| Peygamber
  efendimiz Müslüman beldelerine vâli ve zekât tahsil memurları gönderdiği
  sıralarda, bir gün sabah namazından sonra Eshâb-ı kirâma dönerek buyurdu ki:
 - İçinizden hanginiz Yemen'e gider?
 
 Hz. Ebû Bekir cevap verdi:
 
 - Ben giderim yâ Resûlallah!
 
 Peygamberimiz bir müddet sonra tekrar sordu:
 
 - Hanginiz Yemen'e gider?
 
 Bu sefer Hz. Ömer cevap verdi:
 
 - Ben giderim Yâ Resûlallah!
 
 Peygamberimiz biraz sonra yeniden sordu:
 
 - İçinizden Yemen'e kim gider?
 
 Mu'âz bin Cebel ayağa kalkıp dedi ki:
 
 - Yâ Resûlallah! Ben giderim.
 
 Vazife senindir
 
 Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
 
 - Ey Mu'âz! Bu vazîfe senindir. Ey Bilâl! Bana sarığımı getir!
 
 Mu'âz bin Cebel, Yemen'de vâlilik yapmak, halka İslâmiyeti anlatmak, Kur'ân-ı
  kerîmi öğretmek ve Yemen ülkesinde toplanan zekât mallarını vazîfelilerden
  teslim almak ve onların arasındaki ihtilafları çözüp hükme bağlamak üzere
  Yemen'e gitmek için hazırlandı. Yola çıkmadan önce Peygamberimiz ona şöyle
  buyurdu:
 
 - Sen ehl-i kitaptan ya'nî Yahûdîlerden ve Hıristiyanlardan bir
  kavimle karşılaşacaksın. Onların yanına varınca, onları önce, Allahtan başka
  ilâh olmadığına ve benim Allahın Resûlü olduğumu tasdîke da'vet et.
 
 Eğer bunu kabûl ederlerse, onlara, Allahü teâlânın beş vakit namazı
  farz kıldığını haber ver. Bunu da yaptıkları takdirde, Allahü teâlânın,
  zenginlerin fakirlere zekât vermesini emrettiğini bildir.
 
 Bunu da kabûl ederlerse, zekât alırken sakın mallarının sadece en
  iyilerini seçme! Mazlumun âhını almaktan çekin. Çünkü Allahü teâlâ mazlumun
  duâsını hemen kabûl eder.
 
 Sığırların
  zekâtı
 
 Hz. Mu'âz diyor ki:
 
 Resûlullah efendimiz bana, onlardan, her 30 sığırda, bir yaşında erkek veya
  dişi bir dana; her 40 sığırda iki yaşında bir dana... Her bülûğ çağındaki
  gayrı müslimden de, bir dinar veya onun dengi Yemen kumaşı, yağmur suyu ile
  sulanan her mahsûlden öşür (onda bir) ve ücretle sulanan şeylerden de yarım
  öşür (yirmide bir) alınmasını emretti.
 
 Bundan sonra Resûlullaha dedim ki::
 
 - Yâ Resûlallah! Bana nasîhatta bulunur musunuz?
 
 - Yâ Mu'âz! Her ne hâlde ve her nerede olursan ol, Allahtan kork!
 
 - Yâ Resûlallah! Bana nasîhatınızı artırır mısınız?
 
 - Günâhın arkasından hemen iyilikte bulun ki, günâhı yok etsin!
 
 - Yâ Resûlallah! Bana nasîhatınızı biraz daha artırır mısınız?
 
 - İnsanlara güzel ahlâkla muâmele et! Yâ Mu'âz! Sen kitap ehli bir
  kavmin yanına gidiyorsun. Onlar senden, Cennetin anahtarının ne olduğunu
  soracaklardır. Onlara, Cennetin anahtarı Lâ ilâhe illallahü vahdehû lâ şerîke
  leh, de!
 
