| Ebû
  Sa’îd-i Hudrî hazretleri, Peygamber efendimizin hicretinden sonra yapılan,
  Medîne’deki Mescid-i Nebevî’nin inşasında çalışmıştı. 
 Yaşı küçük olması sebebiyle Bedir ve Uhud gazâlarına katılamadı. Bedir
  gazâsına babası Mâlik bin Sinân katıldı. Şehîd olmak için ön saflarda
  kahramanca savaştı.
 
 Ebû Sa’îd-i Hudrî Uhud harbine katılmak için, babasıyla Peygamber efendimize
  müracaat ettiler. Bu hâdiseyi Ebû Sa’îd hazretleri şöyle anlatır:
 
 İri kemiklidir
 
 “Uhud günü Peygamber efendimize arz olunduğum zaman, onüç yaşında idim. Babam
  beni Resûlullahın yanına götürüp dedi ki:
 
 - Yâ Resûlallah! Bu yavrumun yaşı her ne kadar küçükse de, iri kemiklidir.
  Vücudu gelişkindir. İzin verirseniz, bizimle gelsin.
 
 Peygamber efendimiz beni yukarıdan aşağıya kadar süzdükten sonra buyurdular
  ki:
 
 - Onu geri çeviriniz!
 
 Benim gibi yaşı küçük olanlar, Medîne’de, kadınları ve çocukları korumakla
  vazîfelendirildiler.
 
 ” Babası Mâlik bin Sinân hazretleri, Uhud gazâsında şehîd oldu.
 
 Uhud gazâsından dönüşte, Peygamber efendimizi nasıl karşıladıklarını Ebû
  Sa’îd-i Hudrî hazretleri şöyle anlatmıştır:
 
 “Annem ile birlikte Peygamber efendimizi karşılamaya, Onun mübârek cemâlini
  görmeye gittiğimizde, babamın şehîd olmakla şereflendiğini öğrenmiştik.
  Peygamber efendimize bakarken, O da bizi gördü. Bana buyurdu ki:
 
 - Sen, Mâlik bin Sinân’ın oğlu musun?
 
 Ben de şöyle cevap verdim:
 
 - Evet, anam-babam sana fedâ olsun yâ Resûlallah.
 
 Resûlullah efendimiz at üzerinde idi. Hemen yanlarına yaklaştım ve mübârek
  dizlerinden öpmekle şereflendim. Bana buyurdular ki:
 
 - Allahü teâlâ, babana ecrini versin.”
 
 Korktuklarımızdan
  emîn eyle
 
 Hendek gazâsında müşrikler çok şiddetli saldırıyorlardı. Hz. Ebû Sa’îd-i
  Hudrî bir ara Peygamberimize yaklaşarak dedi ki:
 
 - Yâ Resûlallah, yüreğimiz ağzımıza gelmiş bulunuyor, okuyacağımız bir duâ
  var mıdır? Peygamberimiz buyurdu ki:
 
 - Evet var. “Yâ Rabbî, açık ve korkulu yerlerimizi kapa, bizi bütün
  korktuklarımızdan emîn eyle” diyerek duâ ediniz!
 
 Hepimiz duâ ettik, yalvardık. Çok geçmeden şiddetli bir fırtına esti. Düşman
  karargâhını alt üst etti ve düşman hezîmete uğradı, dağılıp gitti.
 
 Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, Resûlullahın devamlı yanında bulunur, Ondan
  birçok hadîs-i şerîf dinlerdi. Bu hadîs-i şerîflerin birinde buyuruldu ki:
 
 (Eshâbıma dil uzatmayınız! Allahü teâlâya yemîn ederim ki, sizden
  biriniz, Uhud dağı kadar altın sadaka verse, Eshâbımdan birinin bir müd (875
  gr), hattâ yarım müd sadakasına yetişemez.)
 
 Babasının şehâdetiyle evin bütün yükü Hz. Ebû Sa’îd’in omuzlarına yüklendi.
  Evin geçimini sağlıyacak kimse olmadığı için, ailesi bir hayli sıkıntıya
  düştü. Annesi ile birlikte, çok sabırlı olduklarından dertlerini,
  sıkıntılarını kimseye söylemezlerdi. Aç kaldıkları zaman karınlarına taş
  bağlayarak açlıklarını gidermeye çalışırlardı.
 
