| Resûlullah
  efendimiz Mekke’de iken, Abdullah ibni Abbâs’ın annesine buyurmuştu ki: 
 - Senin bir oğlun olacak. Doğduğu zaman bana getir!
 
 Çocuğu getirdiklerinde, kulağına ezân ve ikâmet okuyup, ismini Abdullah
  koydular. “Allahım! Onu dinde fakîh kıl ve kitabını ona öğret”
  diyerek duâ ettiler. Sonra annesinin kucağına verip buyurdular ki:
 
 - Halîfelerin babasını al, götür!
 
 Abbâs bunu işitip, bu durumu Peygamber efendimize gelip sorunca, “Evet,
  böyle söyledim. Bu çocuk halîfelerin babasıdır” buyurdu.
 
 Hepsi onun
  soyundan oldu
 
 Abbâsî devletinin başına çok halîfeler geldi. Bunların hepsi, Abdullah bin
  Abbâs’ın soyundan oldu.
 
 Abdullah bin Abbâs, Resûlullahın duâsı bereketiyle, ilimde çok yüksek
  derecelere ulaştı. Daha küçük yaşta iken, Resûl-i ekrem efendimizin yanına
  giderdi. Teyzesi Meymûne binti Hâris Resûlullahın zevcesi idi. Bu sebeple pek
  çok defa Peygamberimizin evine gidip gelmiş, ba’zı geceler orada kalmıştır.
 
 Abdullah bin Abbâs, Resûlullahın abdest suyunu hazırlar, birlikte namaz
  kılarlardı. Abdest almayı, namaz kılmayı, Resûlullahtan görerek öğrendi.
  Devamlı hizmeti sebebiyle, Resûlullahın çok duâ ve iltifâtına kavuştu.
 
 Bir defasında Peygamber efendimiz, mübârek elini Abdullah bin Abbâs’ın başına
  koyarak şöyle duâ etti:
 
 - Yâ Rabbî! Bütün ilim ve hikmeti, bu başa ver! Onları te’vîl ve
  tefsîr edebilsin.
 
 Bir başka gün de mübârek elini göğsü üzerine koyup:
 
 - Allahım! İnsanoğluna ihsân ettiğin her ilim ve hikmet, bu güzel
  göğüste toplansın, buyurmuştur.
 
 Peygamberimiz, Medîne’ye hicret ettikten sonra, Abdullah bin Abbâs, âilesi
  ile birlikte hicretin sekizinci senesine kadar Mekke’de kaldı. Mekke’nin
  fethinden önce Medîne’ye hicret etti. Bu sıralarda henüz 11-12 yaşlarında bulunuyordu.
  Aklı, zekâsı, çabuk kavrayışı ile dikkati çekiyor ve seviliyordu.
 
 En derin âlim
 
 Peygamberimiz vefât ettiği sırada, İbni Abbâs onüç veya ondört yaşında
  bulunuyordu. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinin meclisinde bulundu. Hz. Ömer’in
  sohbetlerine ve ilim meclisine devam edip, onun, Peygamberimizden aldığı
  ilme, feyze ve ma’rifetlere kavuştu.
 
 Abdullah bin Abbâs, dört halîfe devrinde fetvâlar verdi. Hz. Osman devrinde
  yapılan Kuzey Afrika seferine katıldı. Bu seferde, İslâm ordusu adına
  kendisine elçilik vazîfesi verildi. Burada hükümdârlık eden Cercis ile
  görüştü. Cercis ve adamları onun aklını, zekâsını, fikrî kuvvetini ve ilmini
  görerek şaşırmışlardı. Hattâ onların, “Bu, Arabların en derin âlimidir”
  dedikleri bildirilmiştir.Dönüşlerinde Hz. Osman’ın emriyle, onun yerine hac
  emirliği yaptı. Bu vazîfeden döndüğü zaman, Hz. Osman şehîd edilmişti. Hz.
  Ali’nin halîfeliği sırasında, Basra vâliliğinde bulundu.
 