 Mu'âz bin Cebel tekrar sordu:
 
 - Yâ Resûlallah! Bana, kitapta bulunmayan ve senden de işitmediğim bir şey
  sorulur ve halledilmesi için bana getirilirse ne yapmamı buyurursunuz?
 
 - Allah için tevâzu göster, Allahü teâlâ seni yükseltir. Sakın iyi
  bilmedikçe hüküm verme! Sana müşkil, karmaşık gelen işi ehline sor,
  danışmaktan utanma! En son ictihâd et! Muhakkak ki, Allahü teâlâ doğruluğuna
  göre seni muvaffak kılar. İşler sana karmakarışık gelirse,
  gerçek, sence belli oluncaya kadar bekle veya bana yaz! O husûsta keyfine
  göre hareket etmekten sakın! Yumuşak davranmanı sana tavsiye ederim.
 
 Kabrimi ziyârete
  gelirsin
 
 Resûlullah efendimiz vedâlaşırken buyurdu ki:
 
 - Yâ Mu'âz, sen belki bu seneden sonra beni bir daha göremezsin.
  Belki dönüşünde burada benim mescidime ve kabrime ziyâret için gelirsin.
 
 Bunu işiten Mu'âz bin Cebel hüzünle gözyaşı dökmeye başlayınca, Peygamberimiz
  buyurdu ki:
 
 - Ağlama yâ Mu'âz! Feryâd ederek ağlamak şeytandandır. Ben seni
  yürekleri yufka olan bir kavme gönderiyorum. Onlar hak üzerinde iki kere
  savaşacaklar. Onlardan sana itâat edenler, sana âsi olanlarla çarpışacaklar;
  hattâ kadın, kocasına; oğlu babasına; kardeş kardeşine öfkelenecek, sonra da
  İslâmiyete tekrar döneceklerdir.
 
 Resûlullah efendimiz Mu'âz ile bir mil kadar yürüdü ve son olarak şu nasîhati
  yaptı:
 
 - Kolaylaştırınız, zorlaştırmayınız! Müjdeleyiniz, ürkütmeyiniz!
  Birleşiniz, fırkalara ayrılmayınız! Bana yakın olanlar, tam bağlı olanlar,
  nerede olursa olsunlar, takvâ sâhipleri ve Allahü teâlâya hakkıyla kulluk
  edenlerdir.
 
 Ne ile
  hükmedeceksin?
 
 Resûlullah efendimiz ile Mu'âz arasında şu konuşma geçti:
 
 - Sana bir da'vâ getirilince, insanlar arasında hüküm verirken ne ile
  hüküm vereceksin?
 
 - Allahın kitabıyla hüküm veririm.
 
 - Ya O'nda açıkça bulumazsan?
 
 - Resûlullahın sünneti ile hüküm veririm.
 
 - Ya onda da açıkça bulamazsan?
 
 - İctihâd ederek, anladığımla hükmederim.
 
 Peygamber efendimiz, Mu'âz bin Cebel'in bu cevabından dolayı çok memnun
  kalarak mübârek elini O'nun göğsüne koyup buyurdu ki:
 
 - Elhamdülillah! Allahü teâlâ, Resûlünün elçisini, Resûlullahın
  rızâsına uygun eyledi.
 
 Sonra da Mu'âz bin Cebel'e şöyle duâ etti:
 
 - Cenâb-ı Hak seni her taraftan gelecek musîbetlerden muhafaza
  buyursun. İnsanların ve cinlerin şerrini senden uzaklaştırsın. Senin
  sebebinle Allahü teâlânın bir kişiyi hidâyete erdirmesi, senin için dünyadan
  hayırlıdır.
 
 Mu'âz bin Cebel, Yemen'de uzun müddet kaldı. Yemen halkı onun da'vetine
  uyarak İslâmiyeti kabûl ettiler. Hz. Mu'âz'ın işini kolaylaştırdılar.
  Yemen'de kaldığı müddetçe halka va'z ve nasîhatlar yaparak derdi ki:
 
 - Ben Resûlullahın elçisiyim. Kesin olarak bilin ki, ölüm muhakkaktır. Orada
  Cennet ve Cehennemden başka bir yer yoktur. Oralara gidiş vardır, dönüş
  yoktur. Orada hayât sonsuzdur.
 
