| Kâ'b bin
  Mâlik, babasının tek oğlu olup hâli vakti yerinde idi. Arabistan'ın ileri
  gelen şâirlerinden biri idi. İslâmiyetin Medîne'de hızla yayılmasından sonra
  yapılan ikinci Akabe bî'atına katılmış ve orada Müslüman olmuştu. Bunu
  kendisi şöyle anlatır:
 Bunları tanıyor
  musun?
 
 Kavmimizden müşrik olan ba'zı kimselerle beraber, Kâ'be'yi ziyâret için
  Medîne'den yola çıktık. Büyüğümüz ve yöneticimiz olan Berâ bin Ma'rûr da
  yanımızda idi. Mekke'ye gelince Berâ, bana dedi ki:
 
 - Bizi Resûlullah aleyhisselâma götür.
 
 Birlikte Resûlullah efendimizi araştırdık. Ebtâh denilen yerde Mekkeli bir
  adama Resûlullahı sorduk. Adam bize:
 
 - Mescid-i Harâm'a gidiniz! Aradığınız O zât şimdi orada amcası Abbâs ile
  birlikte orada oturuyor, dedi.
 
 Biz tüccâr olduğu için Hz. Abbâs'ı tanıyorduk. Mescid-i Harâm'a girdiğimizde
  Resûlullah efendimizi amcası Abbâs ile oturuyor gördük. Selâm verdikten sonra
  biz de yanlarına oturduk. Resûlullah efendimiz Hz. Abbâs'a sordu:
 
 - Bu zâtları tanıyor musun?
 
 - Evet, tanıyorum. Şu kavminin seyyidi Berâ bin Ma'rûr'dur. Diğeri de Kâ'b
  bin Mâlik'tir.
 
 - Şu şâir olan Kâ'b mı?
 
 Hz. Abbâs da "Evet" dedi. Vallahi Resûlullah efendimizin bu sözünü
  hayatım boyunca unutmadım.
 
 Kâ'b bin Mâlik ikinci Akabe bî'atının gerisini şöyle anlatmaktadır:
 
 Biz kararlaştırdığımız gibi vâdide toplandık. Resûlullah efendimizi
  bekliyorduk. Sonra Resûlullah efendimiz amcası Hz. Abbâs ile birlikte geldi.
  Yapılan konuşmalardan sonra orada bulunan yetmiş sahâbî, Resûlullah
  efendimizi her türlü tehlikeye karşı koruyacaklarına ve İslâmiyeti
  yayacaklarına söz verdiler.
 
 Akabe bî'atinden sonra Medîne'ye dönen Kâ'b bin Mâlik kabîlesinin Müslüman
  olmasında büyük emeği geçti. Kâ'b bin Mâlik hazretleri Bedir savaşına
  katılmadı. Uhud savaşında ise onbir yerinden yaralandı. Burada karşılaştığı
  bir hâdiseyi şöyle anlatıyor:
 
 Tanıyamadın mı
  yâ Kâ'b?
 
 Uhud savaşında bir ara şehîdlerin bulunduğu yere yöneldim. Orada bir müşrik,
  bir taraftan şehîdlerin silâhlarını toplarken, diğer taraftan şehîdlerin
  ağız, burun ve kulaklarını kesiyordu. Bir taraftan da:
 
 - Bunları koyun boğazlar gibi boğazlayın, diye yaygara yapıyordu.
 
 Biraz ötede silahlı bir Müslüman yaklaştı. Kâfirle vuruşmaya başladı. Kâfirle
  Müslümanı mukâyese ettiğimde kâfir daha iyi silahlara sahip görünüyordu.
 
 Ben daha bu düşüncelerden sıyrılmadan birbirlerine hücûm ettiler. Müslüman
  bir kılıç darbesiyle kâfiri Cehenneme yolladı. Sonra bana dönerek yüzünü açtı
  ve dedi ki:
 
 - Tanıyamadın mı yâ Kâ'b, ben Ebû Dücâne'yim.
 