 Bir gün annesi dayanamamış ve, “Evlâdım, Resûlullah efendimiz kendisine
  başvuranları hiç geri çevirmiyor, onlara yiyecek birşey bulup veriyor. Sen de
  git, belki hakkımızda hayırlı olur” diyerek Ebû Sa’îd’i, Resûlullaha
  gönderdi.
 
 Sabırdan üstün
  rızık yoktur
 
 Ebû Sa’îd, Resûlullahı, Eshâbına nasîhat verirken buldu. Oturup dinlemeye
  başladı. Bir ara Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
 
 - Kim Allahü teâlâdan başka her şeyden yüz çevirir ve her şeyi Allahü
  teâlâdan beklerse, Allahü teâlâ onu, ganî eyler, zengin kılar. Sabırdan üstün
  bir rızık yoktur. Eğer sabra râzı değilseniz isteyiniz, vereyim.
 
 Bu mübârek sözleri işiten Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî, Peygamber efendimizden bir
  şey isteyemedi. Eve gelip durumu annesine olduğu gibi anlattı.
 
 Ebû Sa’îd-i Hudrî’nin bu hareketinden sonra işleri yolunda gitti. Medîne’nin
  en zenginlerinden oldular.
 
 Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, Benî Mustalık gazâsına, sonra da Hendek
  gazâsına katıldı. Çok kahramanlıklar gösterdi. Gösterdiği kahramanlıkları
  Peygamberimiz pek beğenmişti.
 
 Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî Hendek savaşının hafiflediği bir öğle üzeri, Resûlullah
  efendimizden, evine kadar gitmek için izin istedi. Peygamberimiz izin verip
  buyurdu ki:
 
 - Yanına silâhını al! Benî Kureyza Yahûdîlerinin sana zarar
  vermelerinden korkarım.
 
 Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî de emir gereğince, silâhlarını alarak evine gitti.
  Hanımı kapıda duruyordu. Niçin evde beklemeyip de dışarıda beklediğini
  sorunca, hanımı dedi ki:
 
 - Niçin bana kızıyorsun? İçeriye gir de gör!
 
 Eve girdiklerinde yatağın üzerinde, kocaman siyah bir yılan yatıyor gördüler.
 
 Müslüman olan
  cinnîlerden
 
 Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî, mızrağını çekip yılana batırdı. Sonra yılanı yataktan
  kaldırınca, yatak üzerinde, yılanın yerinde, bir gencin yatmakta olduğu
  görüldü. Mızrağın ucundaki yılanı bahçeye çıkarıp astılar. Yılan titreyerek
  öldü. İçerde yataktaki genç de can çekişerek öldü. Yılanın mı, yoksa o gencin
  mi önce öldüğünü tesbit edemediler.
 
 Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî hemen gelip, Peygamber efendimize hâdiseyi bildirdi.
 
 Peygamberimiz de buyurdu ki:
 
 - O Medîne’deki Müslüman olan cinnîlerdendir. Onlardan bir şey
  görürseniz, onlara oradan gitmesi için üç gün müsâade ediniz! Bundan sonra,
  size tekrar görünecek olursa, onu öldürünüz. Çünkü, o, şeytandır.
 
 Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, 630 senesinde Alkame bin Mahrez’in emri altında
  küçük bir sefere çıktılar. Bu seferi Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî şöyle anlattı:
 
 “Resûlullah efendimiz Alkame’yi bir sefere göndermişti. Ben de seferde
  bulundum. Hedefe yaklaştığımız sırada, kumandanımız askeri ikiye ayırdı.
 
 Bir kısmını Abdullah bin Huzâfe’ye verdi. Ben de onunla birlikte idim.
 
 Her dediğimi
  yapmalısınız!
 
 Abdullah bin Huzâfe, Eshâb-ı kirâmın kahramanlarından olup, çok şakacı bir
  kimseydi. Yolda bir yerde, dinlenme molası verildi. Ateş yakıldı. Kimimiz
  ateşle ısınıyor, kimimiz de ateşte ba’zı işlerimizi görüyorduk. Bir ara Hz.
  Abdullah askerlere dedi ki:
 
 - Sizler bana itaat etmekle vazîfelisiniz, öyle değil mi?
 
 - Evet...
 
 - Öyleyse her dediğimi yapmalısınız, değil mi?
 
 - Elbette yaparız.
 
 - Öyleyse şimdi size emrediyorum ki, hepiniz bu yanan ateşe giriniz!
 