 Allahü teâlânın
  emâneti
 
 Peygamber efendimiz, Yemen'de iken çocuğunun ölümü üzerine Mu'âz bin Cebel'e
  gönderdiği ta'ziye mektubu şöyledir:
 
 "Allahü teâlâ sana selâmet versin! O'na hamd ederim. Herkese
  iyilik ve zarar, yalnız O'ndan gelir. O dilemedikçe, kimse kimseye iyilik ve
  kötülük yapamaz. Allahü teâlâ, sana çok sevâb versin. Sabretmeni nasîb
  eylesin! O'nun ni'metlerine şükür etmenizi ihsân eylesin!
 
 Muhakkak bilmeliyiz ki, kendi varlığımız, mallarımız, servetimiz,
  kadınlarımız ve çocuklarımız, Allahü teâlânın sayısız ni'metlerinden, tatlı
  ve faydalı ihsânlarındandır. Bu ni'metleri, bizde sonsuz kalmak için değil,
  emânet olarak kullanmak, sonra geri almak için vermiştir. Bunlardan, belli
  bir zamanda faydalanırız. Vakti gelince, hepsini geri alacaktır. Allahü
  teâlâ, ni'metlerini bize vererek sevindirdiği zaman, şükretmemizi; vakti
  gelip geri alarak üzüldüğümüz zaman da, sabretmemizi emir eyledi.
 
 Senin bu oğlun, Allahü teâlânın tatlı, faydalı ni'metlerinden idi.
  Geri almak için sana emânet bırakmıştı. Seni, oğlun ile faydalandırdı.
  Herkesi imrendirecek şekilde sevindirdi, neş'elendirdi. Şimdi geri alırken
  de, sana çok sevâb, iyilik verecek, acıyarak, doğru yolda ilerlemeni,
  yükselmeni ihsân edecektir.
 
 Bu merhamete, ihsâna kavuşabilmek için sabretmeli, O'nun yaptığını
  hoş görmelisin! Kızar, bağırır, çağırırsan, sevâba, merhamete kavuşamazsın ve
  sonunda pişman olursun. İyi bil ki, ağlamak, sızlamak, derdi belâyı geri
  çevirmez. Üzüntüyü dağıtmaz! Kaderde olanlar başa gelecektir. Sabretmek,
  olmuş bitmiş şeye kızmamak lâzımdır.
 
 Üstünlüğü çoktur
 
 Mu'âz bin Cebel, Peygamberimizin vefâtını da orada iken haber aldı. Daha
  sonra Yemen'deki hizmetini tamamlayıp, Medîne'ye döndü. Hz. Ebû Bekir'in
  halîfeliği sırasında Medîne'de Hz. Ebû Bekir'in seçtiği danışma hey'etinde
  yer aldı. Suriye taraflarına da giderek hem oralarda yapılan savaşlara
  katıldı, hem de insanlara din bilgilerini ve Kur'ân-ı kerîmi öğretti.
 
 Mu'âz bin Cebel'in fazîleti, üstünlüğü çoktur. Resûlullah efendimiz birçok
  hadîs-i şerîflerinde onu medhetmiş, övmüştür.
 
 Abdullah bin Mes'ud buyurdu ki:
 
 - Mu'âz bin Cebel, Allaha ve Resûlüne itâat eden, doğru yolda bulunan bir
  cemâ'at gibiydi. Biz Onu İbrâhim aleyhisselâma benzetirdik. Çünkü O,
  insanlara hayrı, iyiliği öğretir. Allaha ve Resûlüne de itâat ederdi.
 
 Hz. Mu'âz şöyle anlatıyor:
 
 Bir gün Resûl-i ekrem efendimiz bir hayvana binmişti. Ben de arkasında
  bulunuyordum. Bana buyurdu ki:
 
 - Ey Mu'âz!
 