 Hz. Kâ'b'ın hali vakti yerindeydi. Tebük Gazâsına gidilecekti. Daha önceki
  gazâlarda gidilecek yeri hiç söylemeyen Peygamber efendimiz, bu defa
  Müslümanları topladı ve Tebük'e sefer yapılacağını haber verdi.
 
 İşleriyle
  oyalandı
 
 Mevsim sıcaktı ve meyveler olgunlaşmıştı. Herkes hummalı bir şekilde sefere
  hazırlanırken Hz. Kâ'b; "hazırlığı ne zaman olsa yapabilirim"
  diyerek, kendi işleriyle oyalandı. Öyle ki, Peygamber yola çıktığı zaman
  Kâ'b'ın hiçbir hazırlığı yoktu. Hemen hazırlanmak üzere evinden çıktı, ama
  hiçbir şey yapamadan döndü. Kendisi bunu şöyle anlatır:
 
 "Yola çıkıp arkalarından yetişmeyi düşündüm. Keşke yapmış olsaydım.
  Fakat bu da mümkün olmadı. Resûlullah efendimiz bu gazâya gittikten sonra
  insanlar arasına çıktığımda, kendime arkadaş olarak ancak münâfıklık damgası
  vurulmuş kimseleri, yâhut âcizleri görmem beni kederlendirdi."
 
 Tebük'e varıncaya kadar onun ismini anmayan Hz. Peygamber, orada Kâ'b'ın ne
  yaptığını sordu. Müslümanlardan biri, (elbiselerine ve boyuna bakıp
  gururlanması onu cihâd yolundan alıkoydu) deyince, Mu'âz bin Cebel hemen
  müdâhale ederek Kâ'b hakkında iyilikten başka birşey bilmediklerini söyledi.
  Bu cevap üzerine Hz. Peygamber sükût etti.
 
 Sefer sona erip de Müslümanlar Medîne'ye doğru harekete geçince, Kâ'b'ı
  müthiş bir endişe ve telâş kapladı. Resûlullah efendimiz dönünce ona ne
  diyeceğini düşünüyordu. Bu arada aklına birçok mâzeretler geliyor, ama o
  Resûlullaha yalan söylemeyi nefsine yediremiyordu.
 
 Nitekim Resûlullahın Medîne'ye geldiği haberi ulaşınca Kâ'b doğruca
  Peygamberimizin huzuruna gidip ona hakîkatı olduğu gibi söylemeye karar
  verdi. Bundan sonrasını kendisi şöyle anlatıyor:
 
 "Resûlullah efendimizin huzûruna varınca selâm verdiğim zaman, bana
  gazâblı bir gülümseyişle, "Gel" buyurdular.
  Yürüyüp yanına vardım ve önüne oturdum. Bana sordular:
 
 - Seni geride bırakan nedir? Bana yardım etmek üzere Akabe'de bana
  bî'at etmemiş miydin?
 
 - Evet, yâ Resûlallah! Allahü teâlâya yemin ederim ki, sizden başka şu dünya
  halkından birisinin yanında bulunsaydım, özür beyân ederek onun gazâbından
  kurtulabileceğimi zannederdim. Zîrâ söz söylemesini bilirim.
 
 Hiç bir özrüm
  yoktur
 
 - Vallahi, biliyorum ki, bugün yalan söyleyip sizi memnun etsem de Allahü
  teâlâ sizi bana gücendirebilir. Eğer doğrusunu söylersem siz bana kızacaksınız.
 
 Lâkin ben doğruyu söylemekle Allahtan hayırlı netîce beklerim. Yemin ederim
  ki, gazâdan geri kalmam için hiçbir özrüm yoktu. Hiçbir zaman, sizden ayrılıp
  kaldığım zamandakinden daha kuvvetli ve zengin değildim.
 