 Abdullah bin Abbâs, Eshâb-ı kirâm arasında, ilminin üstünlüğü ile
  tanınmıştır. Übey bin Ka’b onun hakkında buyurdu ki:
 
 - O, bu ümmetin âlimidir. Ona akıl ve anlayış verilmiştir. Resûlullah
  efendimiz, onun dinde fakîh olması için duâ etmiştir.
 
 Bahr-ül ilim
 
 Abdullah bin Abbâs hazretleri, Muhâcir ve Ensâr-ı kirâmdan birçoklarıyla
  görüşür, onlara Resûlullahın gazâları ve inzâl olan sûreler hakkında suâller
  sorardı. İlminin çokluğu sebebiyle kendisine lakab olarak Bahr-ül
  ilim, ya’nî ilim deryâsı denildi.
 
 Çalışmaları, son derece muntazam ve belli bir plân dâhilinde idi. Hangi gün
  ne iş yapacağını önceden tesbit eder ve onlara aynen riâyet ederdi.
 
 Dört büyük halîfe ve diğer Eshâb-ı kirâmdan çok iltifât gördü. Bu iltifâtlar
  karşısında aslâ hâlini değiştirmedi. Tevâzudan hiç ayrılmadı. Çok
  methedildiği zaman; “Bana bu ni’meti ihsân eden Allahü teâlâdır. Çünkü,
  Resûlullah efendimiz benim için duâ etti” derdi.
 
 Abdullah bin Abbâs hazretleri, bilhassa Kur’ân-ı kerîmin tefsîri ve âyet-i
  kerîmelerin îzâhında yüksek bir ilme sahipti. Bu vasfından dolayı Tercümân-ül
  Kur’ân denilmiştir. Hz. Ömer, onu, ilim meclisinde bulundurur ve
  dâimâ ilme teşvîk ederdi. Yaşının küçüklüğüne rağmen İbni Abbâs’a hürmet
  eder, onunla istişârede bulunur, ilim ve irfânını takdîr ve tebrik ederdi.
 
 Abdullah bin Abbâs hazretleri, Hz. Ömer’in kendisini üstün tutup, meclisinde
  bulundurması hakkında şöyle demektedir:
 
 “Hz. Ömer, beni, Eshâb-ı Bedir’in meclisinde bulundururdu. Onlardan ba’zıları
  Hz. Ömer’e, “Niçin bu genci yanında bulunduruyorsun” diye suâl ettiklerinde
  buyururdu ki:
 
 - Bu, sizin bildiklerinizden değil.”
 
 Âlimler meclisine
  gelirdi
 
 Talebesi Atâ bin Ebî Rebâh der ki:
 
 - İbni Abbâs’ın ilim meclisinden daha üstün ve daha faydalı bir meclis
  görmedim. Âlimler, sâlihler, şâirler onun meclisine devam ederler, her biri
  ilme doymuş olarak huzûrundan ayrılırlardı.
 
 Abdullah bin Amr bin Âs da, İbni Abbâs’ı methederek der ki:
 
 - Sünneti ve Kur’ân-ı kerîmdeki âyet-i kerîmelerin ihtivâ ettiği hükümlerin
  inceliklerini, en iyi bilenlerimizdendir.
 
 Abdullah bin Abbâs hazretleri, devrinin ilim, irfân ve fazîlet bakımından
  önde gelenlerindendi.
 
 İlimde canlı bir kütüphâne olup, bütün ilimleri kendisinde toplamış; tefsîr,
  hadîs, fıkıh, edebiyât ve sahâbenin ihtilâf ettiği konularda ve diğer ilim
  dallarında mütehassıs olmuştu.
 
 Kur’ân-ı kerîmle ilgili ilmini, isteyen ve soranlara öğretirdi. Kur’ân-ı
  kerîm âyetlerinin toplanmasında ve neşrinde büyük hizmeti olmuştur.
 