 - Emredin, yâ Resûlallah!
 
 Resûlullah efendimiz üç kere ismimi söyledikten sonra buyurdu ki:
 
 - Cenâb-ı Hakkın kulları üzerinde olan hakkı nedir, biliyor musunuz?
 
 - Allah ve Resûlü daha iyi bilir.
 
 - Cenâb-ı Hakkın kulları üzerindeki hakkı, onların Kendisine ibâdet
  etmeleri ve başka hiç bir varlığı O'na ortak koşmamalarıdır. Kullar bu
  vazîfelerini yerine getirirlerse, Allahü teâlâdan bekledikleri hakları,
  Allahü teâlânın onlara va'dettiği nedir, bilir misin?
 
 - Allah ve Resûlü daha iyi bilir.
 
 - Bu takdirde kulların Allahü teâlânın üzerindeki hakkı, Onlara
  va'dettiği ni'meti vermesi ve azâb etmemesidir.
 
 Mu'âz bin Cebel
  sağ olsaydı
 
 Hz. Ömer'e, "bize kimi halîfe bırakıyorsun" denildiğinde buyurdu
  ki:
 
 - Şâyet Mu'âz bin Cebel sağ olsaydı, onu halîfe bırakırdım ve Rabbime
  kavuştuğumda, Rabbim bana, "Muhammed aleyhisselâmın ümmetine kimi halîfe
  bıraktın" deyince, ben de, "Senin kulun ve Resûlün olan Muhammed
  aleyhisselâmın; (Mu'âz, kıyâmet günü, âlimlerin önünde, tek başına
  bir cemâ'attır) buyurduğu kimseyi bıraktım" derdim.
 
 Mu'âz bin Cebel der ki:
 
 Resûlullah efendimiz bana buyurdu ki:
 
 - Ey Mu'âz! Sana Allahtan korkmayı, O'na sığınmayı, doğru konuşmayı,
  verdiğin sözde durmayı, herkese selâm vermeyi, güzel amel ve işlerde
  bulunmayı, öksüze merhamet etmeyi, tatlı sözlü olmayı, Kur'ân-ı kerîmi
  okumayı, âhireti sevmeyi, âhiret hesâbının korkusunu taşımayı ve herkese
  şefkat kanatlarını germeyi tavsiye ederim.
 
 Hikmet sahiplerine kötü söz söylemekten, doğruyu yalanlamaktan,
  günâhkâra itâatten, âdil hükümdara isyândan ve yeryüzünde bozgunculuk
  yapmaktan da seni nehyederim, sakındırırım.
 
 Her yerde Allahü teâlâyı zikretmeyi ve her günâhın peşinden tevbe
  etmeyi tavsiye ederim. Gizli günâh işlediğin zaman gizli, âşikâre günâh
  işlediğin zaman âşikâre tevbe edersin.
 
 Allah için
  seviyorum
 
 Tâbiînin büyüklerinden Ebû İdris el-Havlânî, Hz. Mu'âz bin Cebel'e,
  "seni Allah için seviyorum" dediğinde, Mu'âz bin Cebel şöyle cevap
  verdi:
 
 - Sana müjdeler olsun, ey Ebû İdris! Ben Resûl-i Ekremin şöyle buyurduğunu
  işittim:
 
 (Kıyâmet günü Arşın etrafında, birtakım insanlar için kürsüler
  kurulacaktır. Bunların yüzleri ayın ondördü gibi parlayacaktır. İnsanlar
  feryâd ederken onlar korkmazlar. Korku ve kederleri olmayan kimseler, Allahın
  gerçek dostlarıdır.)
 
 Peygamberimize bunların kim olduğu sorulunca buyurdu ki:
 
 (Onlar, Allah için birbirlerini seven kimselerdir.)
 
