| En güzel
  günleri başlatacak olan büyük hicret [göç] bitmek üzeredir. Allahın emriyle
  Mekke’den ayrılan sevgili Peygamberimiz, Medîne’ye girdiler. Bütün Müslüman
  kabîleler, Resûlullah efendimizi misâfir etmek için yarışıyorlardı.  
 Neccâroğullarının reisi Hz. Ebû Eyyûb da, bütün akrabâlarını toplamış;
  Resûlullahı karşılamaya çıkmıştı. Bütün Medîneli Müslümanlar gibi, o da iki
  cihânın efendisi Resûlullah efendimizi ağırlamak ateşiyle yanmaktadır.
 
 Anamız babamız
  fedâ olsun!
 
 Zaman zaman, Resûlullah efendimizin devesi Kusvâ’nın yularını yakalıyanlar,
  “Buyurunuz yâ Resûlallah! Anamız, babamız, canımız, herşeyimiz; sizin
  yolunuza fedâ olsun!” diyerek, kendi evlerine götürmek istiyorlardı.
 
 Fakat Kâinâtın efendisi, kimsenin gücenmesini arzû etmiyorlardı. Kusvâ’yı
  işâret ederek buyurdular ki:
 
 - Devemin yularını bırakınız! Kimin evinin önünde çökerse, orada
  misâfir olurum!
 
 Gerçekten o mes’ûd Deve de, sanki vazîfesini biliyormuş gibi hareket
  ediyordu. Yorgunluğuna rağmen, yavaş ve asîl hareketlerle, epeyce dolaştı.
  Sonunda, iki yetîme ait, boş bir arsa üzerinde durdu. Ağır ağır yere çöktü.
 
 Resûlullah efendimiz devesinden inmediler. Hayvan tekrar ayağa kalktı,
  yürümeye başladı. Eski yere çöktü, bir daha kalkmadı ve tatlı tatlı
  homurdanmaya başladı.
 
 Bunun üzerine sevgili Peygamberimiz, Kusvâ’nın üzerinden inip buyurdular ki:
 
 - İnşâallah yerimiz burasıdır. Burası kimindir?
 
 - Yâ Resûlallah! Amr oğulları Süheyl ve Sehl’indir.
 
 - Akrabâlarımızdan hangisinin evi buraya daha yakındır?
 
 Şeref kazansın
 
 Hâlid bin Zeyd Ebû Eyyûb el-Ensârî hazretleri sevinçle cevap verdi:
 
 - Buyurunuz yâ Resûlallah!
 
 Buyurunuz ki fakîr evimiz, varlığınızla şeref kazansın. İşte hemen şuracıkta.
 
 Sonra da ilâve etti:
 
 - Yâ Resûlallah! Bana müsâade ederseniz, devenin üzerindekileri oraya
  taşıyayım.
 
 Bundan sonra da devenin üzerindeki Resûlullah efendimizin eşyalarını indirdi.
 
 Peygamber efendimizin mübârek anne tarafları, aslen Medîneli ve
  Neccâroğulları kabîlesine mensup idiler. Bu yüzden, akrabâydılar. Eşyalar
  hemen, evin alt katına taşındı. Böylece onüç yıllık çileli, işkencelerle dolu
  Mekke günleri bitmiş, huzurlu günler, güzel haftalar, nûrlu aylar, ihlâslı
  yıllar, büyük asırlar başlamıştı.
 
 Peygamberimizin devesi Kusvâ’nın ilk çöktüğü yerde Mescid-i Nebî inşâ
  edilinceye kadar ağırlama ve evinde bulundurma şerefi bu mübârek zâta nasîb
  oldu.
 
 Hz. Ebû Eyyûb’un ev sahipliği kusûrsuz; fakat kendisi huzursuzdu. Çünkü
  Efendimiz, alt katta oturmayı tercih etmişlerdi.
 
 Kendisinin üst katta oturması, Ebû Eyyûb hazretlerini ziyâdesiyle rahatsız
  ediyordu.   Hele bir akşam, toprak tavana su dökülünce, ne yapacağını
  bilemedi. Örtündükleri tek yorganla suyu kuruladı. Aşağı damlamasına, mâni
  oldu. Sabaha kadar, gözlerine uyku girmedi.
 
 Uyumamız mümkün
  değildir
 
 Ertesi gün onu üzüntülü gören Allahü teâlânın Resûlü, sebebini sordular. O
  zaman dertli Sahâbî ricada bulundu:
 
 - Yâ Resûlallah, merhamet buyurunuz! Lütfen, kerem edin, yukarı kata teşrîf
  edin! Siz aşağı katta bulunurken, bizim yukarıda uyumamız mümkün müdür?
 