 Meşhûr velîlerden Şakîk, bir hac mevsiminde İbni Abbâs’ın bir hutbesini
  dinlemişti. İbni Abbâs, Nûr sûresinin tefsîrini yapmıştı. Şakîk buna hayrân
  olup dedi ki:
 
 - Bu tefsîrin kadri, kıymeti yüksektir. Eğer Mecûsîler, Rumlar bunu
  duysalardı, hepsi Müslüman olurdu.
 
 Tefsîr yazmadı
 
 Abdullah bin Abbâs hazretlerinin, müstakil bir tefsîr kitabı yoktur. Fakat
  tefsîre dâir muhtelif rivâyetleri vardır. İslâm âlimleri, tefsîr kitaplarını
  onun rivâyetleriyle süslediler.
 
 Abdullah bin Abbâs hazretlerinin nakledilegelen rivâyetlerinden bir kısmını,
  Fîrûzâbâdî, Tenvîr-ül-Mikbâs min Tefsîr-i İbni Abbâs adlı
  bir kitapta toplamıştır. Onun tefsîre dâir rivâyetleri çeşitli yollarla
  nakledilmiştir.
 
 İbni Abbâs hazretlerinin verdiği fetvâlar, fıkıh ilminin en kuvvetli
  temellerindendir. Halîfe Me’mûn zamanında toplatılan fetvâları, yirmi cildi
  bulmakta idi. Kendisine havâle edilen mes’elelere gâyet açık ve isâbetli
  cevaplar vermesiyle meşhûr oldu. Bu sebeple müşkillerini sormak üzere
  kendisine çok sayıda gelen oluyordu. Suâl sormak için gelenlerin çok
  kalabalık olması sebebiyle, gelenleri ellişer kişilik gruplar hâlinde yanına
  alıp, suâllerine cevap verirdi.
 
 Talebelerinden Ebû Sâlih anlatır:
 
 “İnsanlar mes’elelerini sormak için Abdullah bin Abbâs’ın evi önünde
  toplanmışlardı. Yol, insanla dolup taşmıştı. Kimsenin gelip geçmesi mümkün
  değildi. Huzûruna girip, kapı önündeki durumu haber verdim. Bana, su
  getirmemi söyledi. Getirdiğim su ile, abdest aldı ve buyurdu ki:
 
 - Şimdi çık ve dışardakilere söyle! Onlardan, Kur’ân-ı kerîm ve
  kırâat ilmine dâir soru sormak isteyenler gelsinler!
 
 Dışarı çıkıp söyledim. O husûsta mes’elesi olanlar içeri girdiler. Ev doldu.
  Müşkillerini sordular ve cevaplarını fazlasıyla alıp dışarı çıktılar. Sonra
  tekrar buyurdu ki:
 
 - Şimdi Kur’ân-ı kerîmin tefsîr ve te’vîli husûsunda bilgi edinmek
  isteyenler gelsin!
 
 Söyledim. İçeri girdiler. Onlar da evin odalarını doldurdular. Onların da
  suâllerini cevaplandırdı. Doymuş olarak çıktılar. Arkasından tekrar buyurdu:
 
 - Harâm, helâl ve fıkıhtan mes’elesi olanlar gelsinler!
 
 Cevaplarını
  aldılar
 
 Haber verdim, onlar da içeri girdiler. Evde yine boş yer kalmadı.
 
 Gelenler de harâm, helâl ve fıkhî mevzûlarda çeşitli suâller sordular. Onlara
  da çok güzel cevaplar verdi.
 
 Gelenler dışarı çıktılar. Sonra tekrar buyurdu ki:
 
 - Ferâiz ya’nî mîrâs mes’elesine dâir suâlleri olanlar girsinler!
 
 Onlar gelip evi doldurdular. Cevaplarını alıp çıktılar.
 
 Onlar çıktıktan sonra yine buyurdu:
 
 - Lügat ilminden ve edebiyattan sormak isteyenler girsinler.
 