 Peygamber efendimiz bir gün Hz. Mu'âz'a buyurdu ki:
 
 - Yâ Mu'âz! Ben seni severim. Bunun için her namazdan sonra şu duâyı
  terketme! Allahümme e'ınnî alâ zikrike ve şükrike ve hüsn-i ibâdetike.
 
 Dînimi bana kim
  öğretecek?
 
 Abdullah bin Seleme şöyle anlatıyor:
 
 Mu'âz bin Cebel taûn hastalığına yakalanmıştı. Rahatsızlığı çok arttığı bir
  sırada, talebelerinden Amr bin Meymun el-Evdî ziyârete geldi. Durumunun çok
  ağır olduğunu görünce, ağlamaya başladı. Hz. Mu'âz, Ona sordu:
 
 - Niçin ağlıyorsun?
 
 - Allaha yemin ederim ki, sen benim hocamsın. Bana dünyalık yardımda
  bulunuyorsun diye ağlamıyorum. Ben, senden dînimi öğreniyor ve ilim
  alıyordum. Senin ölümünden sonra dînimi ve ilmi bana öğretecek kimsenin
  bulunmamasından korkuyorum ve onun için ağlıyorum.
 
 Bunun üzerine Mu'âz bin Cebel buyurdu ki:
 
 - Hayır, bundan korkma! Îmân ve ilim, kıyâmete kadar yerindedir, arayan bulur
  ve Allahü teâlâ bunları isteyen kimseye öğretecek birini gösterir. Allahın
  kitabı Kur'ân-ı kerîm ve Peygamberimizin sünneti, kıyâmete kadar korunacaktır.
 
 Nitekim Allahü teâlâ ilmi ve îmânı İbrâhim aleyhisselâma ihsân etmiştir.
  Hâlbuki o zaman, îmânı ve ilmi bilen ve öğreten hiç kimse de yoktu. İbrâhim
  aleyhiselâm istediği için Cenâb-ı Hak, O'na ihsân etti. İlmi, Hz. Ömer'den,
  Hz. Osman'dan ve Hz. Ali'den alınız! Eğer onları da kaybederseniz,
  Ebü'd-Derdâ'dan, Abdullah İbni Mes'ud'dan, Selmân-ı Fârisî'den ve Abdullah
  İbni Selâm'dan alınız!
 
 Âlimin yanılmasından korkunuz! Doğru olanı, hakîkatı kim bildirirse kabûl
  ediniz! Doğru, hak olmayanı da söyleyen kim olursa olsun, onu reddediniz!
 
 Cennet ehlinin
  hasreti
 
 Bir gün, birisi, Mu'âz bin Cebel'in huzuruna gelip selâm vermişti. Biraz
  sonra vedâlaşıp ayrılacağı sırada, ona buyurdu ki:
 
 - Ey falan! Dünyadaki nasîbin ne ise ve nerede olursa gelip seni bulacaktır.
  Sen ise, dünyadaki nasîbinden daha çok âhiret nasîbine muhtâçsın. Âhiret
  nasîbini, dünya nasîbine tercih et! Hattâ öyle olmalısın ki, çok ihtişamlı
  bir âhiret servetine sahip olasın! Dünya ni'metleri geçicidir. Âhiret için
  elde ettiklerin ise, nerede olursa seninledir.
 
 Cennet ehlinin tek bir hasreti, pişmanlığı vardır. O da, Allahü teâlâyı
  unutarak geçirdikleri vakitlerdir.
 
 Ebû Bâhirî şöyle anlatıyor:
 
 Bir gün Humus şehrinde câmiye gitmiştim. Mu'âz bin Cebel de, orada
  bulunuyordu. Yanında bir grup kimseler vardı. Onlara buyurdu ki:
 
 - Bir kimse, Allahü teâlânın huzuruna kâmil, olgun bir îmânla gitmek
  istiyorsa, beş vakit namaz için çağırılan yere gelip namazını kılsın. Çünkü
  beş vakit namazı câmide cemâ'atle kılmak, hidâyet yollarından olup, hem de
  Peygamberimizin mühim sünnetidir.
 