 Kâ'b Resûlullaha doğruyu söylerken gözleri önünde, ba'zı münâfıklar yalan
  mâzeretlerle Peygamberimizin huzuruna çıkmışlar; Peygamberimiz de bunların bu
  mâzeretlerini kabûl ederek kalblerinde yatan niyeti Allaha havâle etmişti.
  Fakat Kâ'b Allah ve Resûlü huzurunda doğruluktan ayrılmadı.
 
 Kâ'b bin Mâlik'in bu şekilde mâzeret belirtmemesi üzerine Resûlullah
  efendimiz buyurdu ki:
 
 - İşte Kâ'b doğru söyledi. Kalk, Allahü teâlâ senin hakkında hükmünü
  verinceye kadar bekle!
 
 Âciz duruma
  düştün
 
 Kalktım. Evime gelirken, Selimeoğullarından ba'zı kişiler, benimle birlikte
  geldiler ve bana dediler ki:
 
 - Vallahi, biz, seni bundan önce bir günâh işlemiş kimse olarak bilmiyoruz.
  Ne çâre ki, sen, seferden geri kalan kişilerin özür diledikleri şekilde
  Resûlullah efendimizden özür dilemedin ve çok âciz duruma düştün! Hâlbuki,
  Resûlullah senin hakkındaki magfiret dileği, günâhını bağışlatmaya yeterdi!
 
 Vallahi, Selimeoğulları, beni kınamaya o kadar devam ettiler ki, nihayet
  Resûlullah efendimizin yanına dönmek, kendimi yalanlamak istedim. Sonra,
  onlara sordum:
 
 - Bu duruma düşen benden başka, benimle birlikte bir kimse var mıdır?
 
 - Evet! İki kişi daha vardır. Onlar da, Resûlullaha senin söylediğin sözün
  benzerini söylediler. Resûlullah tarafından onlara da, sana söylendiği gibi
  söylendi.
 
 - Kimdir onlar?
 
 - Mürâre bin Rebî-ül-Amrî ile Hilâl bin Ümeyye-tül-Vâkıfî'dir!
 
 Bu iki zâtın, sâlih ve kendileri örnek tutulacak kişiler olduklarını, Bedir
  savaşında bulunduklarını bana hatırlattılar. Tereddütten vazgeçtim. Mu'âz bin
  Cebel ile Ebû Katâde'ye rastladım. Bana dediler ki:
 
 - Arkadaşlarının sözlerini dinleme! Doğruluk üzerinde dur! İnşâallah,
  herhalde, Allahü teâlâ, senin için bir genişlik, bir çıkar yol yaratır. Özür
  sahiplerine gelince, eğer, onlar özürlerinde sâdık iseler, Allahü teâlâ, bu
  husûsta onlardan hoşnut olur ve bunu, Peygamberine bildirir!
 
 Bu zâtların hâlleri etrafa yayılınca, herkes onlara yabancı gibi davranmaya
  başladı. Diğer iki Sahâbî evlerine kapanmayı tercih ederken, Kâ'b cemâ'atle
  namazlarını kıldı, çarşıları dolaştı. Ama hiç kimse onunla konuşmuyordu.
 
 Allah ve Resûlü
  daha iyi bilir
 
 Resûlullaha yakın yerlerde oturmaya dikkat ediyor ve bu esnâda onun çehresine
  bakmaya çalışıyordu. Ama her defasında Peygamberimiz ondan yüzünü
  çeviriyordu. Bu hâlden iyice bunalan Kâ'b, amca oğlu Ebû Katâde'ye gitti ve
  ona sordu:
 
 - Ey Ebû Katâde! Allah için soruyorum. Allahı ve Resûlünü ne kadar sevdiğimi
  biliyor musun?
 
 Fakat cevap alamadı. Birkaç defa daha sordu. Ebû Katâde kısa cevap verdi:
 
 - Allah ve Resûlü daha iyi bilir.
 