 İki cihân güneşi Efendimiz, bu hassas ve ince kalbi kıramaz idi. Yukarı kata
  taşınmayı kabûl ettiler. Böylece başlayan sevgili Peygamberimizin bereketli
  misâfirlikleri ve Hz. Ebû Eyyûb’un mihmândârlığı, ev sahipliği; Mescid-i Nebî
  yapılana kadar yedi ay kadar devam etti.
 
 Ebû Eyyûb hazretleri, zafer kazanılan bir deniz savaşından sonra, esirler
  arasında bir kadının ağladığını gördü. Nöbetçilere sordu:
 
 - Bu kadın, niçin ağlar?
 
 - Bilmiyoruz, yâ Ebâ Eyyûb.
 
 Kadının dilini bilen birini buldurttu. Onunla konuşturdu. Sonra tercümana
  sordu:
 
 - Niçin ağlıyormuş?
 
 - Çocuğundan ayrı kalmış efendim.
 
 Hz. Ebû Eyyûb, derhal vazîfeliyi bularak dedi ki:
 
 - Çocuğu bulun ve anasının yanına getirin. Yeter ki, anacığına kavuşsun.
 
 Oradakiler sordular:
 
 - Yâ Hâlid!.. O kadını tanıyor musunuz yoksa?
 
 Allahü teâlânın Resûlünün âşığı, cevap verdi:
 
 - Sevgili Peygamberimizden işittim ki: “Her kimse bir çocuğu,
  anasından ayırırsa; Cenâb-ı Hak da onu, âhıret gününde bütün sevdiklerinden
  ayırır.”
 
 Yüzümü kara
  çıkarma
 
 Ebû Eyyûb-i Ensârî, bir savaşta, birinin yanından geçerken, “Bir
  kimsenin öğle vakti yaptığı işler, akşam olunca mezardakilere gösterilir.
  Akşam yaptığı işleri, sabah olunca mezardakilere gösterilir”
  dediğini işitti. Ebû Eyyûb hazretleri o kimseye dedi ki:
 
 - Böyle ne söylüyorsun?
 
 - Vallahi bunu sizin için söylüyorum.
 
 - Yâ Rabbî, sana sığınırım. Öldükten sonra, yaptıklarımdan dolayı, yüzümü
  kara etme.
 
 O kimse de dedi ki:
 
 - Allahü teâlâ kullarının kusûrlarını örter, amellerinin iyisini gösterir.
 
 Ebû Eyyûb-i Ensârî Resûlullahın mübârek kabrine yüzünü sürdü. Biri gelip
  kaldırmak isteyince buyurdu ki:
 
 - Beni bırak! Taşa, toprağa gelmedim. Resûlullahın huzûruna geldim.
 
 Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretleri şöyle anlatır:
 
 “Bir defasında Resûlullah efendimiz ile Hz. Ebû Bekir’e yetecek kadar yemek
  hazırlayıp, huzurlarına götürdüm. Resûlullah efendimiz buyurdular ki:
 
 - Yâ Ebâ Eyyûb! Ensârın ileri gelenlerinden otuz kişiyi da’vet et!
 
 Ben yemeğin azlığını düşünürken tekrar buyurdular:
 
 - Yâ Ebâ Eyyûb! Ensârın ileri gelenlerinden otuz kişiyi da’vet et!
 
 Altmış kişiyi
  da'vet et!
 
 Binlerce düşünce ile Ensârdan otuz kişiyi da’vet ettim, geldiler. O yemekten
  yediler, doydular. Bir mu’cize olduğunu anlayıp, îmânları kuvvetlendi ve bir
  daha bî’at edip gittiler. Sonra Resûlullah tekrar buyurdular:
 
 - Altmış kişi da’vet et!
 
 Ben mu’cize olarak yemeğin azalmadığını gördüğümden, daha ziyâde sevinerek,
  altmış kişiyi Resûlullahın huzuruna da’vet ettim. Geldiler, o yemeklerden
  yediler. Hepsi Resûlullahın mu’cizesini tasdîk ederek döndüler. Ardından
  tekrar buyurdular:
 
 - Ensârdan doksan kişi çağır!
 
 Çağırdım, geldiler. Resûlullahın emri üzerine onar onar o sofraya oturup
  yediler. Hepsi de bu büyük mu’cizeyi görüp, gittiler. Yemek ise benim
  götürdüğüm gibi, sanki hiç el sürülmemiş gibi duruyordu.”
 