 Hiç kimse, benim evimde namaz yerim vardır ve ben evimde namazımı kılıyorum,
  demesin! Böyle yaparsanız, Resûlullahın sünnetini terketmiş olursunuz. Bu da
  dalâlettir.
 
 Mu'âz bin Cebel'e sordular:
 
 - Duâ ne zaman kabûl olunur?
 
 Buyurdu ki:
 
 - İnsanlar gaflette oldukları zaman, sen, Allahü teâlâya dön ve ondan
  ne dilersen o zaman iste! İşte o zaman duâlar makbûldür.
 
 Amel etmedikçe
 
 Yezîd bin Câbir diyor ki:
 
 Ben Mu'âz bin Cebel'den şöyle işittim. Buyurdu ki:
 
 "- Ne kadar çok ilim öğrenirseniz öğrenin, bunlarla amel etmedikçe
  öğrendiğiniz ilimden sevâb alamazsınız."
 
 Recâ bin Hayve şöyle bildiriyor:
 
 Bir zamanlar Mu'âz bin Cebel'in bir sohbetinde bulunmuştum. İlim hakkında
  şöyle buyurdu:
 
 "- Size benim vasiyetim olsun! İlmi, ancak Allah rızâsı için
  öğrenin! Zîrâ Allah rızâsı için öğrenilen ilim, takvâyı, Allahtan korkmayı
  hâsıl eder. Bu niyetle ilim aramak ibâdettir. Bu ilmi müzâkere etmek
  tesbihtir; ilimden konuşmak, Allah yolunda cihâddır. Bilmeyene ilim öğretmek
  sadakadır. Bir mecliste bulunanlara ilimden bahsetmek, Allahü teâlâya
  yakınlıktır. Zîrâ ilim, helâl ile harâmın terâzisi, Cennet ehlinin minâresi,
  gurbette insanın arkadaşıdır.
 
 Bir insan, bir yerde yalnız kaldığı zaman, ilim ona sıkıntıyı gideren bir
  arkadaş olur. Sıkıntı ve genişlik zamanlarında ilim, sahibine delildir. İlim,
  düşmanlara karşı çok iyi bir silâhtır. Dostlarının yanında insanın süsüdür.
  Cenâb-ı Hak bir kavmi, ilim ile yükseltir. İnsanı ilimle başkalarına rehber,
  öncü yapar ve ona itâat ederler. Melekler dahî ilim sahiplerinin
  dostluklarını arzular ve kanatlarını onların üzerine gererler.
 
 Canlı ve cansız her ne varsa, hattâ denizlerdeki balıklar ve diğer hayvanlar,
  havada uçan kuşlar, karadaki bütün hayvanlar, âlimlere istigfâr ederler.
  Çünkü ilim, insanın kalb gözünü açar. Gözleri karanlıktan aydınlığa
  kavuşturan bir nûrdur.
 
 İlim ile amel eden insan, seçilmiş kimselerin makâmlarına yükselir.
  İlim sahipleri, dünya ve âhirette yüksek derecelere erişir. İlimde tefekkür,
  nâfile oruç tutmak gibidir. İlmin öğretilmesi nâfile namaz kılmaktan
  sevâbdır. İlim ile, helâl ve harâm olan şeyler ayırdedilebilir.
 
 İlim, amellerin imâmıdır. Amel, ilme tâbidir. İlimsiz amel olmaz.
  İlim, Cennet yoluna ışıktır. Cehennemlik olanlar, ilimden mahrûm kalanlardır.
  Dünya ve âhiret saâdetinin kaynağı ve bütün ibâdetlerin efdali, en üstünü
  ilimdir."
 
 Son namaz bil
 
 Mu'âz bin Cebel oğluna şöyle vasiyet etmişti:
 
 "Ey oğlum! Bir namazını kıldığın vakit, o namazın senin kıldığın son
  namazın olacağını düşün! Bir daha böyle bir namaz vaktine yetişeceğini ümit
  etme!
 
