| Dıhye-i
  Kelbî ticâretle meşgul olup, çok zengindi. Kabîlesinin reisiydi. Müslüman
  olmadan önce de Resûlullah efendimizi severdi. Ticaret için Medîne’den
  ayrılır, her dönüşünde Resûlullahı ziyâret eder ve hediyeler getirirdi. Fakat
  Peygamberimiz bunlara kıymet vermez ve;
 - Yâ Dıhye, eğer beni memnun etmek istiyorsan îmân et! Cehennem
  ateşinden kurtul, buyurur, onun îmân etmesini isterdi. Dıhye ise,
  zamanı olduğunu söylerdi. Peygamberimiz onun hidâyet bulması için duâ ederdi.
 
 Yüzüne gözüne
  sürdü
 
 Bedir gazâsından sonra bir gün Cebrâil aleyhisselâm, Dıhye’nin îmân edeceğini
  Resûlullaha haber vermişti. Îmânla şereflenmek için huzuru saâdetlerine
  girince, Resûlullah efendimiz üzerindeki hırkasını Dıhye’nin oturması için
  yere serdi.
 
 Dıhye-i Kelbî, Resûlullah efendimize hürmeten Hırka-i saâdeti kaldırıp,
  yüzüne gözüne sürdükten sonra, başının üzerine koydu. Resûlullahın duâları
  bereketiyle kalbinde îmân nûru doğmuş ve öylece Resûlullaha gelmişti.
 
 Cebrâil aleyhisselâm çok defa Resûlullahın huzuruna, onun sûretinde gelirdi.
  Resûlullah efendimiz, Ümeyyeoğullarından üç kimseyi üç kimseye benzetti ve
  buyurdu ki:
 
 - Dıhye-i Kelbî Cebrâil’e, Urve bin Mes’ûd-es-Sekâfi Îsâ’ya,
  Abdülüzzi ise Deccâl’a benzer.
 
 Yine bir gün Cebrâil aleyhisselâm, Hz. Dıhye sûretinde Mescid-i Nebîye,
  Resûlullah efendimizin yanına geldi. Bu sırada daha çocuk yaşta olan Hz.
  Hasan ile Hz. Hüseyin de mescidde oynuyorlardı. Cebrâil aleyhisselâmı Dıhye
  zannedip, hemen ona doğru koştular ve ceplerine ellerini sokup, bir şeyler
  aramaya başladılar. Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
 
 - Ey kardeşim Cebrâil! Sen benim bu torunlarımı edebsiz zannetme!
  Onlar seni Dıhye sandılar. Dıhye ne zaman gelse hediye getirirdi. Bunlar da
  hediyelerini alırlardı. Bunları öyle alıştırdı.
 
 Cebrâil aleyhisselâm bunu işitince üzüldü. “Dıhye bunların yanına hediyesiz
  gelmiyor da, ben nasıl gelirim” dedi. Elini uzatıp Cennetten bir salkım üzüm
  kopardı ve Hz. Hasan’a verdi. Bir daha uzattı, bir nar koparıp, onu da Hz.
  Hüseyin’e verdi.
 
 Hz. Hasan ve Hüseyin hediyelerini alınca, Dıhye zannettikleri Cebrâil
  aleyhisselâmın yanından uzaklaştılar ve Mescid-i Nebevî’de oynamaya devam
  ettiler. Bu sırada mescidin kapısına, ak sakallı, elinde baston, toz-toprak
  içerisinde, beli bükülmüş ihtiyâr bir kimse gelip dedi ki:
 
 - Yavrularım, günlerdir açım, Allah rızâsı için yiyecek birşeyler verin.
 
 Ona harâmdır
 
 Hz. Hasan ve Hüseyin, biri üzümü, diğeri de narı yiyecekleri sırada, bir
  ihtiyârı böyle görünce, hemen yemekten vazgeçip ihtiyâra vermek için mescidin
  kapısına doğru yürüdüler. Tam verecekleri sırada Cebrâil aleyhisselâm gördü:
 
 - Durun, vermeyin o mel’ûna! O şeytandır. Cennet ni’metleri ona
  harâmdır, buyurarak şeytanı kovdu.
 