 Ebû Eyyûb-i Ensârî yine anlatır:
 
 “Resûlullaha her gün akşam yemeği yapıp gönderirdik. Kalanını, bize geri
  gönderdiği zaman, ben ve Ümmü Eyyûb, Resûlullahın geri gönderdiği kalan
  yemeği yer ve bununla bereketlenirdik.
 
 Yine bir gece, yapıp gönderdiğimiz sarmısaklı yemeği Resûlullah efendimiz
  geri çevirmişti. Onu yemediğini farkedince, üzüntülü olarak yanına gittim.
  Dedim ki:
 
 - Yâ Resûlallah! Anam babam sana fedâ olsun! Siz akşam yemeğini yemeden geri
  çevirdiniz. Hâlbuki ben ve Ümmü Eyyûb kalan yemeğinizle bereketlenmekteydik.
 
 Siz onu yiyiniz!
 
 Resûlullah efendimiz buyurdular ki:
 
 - Bu sebzede bir koku hissettim. Onun için yemedim. Ben melekle
  konuşan bir kişiyim.
 
 - O yemek harâm mıdır?
 
 - Hayır! Fakat ben kokusundan dolayı yemedim.
 
 - Senin yemediğini ben de yemem.
 
 - Siz onu yiyiniz!
 
 Bunun üzerine biz de ondan yedik ve bir daha Resûlullaha o sebzeden yemek
  yapmadık.”
 
 Hayber gazâsından dönerken, Ebû Eyyûb hazretleri gece Resûlullah efendimizin
  çadırını beklemişti. Bunu gören Resûlullah efendimiz, onun için şöyle duâ
  etti:
 
 - Yâ Rabbî! Beni koruyarak gecelediği gibi, sen de Ebû Eyyûb’u koru.
 
 Resûlullah efendimiz bir kuşluk vakti, Hz. Ebû Bekr-i Sıddîk ve Hz. Ömer-ül
  Fârûk ile beraber Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerinin evine gittiler. Bahçede
  çalışmakta olan Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretleri, Resûlullahın mübârek sesini
  işitip koşarak eve geldi.
 
 “Hoş geldiniz, yâ Resûlallah! Arkadaşlarınızla beraber safâ geldiniz”
  diyerek karşıladı. Bahçede çalıştığını beyân edip, hurma ağacından bir salkım
  kopararak geldi. Salkımda üç çeşit hurma vardı.
 
 Sütlü hayvan
  kesme!
 
 Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
 
 - Yâ Ebâ Eyyûb! Bu salkımdaki kuru hurmaları ayır!
 
 - Yâ Resûlallah! Emir sizindir. Ancak, size hayvan kesip, et ikrâm edeceğim.
 
 - Eğer hayvan keseceksen, sütlü hayvan kesme!
 
 Ebû Eyyûb-i Ensârî oğlak kesip, hanımı Ümmü Eyyûb da yarısını söğüş yaptı,
  diğer yarısını da kızarttı. Sıcak bir ekmek hazırladı. Etleri ekmeğin üzerine
  koyarak sofrayı hazırladı. Sonra Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretleri, “Yâ
  Resûlallah, buyurunuz” dedi. Bunun üzerine Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
 
 - Yâ Ebâ Eyyûb! Bu ekmek ile etten bir parça da kızım Fâtıma’ya
  götür. Çünkü ben biliyorum ki; epey zamandan beri Fâtıma bu yemeği
  yememiştir.
 
 Emir yerine getirilip, sofra kalktıktan sonra, Peygamberimiz, “Bütün
  bu ni’metler, ekmek, et, hurma, ne güzel. Bu ni’metler şükür ister”
  buyurup ağladılar. Sonra buyurdular ki:
 
 - Nefsim, yed-i kudretinde olan Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bu
  ni’metler yüzünden, yarın kıyâmet gününde siz suâl olunacaksınız. Ancak,
  sağlığınızda elinize geçen ni’metleri yemeğe başlarken “Bismillah”,
  doyduğunuz zaman da “Elhamdülillahillezî eşbaanâ ve en ame aleynâ feefdale”
  diyerek cenâb-ı Hakka şükür ve duâ ediniz. Zîrâ, cenâb-ı Hakkın verdiği
  rızık, sebeple, size kifâyet eder.
 
 Resûlullah efendimiz gitmek üzereyken de, “Yâ Ebâ Eyyûb! Yarın da sen
  bize gel” buyurarak da’vet etti.
 
 Hayır iste!
 