 Onlar da gelip suâllerini sorup cevaplarını aldılar. Böylece, suâli olanların
  hepsi, cevaplarını teferruatlı bir şekilde aldılar.
 
 Bu duruma yakînen şâhit olduktan sonra anladım ki, Kureyş, Abdullah bin Abbâs
  hazretleri ile ne kadar iftihâr etse azdır. Hayatımda, kapısında böyle
  kalabalık insanların toplandığı bir başka kimse görmedim.”
 
 İbni Abbâs hazretleri, hadîs ilminde bir deryâ idi. 2660 civârında hadîs-i
  şerîf rivâyet etti. Hadîs-i şerîfleri tedkîk ve araştırma ile öğrenirdi.
  Rivâyetleri Kütüb-i sitte denilen meşhûr altı hadîs kitabında yer almaktadır.
 
 Abdullah bin Abbâs hazretleri, ömrünün son günlerinde 7-8 gün hasta yattıktan
  sonra, 687 senesinde Tâif’te vefât etti. Cenâze namazını, Hz. Ali’nin oğlu
  Muhammed bin el-Hanefiyye kıldırdı ve buyurdu ki:
 
 - Bugün, bu ümmetin en âlimi vefât etti. Onun vefâtı Müslümanları çok üzdü.
 
 Gözleri görmez
  olmuştu
 
 Abdullah bin Abbâs hazretleri, uzun boylu, güzel beyaz yüzlü, iri vücutlu bir
  zât idi. Sakalını kına ile boyardı. Çok ağlaması sebebiyle, yanaklarında,
  gözyaşlarının bıraktığı izler görünürdü. Ömrünün sonuna doğru gözleri görmez
  olmuştu. Bunun için şu beyti söylemişti:
 
 Allah, gözlerimden görme nûrunu aldıysa, Dilimde ve kalbimde o nûr
  devam ediyor.
 
 Abdullah bin Abbâs hazretleri buyurdu ki:
 
 “Dağlar dahî birbirine karşı azsa, azgın cezâsını bulacaktır.”
 
 “İçinde harâm olanın, ya’nî harâm yiyenin, namazını Allahü teâlâ kabûl
  etmez.”
 
 “Benim için gecenin az bir vaktini ilme ayırmak, bütün geceyi
  ibâdetle geçirmekten daha sevimlidir.”
 
 “İnsanlara hayrı öğretenler için, denizdeki balıklara varıncaya kadar her
  şey, Allahü teâlâdan magfiret diler.”
 
 “Resûlullah efendimiz misvâk kullanmak husûsunda bize öyle emirler verirdi
  ki, bu husûsta bir âyet geleceğini zannederdik.”
 
 “Her binânın bir temeli vardır. İslâm binâsının temeli de güzel
  ahlâktır.”
 
 “Zengine ikrâm edip, fakîre ihânet eden mel’ûndur.”
 
 “Kıyâmet günü Cennete ilk da’vet edilecek olanlar, her durumda Allahü teâlâya
  hamd edenlerdir.”
 
 “Ey çok günâh işleyen! Yaptığın işin şerli sonucu seni bekliyor, onun
  için kendinden emîn olma! Gülmektesin, ama başına neler geleceğini
  anlamıyorsun. Bu hâlin, günâhların en büyüğüdür. Bir hatâlı işte başarı
  kazanır, sevinirsin. Bu sevinmen, yaptığın hatâdan daha büyüktür.”
 
 Sabır üç
  çeşittir
 
 “İşleyeceğin yanlış bir işin fırsatını kaçırınca, üzülürsün. Hâlbuki bu, o
  hatâdan daha tehlikelidir. Sen hatâdasın. Allahü teâlâ, seni dâimâ
  görmektedir. Bu görüş, kalbini titretmez. Bu hâlin, yaptığın hatâdan daha
  fenâdır.”
 