 Hicretin beşinci senesinde, Resûlullah Benî Kureyza seferine gitmeden önce
  Medîne’nin yakınında bir mevki olan Savreyn’de Eshâb-ı kirâmdan bir cemâ’ate
  rastladı ve onlara sordular:
 
 - Kimseye rastlamadınız mı?
 
 - Yâ Resûlallah, biz, Dıhye-i Kelbî’ye rastladık. Eyerli beyaz bir katır üzerine
  binmişti. O katırın üzerinde atlastan bir kadife vardı.
 
 Bunu işitince, Resûlullah efendimiz buyurdu ki:
 
 - O Cebrâil’dir. Kalelerini sarssın ve kalblerine korku versin diye
  Benî Kureyza’ya gönderildi.
 
 Mühürsüz mektubu
  okumazlar
 
 Dıhye-i Kelbî Rumca’yı iyi bilirdi. Resûlullah efendimiz, onu Bizans’a sefîr
  olarak gönderdi. Resûlullah efendimiz Bizans Kayseri Heraklius’u İslâma
  da’vet için bir mektup yazdırdı. Bu mektubu yazdırdığı zaman Eshâb-ı kirâmdan
  ba’zıları dediler ki:
 
 - Yâ Resûlallah! Rum tâifesi mührü olmayan bir mektubu okumazlar.
 
 Bunun üzerine Resûlullah efendimiz emretti; gümüşten bir mühür kazdırıldı.
  Mührün üzerinde birinci satırda Muhammed, ikincide Resûl, üçüncü satırda
  Allah yazılı idi. Mektubu bu mühürle mühürledi ve Dıhye’ye verdi.
 
 Hz. Dıhye, mektubu Bizans Kayserine sunması için, Busrâ’daki Gassân emîri
  Hâris’e başvurdu. Hâris de, Dıhye’yi Heraklius’a götürmesi için Adiy bin
  Hâtem’i vazîfelendirdi.
 
 Adiy bin Hâtem de Dıhye’yi alıp, Kudüs’e götürdü. Bu sırada Heraklius da Kudüs’te
  bulunuyordu. Heraklius; eğer İranlılar üzerine galip olurlarsa, Humus’tan
  Kudüs’e kadar yürüyeceğini adamıştı. Heraklius, İran ordularını yenince
  adağını yerine getirmek için; Humus’tan yaya olarak yola çıkmış, yoluna
  halılar serilmiş, kokular serpilmiş ve bu hâl ile Kudüs’e ulaşmış, adağını
  yerine getirmişti.
 
 Dıhye, Heraklius’tan sonra Kudüs’e vardı ve Heraklius ile görüşmek için
  temaslarda bulundu. İmparatorun adamları kendisine dediler ki:
 
 - Kayser’in huzuruna çıktığın zaman başını eğip yürüyeceksin ve yaklaşınca da
  yere kapanıp secde edeceksin. Secdeden kalkmana izin vermedikçe de aslâ
  başını yerden kaldırmayacaksın.
 
 Bu sözler, Dıhye’ye ağır geldi ve onlara şunları söyledi:
 
 - Biz Müslümanlar, Allahü teâlâdan başka hiçbir kimseye secde etmeyiz.
  Hem insanın insana secde etmesi, insanın yaratılışına terstir.
 
 Derdini dinler,
  sıkıntısını giderir
 
 Bunun üzerine Kayser’in adamları dediler ki:
 
 - O hâlde Kayser, getirdiğin mektubu hiçbir zaman kabûl etmez ve seni
  huzurundan kovar.
 
