferâiz" durumundadır. Bir misâl daha verelim. Farzedelim ki; Ahmed Efendi kaza
sonucu öldü. Geriye karısı, iki oğlu ve üç kızı kaldı. Bunlar terikeyi şu şekilde
paylaşırlar.
1937 MİRÂSTA "OĞLUN KIZININ (BİNTÜ'L İBN)" DURUMU:
Oğlun kızı veya oğlun... oğlunun kızı için vâris olmada altı hal sözkonusudur.
Mûrisin (ölen kimsenin) oğlu veya kızı bulunmayıp (daha önce öldükleri için),
oğlunun bir tane kızı varsa, bu terikenin yarısını (1/2) alır. Kız bulunmayınca,
oğlun kızının onun yerine geçeceği sünnetle sâbittir. Resûl-i Ekrem (sav)'in:
"Oğulların çocuğu, insanın kendi çocuğu hükmündedir. Kendilerinin üstünde de
bir oğul yoksa; bunların erkekleri, adamın kendi erkek çocukları gibi, kızları
da kendi kız çocukları gibidir. Onlar gibi dedelerine vâris olurlar, onlar gibi
mirâstan mahrum olurlar. Oğlunun çocuğu, oğul ile birlikte vâris olamaz"(70)
buyurduğu bilinmektedir. Kız bulunmayınca; oğul kızının onun yerine geçeceği
hususunda icma vardır. Çünkü nass'da geçen çocuk lafzı, oğul kızına da şâmildir.(71)
Ancak mûrisin (ölen kimsenin) kızının çocukları; başka bir neslin (damad'ın)
devamı sayılır. Bunlar fevkalâde durumlarda "Zevi'l-erham" olarak mirâsa girebilirler.
Şimdi oğul kızının altı halini açıklayalım. Mûrisin (ölen kadının) kocası, oğlunun
kızı ve (anne-baba bir erkek) kardeşi var. Mesele şöyle olur.
İkinci hali şudur: Mûrisin (ölen kimsenin) oğlu veya kızı bulunmayıp da, oğlunun
iki veya daha fazla kızları olursa, terikenin üçte ikisini (2/3) alırlar. Mesele
şöyle olur:
Üçüncü hali şudur: Mûrisin (ölen kimsenin) oğlu bulunmayıp, oğlunun bir veya
da daha fazla kızı, mûrisin yalnız kızıyla beraber vâris olurlarsa, terikenin
altıda birini (1/6) alırlar. İbn-i Mesûd (ra)'dan rivayete göre Resûl-i Ekrem
(sav); kıza terikenin yarısını, oğul kızına üçte ikiyi tamamlamak için altı
da birini, geri kalanını da kız kardeşe vermişti.(72) Mesele şöyledir;
Dördüncü hali şudur: Mûrisin oğlu olmayıpda; oğlunun ilânihâye oğlunun bir veya
daha fazla oğlu ile kızı bulunduğu takdirde müşterek asabe olarak (ikili -birli)
terikeyi paylaşırlar. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kızların hakkı, üçte ikiden ziyâde
olamaz" buyurduğu bilinmektedir. Dolayısıyla aldıkları toplam hisse 2/3 geçemez.
Mesele şöyledir:
Beşinci hali şudur: Biraz önce de zikrettiğimiz gibi; kızların hakkı üçte ikiyi
geçemez. Mûrisin; iki veya daha fazla kızı bulununca, oğlun kızına hisse kalmaz.
Buna "Ademü'l-irs" (Mirâs Hissesinin yokluğu) denilmiştir. Diyelim ki; mûrisin
(ölen kimsenin) iki kızı, oğlunun kızı ve (anne-baba bir erkek) kardeşi hayattadır.
Mesele şöyle olur.
Dikkat edilirse; kızın hissesi üçte ikiyi geçemiyeceği nassla sâbit!.. Burada
mûrise daha yakın olan iki kız; üçte ikisini (2/3) alınca, oğlun kızına hisse
kalmadı. Terike'den artanını asabe olarak anne-baba bir erkek kardeş alır.