 Bunun üzerine Kâ'b mahzûn bir şekilde, gözyaşları içinde oradan ayrıldı.
 
 Günler geçti, haftalar birbirini kovaladı. Kimse Kâ'b'la bir tek kelime
  konuşmuyor, Kâ'b işin nereye varacağını bilemiyordu. Bu arada, Kâ'b'ın
  imtihanını daha da çetinleştiren bir hâdise ortaya çıktı. Kâ'b 50 gün devam
  eden bu ızdırap verici bekleyiş devresinde Gassan'daki Kıptî liderlerinden
  bir mektup aldı. Mektupta şöyle deniyordu:
 
 - Efendinizin size uygunsuz muâmelede bulunduğunu duydum. Sizi hukukunun
  çiğnendiği ve kıymetinin bilinmediği bir yerde bırakmasın. Yanımıza gelin,
  size ikrâmlarda bulunuruz.
 
 Tereddütsüz
  reddetti
 
 Bir tarafta haftalardır yüzüne bakmayan, kendisiyle konuşmak tenezzülünde
  bile bulunmayan arkadaşları, diğer bir tarafta da izzet, ikrâm ve haşmet
  teklif eden bir da'vet vardı.
 
 Düşman, Kâ'b'ın bu zayıf anını değerlendirmek istiyordu. Böyle sıkıntılı bir
  zamanda, böyle câzip bir teklife kim hayır diyebilirdi? Fakat Kâ'b
  tereddütsüz Kıptî liderinin mektubunu yırtıp attı.
 
 Tam bu esnâda, Kâ'b'ın durumunu daha da zorlaştıran bir emir daha geldi.
  Peygamberimizin gönderdiği bir elçi, ona, zevcesinden uzak durmasının
  istendiğini haber veriyordu. Kâ'b hanımını boşamayacak, ama ondan ayrı
  yaşayacaktı.
 
 Çile biteceğine daha da şiddetleniyordu. Aynı emir diğer üç Sahâbîye de
  gönderilmişti. Fakat bu emir de Kâ'b'ın ve arkadaşlarının Resûlullaha
  bağlılığını sarsmadı. İşledikleri hatânın pişmanlığı içinde bütün rûhlarıyla
  Allaha yalvarıp istigfâr ediyorlardı.
 
 Ama mü'minler cemâ'atinden ayrılmak, Allah ve Resûlünü terketmek akıllarından
  bile geçmiyordu. Îmânları böyle bir davranışa müsaade etmiyordu. Bundan
  sonrasını Kâ'b hazretleri şöyle anlatır:
 
 Ey Kâ'b, müjde!
 
 "İnsanların bizimle konuşmalarının yasaklandığı günden 50 gece
  sonrasında, gecenin sabahında sabah namazını kıldım. Rûhum çok sıkılmış ve bulunduğum
  yere sığamaz bir vaziyette oturuyordum. Âdetâ yerle gök arasında sıkışmış ve
  gidecek hiçbir yeri kalmamış gibiydim. Tam bu esnâda bir ses işittim:
 
 - Ey Mâlik'in oğlu Kâ'b, müjde, müjde!
 
 Kurtuluş günü gelmişti. Hemen secdeye kapandım."
 
 Peygamber efendimiz sabah namazından sonra, bu üç Sahâbînin tevbelerinin
  kabûl edildiğini halka ilân etmişti. Bunun üzerine Sahâbîler müjdeyi
  kardeşlerine ilân etmek için yarışırcasına koştular ve Kâ'b'la birlikte diğer
  iki Sahâbîye müjdeciler gönderdiler.
 
 Kâ'b bin Mâlik, bundan sonrasını ve Peygamberimizin yanına gidişini şöyle
  anlatır:
 
 "Hemen Resûlullah efendimize gittim. Halk, beni takım takım
  karşıladılar. "Allahın, tevbeni kabûl buyurması, sana kutlu olsun!"
  diyerek beni, kutladılar.
 