 - Bizim Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâm başkasının, kendisine değil secde
  etmesine; önünde eğilmesine bile müsâade etmez. Kendisiyle görüşmek isteyen,
  köle bile olsa; ona ilgi gösterir, huzuruna alır, derdini dinler, sıkıntısını
  giderir, gönlünü alır. Bunun için Ona tâbi olanların hepsi hürdür,
  şereflidir.
 
 Dıhye-i Kelbî’nin, Rum Kayser’inin huzurunda eğilmeyeceğini belirtmesi
  üzerine, orada bulunanlardan biri dedi ki:
 
 - Mâdem ki Kayser’e secde etmeyeceksin, o hâlde üzerine aldığın vazîfeyi
  yerine getirebilmen için sana başka bir yol göstereyim. Kayser’in, sarayının
  önünde dinlendiği bir yer var. Her gün öğleden sonra bu avluya çıkar,
  oraları dolaşır. Orada bir minber vardır. Onun üzerinde herhangi bir şikâyet
  veya yazı varsa, önce onu alır okur, sonra istirâhat eder.
 
 Sen de şimdi git, hemen mektubu o minbere koy ve dışarda bekle. Mektubu
  görünce, seni çağırtır. O zaman vazîfeni yerine getirirsin.
 
 Hükümdârları
  değilim
 
 Bunun üzerine Hz. Dıhye mektubu söylenen yere bıraktı. Heraklius mektubu
  aldı. Tercüman, Resûlullahın mektubunu okumaya başladı.
 
 “Bismillâhirrahmânirrahîm. Allahın Resûlü Muhammed’den Rumların
  büyüğü Heraklius’a” diye başlandığını görünce, Heraklius’un
  kardeşinin oğlu Yennak, çok kızdı ve tercümanın göğsüne şiddetli bir yumruk
  vurdu ve adam yere düştü. Bu sırada Resûlullahın mektubu da tercümanın
  elinden düştü. Heraklius, kardeşinin oğluna ne yaptığını sordu. O da dedi ki:
 
 - Görmüyor musun? Mektuba hem senin isminden önce kendi ismi ile başlamış,
  hem de senin hükümdâr olduğunu söylemeyip, “Rumların büyüğü
  Heraklius’a” demiş. Niçin “Rumların hükümdârı” diye yazmamış ve
  senin isminle başlamamış? Onun mektubu bugün okunmaz. Bunun üzerine Heraklius
  şöyle cevap verdi:
 
 - Vallahi sen, ya çok akılsızsın veya koca bir delisin. Senin böyle olduğunu
  bilmiyordum. Ben daha mektubun içinde ne olduğuna bakmadan, yırtıp atmak mı
  istiyorsun? Hayatıma yemîn ederim ki, eğer O, söylediği gibi Resûlullah ise,
  mektubuna benim ismimden önce kendi ismini yazmakta ve beni Rumların büyüğü
  diye anmakta haklıdır. Ben ancak onların sahibiyim, hükümdârları değilim.
 
 Sonra Yennak’ı dışarı çıkarttı.
 
 İslâma davet
  ederim
 
 Hıristiyan âlimlerinin reisi ve kendisinin müşâviri olan Uskuf isimli kimseyi
  çağırttı ve mektup okundu. Mektubun devamı şöyleydi:
 
 (Allahü teâlânın hidâyetine tâbi’ olana selâm olsun. Bundan sonra;
  ben seni İslâma da’vet ederim. Müslüman ol ki, selâmet bulasın! Allahü teâlâ
  sana iki kat ecir versin. Eğer yüz çevirirsen bütün Hıristiyanların vebâli
  senin üzerinedir. Ey kitap ehli, sizin ve bizim aramızda bir olan söze gelin;
  Allahü teâlâdan başkasına ibâdet etmeyelim ve O’na hiçbir şeyi ortak
  koşmayalım. Allahü teâlâyı bırakıp ba’zılarımız ba’zılarını Rab edinmesinler.
  Eğer bu sözden yüz çevirirlerse “Şâhid olunuz, biz Müslümanız!” deyiniz.)
 