Altınca hali şudur: Mûrisin (ölen kimsenin) oğlu veya oğlunun oğlu bulunduğu
zaman, oğlun kızları mirâstan düşer. Zira Resûl-i Ekrem (sav) "Hisseleri ehillerine
verin. Kalan mala en layık olan erkektir"(73) buyurmuştur. Diyelim ki; Ali efendi
öldü. Geriye karısı, oğlunun oğlu ve oğlunun oğlunun kızı kaldı. Mesele şöyledir:
1938 MİRÂSTA "ANNE-BABA BİR KIZKARDEŞİN" DURUMU: Daha
önce de (çizelgede) belirttiğimiz gibi "Anne-baba bir kızkardeşin" (uht liebeveyn-uht
lehûma) mirâsta beş hali vardır. Birinci hali şudur: Mûrisin (ölen kimsenin)
oğlu veya kızı, oğlunun ilânihaye oğlu veya kızı, yahud babası, yahud sahih
dedesi bulunmayıp da, bir tek anne-baba bir kızkardeşi hayatta olursa terikenin
yarısını (1/2) alır. Kur'ân-ı Kerîm'de (En-Nisâ: 176): "Habibim senden fetvâ
isterler. De ki; Allah, babası ve çocuğu olmayanın mirâsı hakkında hükmü (şöylece)
açıklar: Eğer çocuğu (ve babası) olmayan bir erkek ölür, geride (Anne-baba bir)
bir tek kızkardeşi kalırsa mirâsın yarısı onundur" hükmü beyan buyurulmuştur.
Ayetteki "uht" (Kızkardeş) kelimesi; anne-baba bir baba bir kızkardeşi ifâde
eder. Bu konuda icmâ vardır.(74) Zira anne bir kardeşler için; En Nisâ Sûresi'nin
onbirinci ayeti vardır. Şimdi diyelim ki Mehmed Efendi öldü!.. Geriye karısı,
anne-baba bir kızkardeşi ve amcası'nın oğlu kaldı. Mesele şöyledir:
İkinci hali şudur: Mûrisin (ölen kimsenin) oğlu, kızı, oğlunun oğlu, oğlunun
kızı, babası, dedesi olmayıp da, iki veya daha fazla anne-baba bir kızkardeşi
bulunursa terikenin üçte ikisini (2/3) eşit olarak paylaşırlar. Kur'ân-ı Kerîm'de:
"Eğer (aynı şartlarda kalan) kız kardeş, iki (veya daha fazla) ise, erkek kardeşinin
bıraktığının üçte ikisi onlarındır" (En Nisâ: 176) buyurulmuştur. Mesele şöyledir.
Üçüncü hali şudur: Mûrisin (ölen kimsenin) oğlu, ilânihaye oğlunun oğlu veya
babası yahud dedesi olmayıp da; anne-baba bir erkek kardeşleri ile beraber kız
kardeşleri bulunursa, müşterek asabe olurlar. Terikeyi aralarında ikili-birli
bölüşürler. Kur'ân-ı Kerîm'de (En Nisâ: 176): "Eğer (yine aynı şartlarda) erkek
ve kız kardeşler ise; o zaman erkek kardeşin hissesi, iki kızın hissed kadardır"
buyurulmuştur. Bu ayette; kız kardeşlerin hissesinin belirlenmesi, erkek kardeşle
birlikte asabe olacağına delâlet eder. Farzedelim ki Cemil Efendi öldü!.. Geriye
karısı, üç kız kardeşi ve iki erkek kardeşi vâris olarak kaldılar. Bu durumda
mesele şöyledir:
Dördüncü hali şudur: Mûrisin (ölen kimsenin) anne-baba bir kızkardeşi; mûrisin
kızı veya oğlunun kızı ile birlikte mirâsçı olursa, sadece asabe hissesini alır.
Zira Resûl-i Ekrem (sav): "Kız kardeşleri, kızlarla birlikte olunca asabe yapınız"(75)
buyurmuştur. İbn-i Mesûd (ra)'dan; Resûl-i Ekrem (sav)'in