 Ey oğlum! Mü'min olan bir kimsenin iki hayırlı iş arasında ölmesi lâzımdır.
  Ya'nî bir hayırlı işi yaptığın zaman, ikinci hayırlı işi yapmak niyetinde ve
  kararında olmalıdır."
 
 Mu'âz bin Cebel'e dediler ki:
 
 Falanca, Kur'ân-ı kerîm yazıp satıyor.
 
 Buyurdu ki:
 
 - Bu, Kur'ân-ı kerîmi satmak değildir. Kâğıt ve işçilik ücreti istemektir.
  Kur'ân-ı kerîmi satmak demek, onu para ile, ücret ile öğretmektir.
 
 Merhametli ol ki
 
 Birisi Mu'âz bin Cebel'e, "bana öğüt ver" deyince, buyurdu ki:
 
 - Merhametli ol ki, ben de senin Cennete girmene kefil olayım.
 
 Mu'âz bin Cebel şöyle anlatıyor:
 
 Birgün Resûlullahın huzuruna varmıştım. Bana buyurdu ki:
 
 - Ey Mu'âz! Sen, bu akşam nasıl sabahladın?
 
 - Yâ Resûlallah! Allahü teâlâya îmân etmiş olarak sabahladım.
 
 - Ey Mu'âz! Senin her sözünün doğruluğuna bir delilin vardır. Bu
  sözünün doğruluğunun delili nedir?
 
 - Yâ Resûlallah! Ben, geceden gündüze çıktığım zaman, bir daha akşamı
  beklemem. Akşam olduğu zaman da, sabaha kadar yaşayacağımı hiç ümit etmem.
  Bir adım attığım zaman, ikinci adımımı atacağımı sanmam. Her insanın bir
  eceli olduğunu bilirim. Ecelinin saati geldiği zaman, o anda ecelinin ona
  yetişeceğini bilirim. Bütün insanlar mahşerde haşrolunurlar. Kimisi
  Peygamberi ile beraberdir. Kimisi de taptıkları ile beraber olacaktır. Ben
  ise, kendimi sanki Cehennemdeki insanların azâblarını ve Cennetteki
  insanların ni'metlerini her an görüyorum gibi düşünürüm.
 
 Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
 
 - Ey Mu'âz! Sen çok iyi yapmışsın. Böyle düşünmeye devam et ve bundan
  hiç ayrılma!
 
 Bir defasında Mu'âz bin Cebel'i ağlarken gördüler ve sebebini sordular.
  Buyurdu ki:
 
 - İnsanlar iki gruptur: Biri Cennetlik, diğeri Cehennemlik. "Acaba ben
  hangisinden olacağım" diye ağlıyorum.
 
 Senden
  korkuyordum
 
 Hz. Ömer'in halîfeliği sırasında Kilâboğulları beldesine zekât memuru olarak,
  sonra da Suriye taraflarında din bilgilerini ve Kur'ân-ı kerîmi öğretmekle
  vazifelendirildi. Filistin bölgesinde bu vazifesinde iken burada çıkan tâûn
  (vebâ) hastalığı salgınına yakalanarak otuzsekiz yaşında iken vefât etti.
 
 Mu'âz bin Cebel vefâtı esnasında buyurdu ki:
 
 - Allahım! Şimdiye kadar senden korkuyordum. Fakat şimdi sana ümit
  besliyorum. Allahım, ben sular akıtıp, ağaçlar sulamak ve bahçeler
  yetiştirmek için yaşamak istiyorum. Susuzluktan ciğerleri yananları sulamak,
  darda kalanlara genişlik göstermek, âlimlerin sohbetine devam edip, kendimi
  onların zikir halkalarına sıkıştırmak için yaşamak istiyorum.
 
 Ölüm sancıları şiddetlenip baygınlıklar geçirip, ayıldıkça:
 
 - Allahım! Beni ne kadar sıkıştırırsan sıkıştır, bilirsin ki, kalbim
  sana bağlıdır, seni sever, buyurdu.
 |