 Bunun üzerine, askerlerin çoğu hemen yerlerinden kalkıp ateşe atılmaya
  hazırlandılar. Hz. Abdullah, yerlerinden kalkan bu askerlerin emre itâatteki
  gayretlerini görüp çok sevindi ve buyurdu ki:
 
 - Durunuz! Ben sizin itâatinizi denemek için böyle söyledim.
 
 Bu seferden dönüşte, bu ateş hâdisesini Peygamber efendimize anlattık.
  Buyurdular ki:
 
 - Size bir günâhı emredene itâat etmeyiniz!”
 
 Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri şöyle anlatır:
 
 “Peygamber efendimize bir kimse geldi. “Kardeşimin karnında rahatsızlığı var.
  Ne yapayım?” diye sordu. Peygamber efendimiz de buyurdu ki:
 
 - Bal şerbeti içir!
 
 Soran kimse gidip, kardeşine bal şerbeti içirdi. Ertesi gün geri gelip,
  kardeşine bal şerbeti içirdiğini, ama rahatsızlığının arttığını söyledi.
  Resûlullah efendimiz yine buyurdu:
 
 - Git ve ona bal şerbeti içir!
 
 Kusûr kardeşinin
  karnındadır
 
 O kimse gitti ve ertesi gün tekrar gelip, kardeşine bal şerbeti içirdiğini ve
  rahatsızlığının daha da arttığını söyleyince, bu defa Peygamber efendimiz
  şöyle buyurdu:
 
 - Allahü teâlânın kelâmında yanlışlık olamaz. Kusûr kardeşinin
  karnındadır. Git ve ona bal şerbeti içir!
 
 O kimse, bu defa da bal şerbetini içirince, kardeşi iyi oldu.”
 
 Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, duymuş olduğu hadîs-i şerîfleri hemen her yerde
  rivâyet ederdi. Fakat, “Hak ve hakîkate hizmette kusûr ederim” endişesiyle
  ağlardı. Rivâyet ettiği, herkes tarafından tanınmış olan bir hadîs-i şerîfte,
  Peygamberimiz buyurdular ki:
 
 - İçinizden biri, bir münkeri, yasak edileni görürse
  ve ona eliyle mâni olabilirse, hemen ona mâni olsun. Eliyle mâni olamazsa
  diliyle, dili ile de mâni olamazsa, kalbiyle nefret etsin. Bu da îmânın en
  zayıfıdır.
 
 Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî, 30 kişilik bir seriyye kumandanlığına getirildi. Bu
  seriyye Medîne’den hareket etti. Yolda Müslüman olmayan bir Bedevî grubuna
  rastladılar ve onlara misâfir olmak istedilerse de kabûl edilmediler.
 
 Reisimizi akrep
  soktu
 
 Müslümanlar onların yakınlarında istirahat ederlerken, bu Bedevîlerin
  reislerini bir akrep soktu. Oradakiler, reislerini kurtarmak için birçok
  çârelere başvurdularsa da, şifâ hâsıl olmadı. Bedevîlerden ba’zıları dediler
  ki:
 
 - Şu karşıda istirahat eden kâfileye gidip, akrep sokmasına karşı yapılacak
  tedâviyi soralım. Belki bilen vardır.
 
 Birkaç kimse Eshâb-ı kirâma gelip sordular:
 
 - Ey insanlar! Reisimizi biraz önce akrep soktu. Bildiğimiz çârelere
  başvurduk, fakat şifâ hâsıl olmadı. İçinizde bu işi bilen var mı?
 
 Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri dedi ki:
 
 - Siz bizim talebimizi önce reddettiniz, bizi misâfir kabûl etmediniz.
  Hastanızı tedâvi ederim. Fakat, buna karşılık olarak sizden bir sürü koyun
  alırız.
 
 Onlar da kabûl ettiler. Reisin yanına vardılar. Ebû Sa’îd-i Hudrî, reisin
  yarasını sardı, yedi defa Fâtiha sûresini okudu. Okuma biter bitmez, reis
  hemen ayağa kalktı. Artık üzerinde hiçbir hastalık eseri kalmadı.
 
 Bedevîler, Eshâb-ı kirâma anlaştıkları sürüyü verdiler. Ebû Sa’îd-i Hudrî
  hazretleri, “Bu sürüyü aramızda paylaşalım” diyen Eshâba dedi ki:
 
 - Hayır! Peygamber efendimize bu hâdiseyi anlatırız, koyunları da kendilerine
  arz ederiz. Nasıl emir buyururlarsa öyle hareket ederiz.
 