 “Sabır üç çeşittir. Birincisi, farzların yapılmasında güçlüklere
  sabretmek. Bunun sevâbı üçyüz derecedir. İkincisi harâmlardan ve yasak edilen
  şeylerden sakınma husûsunda sabır. Bunun altıyüz derece sevâbı vardır.
  Üçüncüsü, musîbetin ilk geldiği anda gösterilen sabırdır. Bunun da fazîleti
  dokuzyüz derecedir.”
 
 Talebesi Mücâhid bin Cebr, Abdullah bin Abbâs’ın şöyle buyurduğunu nakleder:
 
 “Üzerine gerekmeyen ve sana faydası dokunmayan şeyler hakkında konuşma! Çünkü
  bu fuzûlî bir iştir, zararından da emîn değilsin.
 
 Yerini bulmadıkça lüzûmlu olan sözü de konuşma! Çok kere faydalı söz
  yerini bulmaz da kaybolur gider.
 
 Sen de öyle yap!
 
 Sefîh ve ahmak kimselerle mücâdele etme! Çünkü sefîh, kalbinden sana
  buğzeder. Ahmak, âdî kimseler, dili ile sana eziyet ederler.
 
 Tanıdığın kimse yanından ayrıldığı zaman, onun ayrı bir yerde seni
  nasıl anmasını istersen, sen de onu öyle an!
 
 Sen, affedilmeni istediğin husûslarda, onu da affet! Kardeşinin sana ne
  şekilde muâmele yapmasını istersen, sen de ona o şekilde muâmele et!
 
 Suçlu olarak yakalanıp da, ihsân ile mükâfât görenin ameli gibi amel et!”
 
 Abdullah bin Abbâs bir dersinde şöyle buyurdu:
 
 - Besmeleyi okuyan, Allahü teâlâyı zikretmiş olur. Elhamdülillah
  diyen, şükretmiş olur. Allahü ekber diyen, Allahü teâlâyı ta’zîm etmiş, büyük
  bilmiş olur. Lâ ilâhe illallah diyen, Allahü teâlâyı tevhîd etmiş olur. Lâ
  havle velâ kuvvete illâ billâh diyen, Allahü teâlâya teslîm olmuş olur. Onun
  için Cennette yüksek bir derece ve hazîneler vardır.
 
 Abdullah bin Abbâs hazretleri, farzlara çok önem verirdi. Nasîhat istiyenlere
  buyururdu ki:
 
 - İlk önce farzları yapmalıdır. Allahü teâlânın emirlerini yerine getir ve
  O’ndan yardım iste! Allahü teâlâ bir kulunda, düzgün niyet ve katındaki
  sevâba kavuşma arzûsu görünce, onun istemediği şeyleri ondan men eder.
 
 Allahü teâlâ, mü’min, fâcir, günâhkâr herkesin rızkını helâlden takdîr
  etmiştir. Helâl rızkı için sabrederse, Allahü teâlâ onu mutlaka gönderir.
  Sabırsızlık gösterip harâmdan bir şey yerse, helâl rızkından eksiltir.
 
 O da seni
  gözetir
 
 Abdullah bin Abbâs anlatır:
 
 “Resûlullah efendimiz bana şöyle buyurdu:
 
 - Ey oğlum! Sana faydalı olacak ve Allahü teâlânın râzı olduğu birkaç
  şey öğreteyim mi?
 
 Sen Allahü teâlânın hakkını gözetirsen, O da seni gözetir. Genişlik
  vaktinde O’nu unutmazsan, sıkıntılı zamanında imdâdına yetişir.
 
 İnsanlar sana bir şey vermek için bir araya gelseler, o şeyi Allahü
  teâlâ takdîr etmedi ise vermeye güçleri yetmez. Bir şeyden seni men
  ettiklerinde, eğer Allahü teâlâ o şeyi takdîr etti ise, mâni olamazlar.”
 
 Yaptığını Allah için yap! Nefsinin hoşuna gitmeyen şeylere
  sabretmekte, senin için çok hayır ve iyilikler vardır. Allahü teâlânın
  yardımı, sabırla birlikte gelir. Sıkıntıdan sonra rahatlık vardır.
 