 Ebû Eyyûb hazretleri bu da’vete seve seve icâbet edip, Resûlullahın yanına
  gitti. Resûlullah efendimiz Ebû Eyyûb-i Ensârî hazretlerini çok sevdiğinden,
  mükâfat olarak, bir hizmetçisini onun hizmetine vererek buyurdu ki:
 
 - Yâ Ebâ Eyyûb! Bu hizmetçi hakkında Allahü teâlâdan hayır iste.
  Çünkü, bu hizmetçi bizim yanımızda bulunduğu müddetçe, bundan hayırdan başka
  birşey görmedik.
 
 Ebû Eyyûb Resûlullah efendimizin yanından ayrılınca; “Ben Fahr-i âlem
  hazretlerinin vasiyetlerinde hayır görüyorum. O sebeple bu hizmetçiden de hep
  hayır gördüm” demiştir.
 
 Ebû Eyyûb-i Ensârî Peygamberimiz için, hergün bir sofra hazırlamak âdetiydi.
  Bu izzet ve ikrâmıyla derecesi çok yükseldi.
 
 Hicretten 52 yıl sonra, İstanbul üzerine; İslâm seferi açıldı. Mısır’dan,
  Şam’dan, Arabistan’ın her yerinden; ayrı ordular geldi. Çünkü, Resûl-i ekrem
  efendimiz buyurmuşlardı ki:
 
 (İstanbul elbette fetholunacaktır! Onu fetheden emîr, ne güzel emîr;
  fetheden asker, ne güzel askerdir.)
 
 Üstelik
  hastasın!
 
 İşte bu methedilen, övülen askerler arasına katılmak arzûsuyla Müslümanlar,
  akın akın İstanbul fethine koştular. O sırada, Hz. Ebû Eyyûb rahatsızdı.
  Fakat cihâd haberlerini duyduğunda, heyecanla doğruldu. Hele İstanbul
  gazâsını işitince, gözleri parladı. Hazırlıklara başladı. Yakınları dediler
  ki:
 
 - Yâ Ebâ Eyyûb! 70 yaşını geçtin. Üstelik hastasın. Bu sefer ise, uzun ve
  tehlikelidir.
 
 Hz. Eyyûb’un cevabı tereddütsüz ve kesin oldu:
 
 - Cihâd ve gazâyı terketmek, daha tehlikelidir.
 
 Sevgili Peygamberimizin Medîne’ye gelişlerinden yarım asır sonra, sevgili
  arkadaşları da İstanbul önlerine geldiler.
 
 Kalın surlar dibinde Ebû Eyyûb hazretleri, vefât etmek üzeredir. Güçlükle
  konuşmaktadır:
 
 - Mücâhidlere selâm söyleyiniz. Onlara Resûl-i Kibriya Efendimizden duyduğum
  şu mübârek sözleri bildiriniz: “Her kim, Allaha şerîk koşmadan,
  rûhunu teslim ederse; cenâbı Hak da onu, Cennetine koyar.”
 
 Etrafındaki gâzi ve askerler, gizli gizli ağlıyorlardı. Ak sakallı gâzi, son
  bir gayretle şunları fısıldadı:
 
 - Sizlere vasiyetim olsun:
 
 Öldükten sonra cesedimi, burada bırakmayın! Gâzilerin girebildikleri, en uzak
  yere götürün! Bizans topraklarının, İstanbul’a en yakın noktasına defnedin.
  Zîrâ Peygamber efendimiz; “Kostantiniyye’de kalenin yanında bir
  racül-i sâlih defnolunacaktır” buyurmuştu.
 
 Akşemseddîn
  keşfetti
 
 Ertesi gün büyük Sahâbî, şehâdet kelimeleri arasında temiz rûhunu, yüce
  Allaha teslim etti. Sevgili Resûlullaha kavuştu. Vasiyeti aynen yerine
  getirildi...
 
 Bizanslılar tarafından bile mukaddes bilinen kabr-i şerîfi, 800 yıldan fazla
  gizli kaldı. Tâ ki İstanbul, Müslüman Türklerce fethedilene kadar.
 
 Yüce Allahın izniyle, o güzel emîr, Fatih Sultan Mehmed Hân ve o güzel asker,
  Osmanlı Türkleri oldular. 1453 yılında Ulubatlı Hasan, karanlık surlara;
  ışıklı İslâm sancaklarını dikti.
 
 İşte ancak o zaman, 800 yıldır bekleyen sabırlı Ebû Eyyûb hazretlerinin yüzü
  nûrlandı. Kendisini gönülden arayan Fâtih’in hocası Akşemseddîn’e tebessüm
  etti. Bugünkü gibi, Haliç ucundaki tepede, nûr şeklinde tecellî etti.
  Kabrinin yeri tesbit edildi.
 