 Sefer dönüşünde, bu hâdiseyi anlattılar. Peygamberimiz;
 
 - Fâtihanın bu kadar te’sîrli bir duâ olduğunu sana kim öğretti?
  buyurarak taltif ettiler. Sonra iyi hareket ettiklerini açıkladılar.
 
 Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî şöyle anlatır:
 
 “Bir gün, Peygamberimiz Eshâbına bir şeyler taksim ediyorlardı. Bir adam
  gelip dedi ki:
 
 - Yâ Resûlallah! Adâlet üzere hareket et!
 
 Kim adâlet eder?
 
 Peygamberimiz de buyurdu ki:
 
 - Ben adâlet etmezsem, kim eder?
 
 Bu hâdise esnasında Hz. Ömer de orada idi. Bu adama çok kızdı ve Resûlullaha
  dedi ki:
 
 - Yâ Resûlallah! Müsâade buyurursanız, şu adamın kellesini uçurayım.
 
 Resûlullah ona dönerek buyurdu ki:
 
 - Hayır, bırak! Onun birtakım arkadaşları olacak ki, onlar sizin
  namazlarınızı, oruçlarınızı beğenmiyecek. Fakat onlar, bir ok, yayından nasıl
  çıkarsa, dinden öyle çıkacaklardır. Bunların içinde öyle bir adam bulunacak
  ki, memelerinden biri kadın memesi gibidir. Bunlar, insanlar fetret devrinde
  iken zuhur edeceklerdir.
 
 Bu esnâda, “İnsanlar içinde öyleleri vardır ki, sen zekâtı
  dağıtırken, seni kaşla gözle muâheze ederler” âyet-i kerîmesi nâzil
  oldu.”
 
 Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî buyurur ki:
 
 - Ben, Peygamberimizin işâret buyurduğu bu adamı, Hz. Ali’nin Nehrevan
  seferinde öldürdüğünü gördüm. Bu adam aynen Peygamberimizin ta’rîf ettiği
  gibiydi.
 
 Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, Hudeybiye, Hayber, Mekke, Huneyn, Tebük gazâlarına
  da iştirak etti. Peygamberimizle birlikte 12 gazâya katılmakla şereflendiği
  açıklanmıştır.
 
 Ebû Sa’îd-i Hudrî, Peygamber efendimizin âhırete irtihâlinden sonra Hz. Ebû
  Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman’ın halîfelikleri zamanlarında Medîne’de fetvâ ile
  meşgul oldu. 656 senesi Hz. Ali’nin zamanında her türlü fitneden uzak olmaya
  çalıştıysa da, bozuk fırkalardan Hâricîlerle yapılan Nehrevan harbine
  katıldı.
 
 İstanbul'un
  fethine geldi
 
 Bir rivâyete göre; Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri, İstanbul’un fethi için gelen
  asker arasında idi. Düşmanlarla çarpışırken Edirnekapı civârında şehîd oldu.
  Kabrini, Fatih Sultan Mehmed Han’ın hocası Akşemseddîn hazretleri keşfetti.
  Kabri, eskiden kilise olup, câmiye çevrilen Kariye Câmiinin bahçesindedir.
  Bir rivâyete göre de; 693 senesinde bir Cum’a günü vefât etti. Medîne’de Bakî
  kabristanına defnedildi.
 
 Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî, hadîs-i şerîf ve fıkıh ilimlerinde çok üstün
  derecelere sahipti. 1170 adet hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. Hz. Ebû Sa’îd-i
  Hudrî ders verirken, çevresinde büyük bir kalabalık hâsıl olur, sorulan bütün
  suâllere cevap verirdi.
 
 Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri buyuruyor ki:
 
 Peygamber efendimiz, neş’elenip eğlenen ba’zı insanları görünce buyurdu ki:
 
 - Eğer ölümü düşünseydiniz, lezzetler size tatsız gelirdi ve bulunduğunuz
  şu hâlden ayrılırdınız.
 
 Ebû Sa’îd-i Hudrî şöyle anlatır:
 
 “Biri, Resûlullah efendimizin ardında namaz kıldı. Peygamber efendimizden
  önce rükü’ya varıyor, yine ondan önce başını kaldırıyordu. Peygamberimiz,
  namazdan sonra:
 
 - Bunu yapan kim idi? diye sordular. O kimse dedi ki:
 
 - Benim yâ Resûlallah.
 