 Abdullah bin Abbâs, kâinâtın yaratılışıyla ilgili olarak bir dersinde buyurdu
  ki:
 
 Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
 
 İblîs, Âdem aleyhisselâm yeryüzüne indirilince, Allahü teâlâya sordu:
 
 - Kullarına saâdet yolunu göstermek için, birçok kitap ve
  Peygamberler verdin. Kullarını azdırmak için, bana ne vereceksin?
 
 - Senin kitâbın, nefsi azdıran şiirler ve mûsikîdir. Peygamberlerin,
  kâhinler, falcılar, büyücülerdir. Aklı gideren, kalbleri karartan gıdaların
  da, Besmelesiz yenilen, içilen şeyler ve sarhoş eden içkilerdir.
  Nasîhatların, yalan; evin, oyun sahaları ve hamamlar; tuzakların, çıplak
  gezen kızlar; mescidlerin, fısk meclisleridir.
 
 Ümmetine emret!
 
 Abdullah bin Abbâs buyurdu ki:
 
 “Allahü teâlâ Îsâ aleyhisselâma buyurdu:
 
 - Yâ Îsâ! Muhammed aleyhisselâma îmân et! Senin ümmetinden, Onun zamanına
  yetişecek olanların, Ona îmân etmeleri için de ümmetine emret! Muhammed
  aleyhisselâm olmasaydı, Âdem Peygamberi yaratmazdım.
 
 Muhammed aleyhisselâm olmasaydı, Cenneti, Cehennemi yaratmazdım. Arşı
  su üzerinde yarattım. Hareket etti. Üzerine, Lâ ilâhe illallah Muhammedün
  Resûlullah yazınca durdu.”
 
 Bir gün Abdullah bin Abbâs hazretlerine sordular:
 
 - Beş vakit namazı emreden âyet-i kerîme, Kur’ân-ı kerîmin neresindedir?
 
 Cevâbında buyurdu ki:
 
 - Rûm sûresinin onyedinci ve onsekizinci âyetlerini oku! Bu iki âyet-i
  kerîmede meâlen buyuruldu ki:
 
 (Akşam ve sabah vakitlerinde, Allahı tesbîh edin! Göklerde ve
  yeryüzünde olanların yaptıkları ve ikindi ve öğle vakitlerinde yapılan
  hamdler, Allahü teâlâ içindir.)
 
 Akşam yapılan tesbîh, akşam ve yatsı namazlarıdır. Sabah yapılan tesbîh,
  sabah namazıdır. İkindi ve öğle vakitlerinde yapılan hamdler, ikindi ve öğle
  namazlarıdır.
 
 Bu âyet-i kerîmeler, beş vakit namazı emretmektedir.
 
 Kabir azâbından
  kurtarır
 
 Abdullah bin Abbâs anlatır:
 
 “Birkaç Sahâbî yolculukta bir çadır kurduk. Burada kabir olduğunu
  bilmiyorduk. Birisinin Mülk sûresini başından sonuna kadar okuduğunu işittik.
  Medîne’ye gelince, bunu Resûlullaha arz ettik. Buyurdular ki:
 
 - Bu sûre, ölüyü kabirdeki azâbdan kurtarır.”
 
 Abdullah bin Abbâs buyurdu ki:
 
 - Allahü teâlâ bütün emirleri için bir sınır koymuş, bu sınırı aşınca, özür
  saymıştır. Özür olanı affetmiştir. Yalnız, zikrediniz emri, böyle değildir.
 
 Bunun için bir sınır ve özür tanımamıştır. Hiçbir özür ile zikir terkedilmez.
  Çünkü O, “Dururken, otururken ve yatarken de zikrediniz! Her yerde,
  her hâlde, dil ile ve kalb ile zikredin! Beni hiç unutmayın”
  buyurdu.
 
 Bakara sûresinin yüzelliikinci âyetinde meâlen, “Beni zikredin! Ben
  de sizi zikrederim!” buyuruldu.
 |