 Allahın en sevgili kulu ve Peygamberine, ev sahipliği yapan Hz. Ebû Eyyûb;
  şimdi de bizlere ev sahipliği yapmaktadır.
 
 Hz. Ebû Eyyûb Akabe’de, Allah Resûlünün ellerini tutarak, Bî’at etti.
  İslâmiyetle şereflendi. Medîne’ye döndüğü zaman bütün ailesi ve kabîlesi
  Müslüman oldular.
 
 Başta Bedir ve Uhud olmak üzere, bütün savaşlara katıldı. Zaten kendisi namaz
  ve cihâd ibâdetlerinde, çok titizlik gösterirdi.
 
 Niçin bu kadar
  geciktirdiniz?
 
 Bir ara Mısır’a gitti. Bir akşam vâli olan Ukbe bin Âmir; namaza geç kaldı.
  Vakti içinde, fakat geç olarak namazı kıldırdı. Ebû Eyyûb hazretleri namazdan
  sonra vâliye şunları söyledi:
 
 - Ey Ukbe! Sevgili Peygamberimiz buyurdular ki: “Akşam namazını,
  yıldızların gökyüzünü kaplamasına kadar geciktirmeyiniz...”
 
 Ukbe, “Evet” diye cevap verince, sordu:
 
 - Öyleyse akşam namazını niçin bu kadar geciktirdiniz?
 
 Ukbe, meşgûliyeti sebebiyle bu gecikmenin olduğunu söyleyince, “Yemîn ederim
  ki, senin bu yaptığını görerek, halkın, Resûlullah efendimizin de böyle
  yaptığını zannetmesinden endişe ederim” buyurarak vâliyi îkaz etti.
 
 Ebû Eyyûb hazretlerinin bildirdiği bir Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
 
 (Kıyâmet günü Eshâbımdan herbiri, kabirlerinden kalkarken, vefât
  ettiği memleketin bütün mü’minlerinin önüne düşerek ve onlara nûr ve ışık
  saçarak, onları Arasat meydanına götürür.)
 
 İstanbul’un ma’nevî fâtihi olan Hz. Ebû Eyyûb-i Ensârî’nin asıl ismi Hâlid,
  babasının ismi Zeyd, annesi Rebia kızı Hind, Künyesi Ebû Eyyûb’dur. Türkler
  arasında Eyyûb Sultan olarak tanınır. Hanımı Ümmü Eyyûb da, Peygamber
  efendimize hizmetle şereflendi.
 
 Eyyûb, Abdurrahmân, Hâlid isminde üç oğlu ve Amre isminde bir kızı vardı.
 
 Medîneli Eshâbın en büyüklerindendir. Gerek babası, gerekse ana tarafı,
  Hazrec kolundandırlar. Kendisi Neccâroğulları kabîlesinin reisi idi. Birçok
  savaşta sancaktarlık da yaptı. Bu sebeple Sancaktar-ı Resûlullah diye de
  tanındı.
 
 Sevgili Peygamberimizin öz dedesi Abdülmuttalib’in ana tarafı,
  Neccâroğulları’na mensup idi. Bu yüzden bu kabîle, Efendimizin dayıları
  olurlar.
 
 Câmi ve türbesi
  hemen yapıla!
 
 Akşemseddîn tarafından kabri tesbit edildiğinde, Fetihler Babası Gazi Mehmed
  Hân buyurdu:
 
 - Câmi ve türbesi, hemen yapıla! Cümle Müslümanlar beş vakit, İstanbul’un
  ma’nevî fâtihine duâ edeler!
 
 Yapılan Eyyûb Sultan Câmiine 1723’te iki minâre ilâve edildi ve 1800
  senesinde üçüncü Selim Hân tarafından yeniden yaptırıldı. İlk Cum’a namazında
  Sultan da bulundu. Osmanlı Pâdişâhları bu câmi önünde kılıç kuşanırlardı.
 
 Hz. Ebû Eyyûb, yedi ay Allahü teâlânın Resûlüne ev sahipliği yaptı.
  Vefâtından sonra ise, İstanbul’un sahipliğini yapmaktadır. Ne mutlu
  bizlere...
 
 Osmanlı devrinde ve günümüzde Hacı adayları, önce Ebû Eyyûb (Sultan)
  türbesini ziyâret ederler; sonra Mukaddes topraklara giderler...
 
 Siz de çok sıkıldığınız zaman, orayı ziyâret ederek duâ ediniz.
 |