 Bunun üzerine Peygamber efendimiz, (Namazın noksan olanından
  sakınınız! İmâm rükü’ya vardığında rükü’ya varınız. Başını kaldırdığında
  başınızı kaldırınız) buyurdu.”
 
 En şiddetli
  sıkıntı
 
 Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî anlatıyor: “Resûlullah efendimizin huzuruna gittim.
  Kadife ile örtünmüş idi. Harareti o kadifeden çıkıp, his olunurdu. Elimizi,
  mübârek bedenine koyamazdık. Hayret ettik. Buyurdu ki:
 
 - En şiddetli sıkıntı peygamberlere olur. Ama peygamberlerin
  sıkıntılara sevinmesi, sizin ihsânlara sevinmenizden fazladır.”
 
 Hz. Ebû Sa’îd-i Hudrî, doğru bildiği bir husûsu söylemekten çekinmezdi. Çok
  cesûr, fedâkâr ve sabırlı bir zât idi. Temiz ve sade bir yaşayışı vardı.
  Böyle olmayı severdi. Muhtaç olanlara yardım eder, onları evine alıp terbiye
  ederdi.
 
 Ebû Sa’îd-i Hudrî şöyle anlatır: Resûlullah efendimizden işittim. Buyurdu ki:
 
 (İnsanların yaptıklarını yazan meleklerden başka melekler de vardır.
  Yollarda, sokak başlarında dolaşırlar. Allahü teâlâyı zikredenleri ararlar.
  Zikredenleri bulunca, birbirlerine seslenirler:
 
 - Buraya geliniz, buraya geliniz!
 
 Nasıl buldunuz?
 
 Kanatları ile, onları sararlar. O kadar çokturlar ki, göğe varırlar.
  Kullarının her işini bilici olan Allahü teâlâ, meleklere sorarak buyurur ki:
 
 - Kullarımı nasıl buldunuz?
 
 - Yâ Rabbî! Sana hamd ve senâ ediyorlar ve senin büyüklüğünü
  söylüyorlar.
 
 - Onlar beni gördüler mi?
 
 - Hayır görmediler.
 
 - Görselerdi nasıl olurlardı?
 
 - Daha çok hamd ederlerdi ve daha çok tesbîh ederlerdi ve daha çok
  tekbîr söylerlerdi.
 
 - Onlar benden ne istiyorlar?
 
 - Yâ Rabbî! Cennetini istiyorlar.
 
 - Onlar Cenneti gördüler mi?
 
 - Görmediler.
 
 - Görselerdi nasıl olurlardı?
 
 - Daha çok yalvarırlardı, daha çok isterlerdi. Yâ Rabbî! Bu kulların Cehennemden
  korkuyorlar. Sana sığınıyorlar.
 
 - Onlar Cehennemi gördüler mi?
 
 - Hayır görmediler.
 
 - Görselerdi nasıl olurlardı?
 
 - Görselerdi, daha çok yalvarırlardı ve ondan kurtulmak yoluna daha
  çok sarılırlardı.
 
 Bunun üzerine Allahü teâlâ meleklere buyurur:
 
 - Şâhid olunuz ki, onların hepsini affeyledim.
 
 - Yâ Rabbî! O zikredenlerin yanında, filân kimse zikretmek için
  gelmemişti. Dünya çıkarı için gelmişti.
 
 - Onlar benim misâfirlerimdir. Beni zikredenlerle beraberim. Onların
  yanında bulunanlar da, zarar etmezler.)
 
 Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
 
 (Mezar, ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından
  bir çukurdur.)
 
 (Yatağına girdiğinde üç kere Estagfirullah el-azîm ellezî lâ ilâhe
  illâ hüvel-hayye’l-kayyûm ve etûbü ileyh diyen kimsenin günâhları deniz
  köpükleri veya Temîm diyârının kumları veya ağaç yapraklarının sayısı veya
  dünyanın günleri kadar çok olsa da, Allahü teâlâ onun günâhlarını bağışlar.)
 
 Allahtan kork!
 
 Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri kendisinden öğüt istiyen birine buyurdu ki:
 
 - Allahtan kork, çünkü her şeyin başı Allah korkusudur. Cihâda sarıl! Çünkü
  cihâd, İslâm dîninin dünya zevk ve lezzetlerine kapılmama hissidir. Allahü
  teâlayı zikretmeye ve Kur’ân-ı kerîm okumaya devam et ki, seni gökte
  melekler, yerde insanlar arasında yaşatacak olan budur. Doğruyu söyle, bunun
  dışında da sükûtu tercih et! Bunları yaparsan şeytanı yenersin.
 
 Ebû Sa’îd-i Hudrî hazretleri buyurur ki:
 
 Resûlullahtan işittim. Buyurdu ki:
 
 (Sizden evvelkiler içinde bir adam vardı. Doksandokuz kişiyi
  öldürmüştü. Sonra, “Dünyanın en büyük âlimi kimdir?” diye soruşturdu. Ona bir
  râhib gösterildi. Bunun üzerine râhibin yanına gitti.
 
 “Doksandokuz adam öldürdüm, tevbe etsem kabûl olur mu?” diye sordu.
  Râhib, “Tevben kabûl olunmaz” dedi.
 
 Tevbene kim mâni
  olabilir?
 
 Bunun üzerine o adam, râhibi de öldürdü. Onunla yüzü doldurdu. Sonra
  yeryüzü halkının en büyük âlimini sorup araştırdı. Ona, âlim bir kimseyi
  tavsiye ettiler. Âlime sordu:
 
 - Yüz adam öldürdüm. Tevbe etsem kabûl olur mu?
 
 Âlim dedi ki:
 
 - Evet, senin tevbe etmene kim engel olabilir? Filân yere git, orada
  Allahü teâlâya ibâdetle meşgul olan insanlar vardır. Onlarla beraber Allahü
  teâlâya ibâdet et. Memleketine dönme! Zîrâ orası fenâ bir yerdir.
 
 Bunun üzerine tevbe eden adam yola çıktı. Yarı yola vardığında öldü.
  Rahmet melekleri ile azâb melekleri bu adamı almak için geldiler. Rahmet
  melekleri dediler ki:
 
 - Bu adam candan tevbe ederek geldi.
 
 Azâb melekleri de dediler ki:
 
 - Bu adam hiçbir iyilik işlememiştir.
 
 Bunun üzerine insan kıyâfetinde bir melek bunların yanına geldi.
  Melekler onu aralarında hakem yaptılar. Melek şöyle dedi:
 
 - İki taraftaki mesâfeyi mukâyese ediniz! Hangi tarafa daha yakın ise
  adam o tarafındır.
 
 Mesâfeyi ölçtüler. Adamı varacağı yere daha yakın buldular. Bundan dolayı
  onu rahmet melekleri aldılar.)
 
 Ebû Sa’îd-i Hudrî buyurdu ki:
 
 Resûlullah efendimiz hayvana ot verirdi. Deveyi bağlardı. Evini süpürürdü.
  Koyunun sütünü sağardı. Ayakkabısının söküğünü dikerdi. Çamaşırını yamardı.
  Hizmetçisi ile birlikte yemek yerdi. Hizmetçisi el değirmeni çekerken
  yorulunca, ona yardım ederdi. Pazardan öteberi alıp torba içinde eve
  getirirdi.
 
 Fakîrle, zenginle, büyükle, küçükle karşılaşınca, önce selâm verirdi.
  Bunlarla müsâfeha etmek için, mübârek elini önce uzatırdı. Köleyi, efendiyi,
  beyi, siyahı ve beyazı bir tutardı. Her kim olursa olsun, çağrılan yere
  giderdi.
 
 Güzel huylu idi
 
 Önüne konulan şeyi, az olsa da, hafîf, aşağı görmezdi. Güzel huylu idi.
  İyilik etmesini sever idi. Herkesle iyi geçinirdi. Güler yüzlü, tatlı sözlü
  idi. Söylerken gülmezdi.
 
 Üzüntülü görünürdü. Fakat, çatık kaşlı değildi. Aşağı gönüllü idi. Fakat,
  alçak tabî’atli değildi. Heybetli idi. Ya’nî saygı ve korku hâsıl ederdi.
  Fakat, kaba değildi. Nâzik idi. Cömert idi. Fakat, isrâf etmez, faydasız yere
  birşey vermezdi. Herkese acır idi. Mübârek başı hep önüne eğik idi. Kimseden
  birşey beklemezdi. Saâdet, huzûr isteyen, Onun gibi olmalıdır.
 |