 Mescide varıp girdim. O sırada, Resûlullah efendimiz, eshâbıyla
  oturuyordu."
 
 Kâ'b bin Mâlik anlatmasına şöyle devam etti:
 
 "Kendisine selâm verdiğim zaman, Resûlullah efendimiz, sevinçten yüzü
  şimşek çakar gibi bir hâlde olarak bana buyurdu ki:
 
 - Seni, öyle bir günün hayır ve saâdetiyle müjdelerim ki, o, annenin
  doğurduğu günden beri geçirdiğin günlerin hayırlısıdır! Sen, hiç bir zaman,
  üzerine doğmamış olan hayırlı güne gel!
 
 Bunun üzerine Peygamber efendimize sordum:
 
 - Yâ Resûlallah! Bu müjde, Senden mi, yoksa, Allahü teâlâdan mı?
 
 - Hayır! Benden değil, Allahü teâlâdandır!
 
 Yüzü ay gibi
  parlardı
 
 Zâten, Allahü teâlâ tarafından sevindirildiği zaman, Resûlullahın yüzü,
  sevinçten, ay parçası gibi parıldardı. Bunu, biz de, yüzünün parıltısından
  anlardık.
 
 Resûlullah aleyhisselâmın önüne oturunca dedim ki:
 
 - Yâ Resûlallah! Hem tevbemin kabûlüne şükür için, hem de Allahın ve
  Resûlünün rızâsını kazanmak için sadaka olarak malımdan sıyrılıp çıkacağım!
 
 Resûlullah aleyhisselâm buyurdu ki:
 
 - Malının bir kısmını yanında tut. Hepsini dağıtma! Bu, senin için
  daha hayırlıdır.
 
 Bunun üzerine dedim ki:
 
 - Öyle ise, Hayber'de hisseme düşmüş olan malı, yanımda tutar, kendime
  alıkorum. Yâ Resûlallah! Allahü teâlâ beni, ancak doğrulukla kurtardı. Artık
  ben, tevbemin icâbından olarak, bundan böyle sağ kaldıkça, yaşadıkça,
  doğrudan başka bir şey söylemeyeceğim!
 
 Vallahi, Resûlullah efendimize, bunları söylediğimden beri, Müslümanlardan
  hiç bir kimse bilmiyorum ki, doğru söylemek husûsunda, Allahü teâlânın bana
  yaptığı imtihandan daha güzel imtihanı ona yapmış olsun!
 
 Resûlullah efendimize, bunları söylediğimden bu güne dek yalan bir şey
  söylemek, aklımdan bile geçmemiştir. Bundan sonra sağ kaldığım zaman içinde
  de, Allahü teâlânın beni yalandan koruyacağını umarım!
 
 Allahü teâlâyı
  ananlar müstesnâ
 
 Günün birinde, şâirler için âyet-i kerîme indi. Cenâbı Hak, kelâmında meâlen
  buyurdu ki:
 
 (Onlara, şâirlere ancak, sapıklar uyarlar...)
 
 Bu şiddetli hitap karşısında, Hz. Abdullah bin Revâha, Kâ'b bin Mâlik ve
  Hassân bin Sâbit ve arkadaşları ağlamaya başladılar. Bunu gören Peygamber
  efendimiz, âyetin devamını okudular:
 
 (Ancak îmân edip, iyi işler yapanlar ve Allahı çok ananlar müstesnâ.
  Onlar öteki şâirler gibi değildirler.) [Şuarâ:224]
 
 Hz. Kâ'b ve arkadaşları da, başka türlü değillerdi ki. Ancak dînimizi övüyor,
  din düşmanlarını yeriyorlardı. Âyet-i kerîmenin devamı gelince, üzüntüleri
  sevince dönüştü.
 
 Peygamberimizin şâirlerinden olan Hz. Kâ'b, Hicretin 50. yılında
  Hz.Muâviye'nin hilâfeti zamanında 77 yaşında iken vefât etti.
 |