 Resûlullahın mektubu okunurken Heraklius’un alnından ter taneleri
  dökülüyordu. Mektup bitince dedi ki:
 
 - Hz. Süleyman’dan sonra ben böyle “Bismillâhirrahmânirrahîm”
  diye başlıyan bir mektup görmemiştim.
 
 Onun gelmesini
  bekliyordu
 
 Heraklius, Uskuf’a bu mes’eledeki fikrini sordu. O da dedi ki:
 
 - Vallahi O, Mûsâ ve Îsâ aleyhimesselâmın bize geleceğini müjdelediği
  Peygamberdir. Zaten biz Onun gelmesini bekliyorduk.
 
 - Sen bu husûsta ne yapmamı tavsiye edersin, neyi uygun görürsün?
 
 - Ona tâbi olmanı uygun görürüm.
 
 - Ben senin dediğin şeyi çok iyi biliyorum. Fakat Ona tâbi olup,
  Müslüman olmaya gücüm yetmez. Çünkü hem hükümdârlığım gider, hem de beni
  öldürürler.
 
 Bundan sonra Dıhye ve Adiy bin Hâtem’i çağırttı. Adiy dedi ki:
 
 - Ey hükümdâr, davar ve develer sahibi Araplardan olan şu yanımdaki zât,
  memleketinde vuku bulan şaşılacak bir hâdiseden bahsediyor.
 
 - Memleketlerindeki hâdise ne imiş, sor bakalım.
 
 Hz. Dıhye bu soru üzerine dedi ki:
 
 - Aramızda bir zât zuhûr etti. Peygamber olduğunu beyân etti. Halkın bir
  kısmı Ona tâbi olmaktadır. Bir kısmı da karşı koymaktadır. Aralarında
  çarpışmalar vuku bulmuştur.
 
 Bundan sonra Heraklius, Peygamber efendimiz hakkında araştırma yapmaya
  başladı. Şam vâlisine emir verip Peygamber efendimizin soyundan bir kişiyi
  muhakkak bulmalarını emretti.
 
 Bu arada kendisinin dostu olan ve İbranice bilen Roma’daki bir âlime de
  mektup yazıp, bu mes’eleyi sordu.
 
 Roma’daki dostundan, bahsettiği zâtın âhır zaman Peygamberi olduğunu bildiren
  bir mektup geldi. Bu arada Şam vâlisi, ticâret için Şam’a giden bir Kureyş
  kervanını buldu. Bunların içinde Ebû Süfyân da vardı. Vâli, Ebû Süfyân’la
  yanındakileri Şam’a götürüp, Heraklius’un yanına çıkardı.
 
 Doğru olmayı
  emrediyor
 
 Bu sırada Heraklius Kudüs’te bir kilisede idi. Vezirleriyle beraber oturmuş
  ve başına tâcını giymişti. Heraklius, Ebû Süfyân ve yanındaki otuz kadar
  Mekkeliyi burada kabûl etti. Peygamber efendimiz hakkında ba’zı sorular sorup
  cevabını aldıktan sonra, tekrar sordu:
 
 - O size neyi emrediyor?
 
 Ebû Süfyân hiç gizlemeden şu cevabı verdi:
 
 - Yalnız bir Allaha ibâdet etmeyi, O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı
  emrediyor, atalarımızın taptığı putlara tapmaktan bizi men ediyor. Namaz
  kılmayı, doğru olmayı, fakîrlere yardım etmeyi, harâmlardan sakınmayı, ahde
  vefâyı, emânete hıyânet etmemeyi, akrabâyı ziyâret etmeyi emrediyor.
 
 Heraklius, kilisede Ebû Süfyân’a sorular sormuş ve cevaplarını almıştı.
  Resûlullahın mübârek mektubu okunmuş, Rum papazları arasında gürültüler
  çoğalmıştı. Zîrâ Kayser’in İslâmiyete meyletmesinden korkuyorlardı. Kayser,
  Ebû Süfyân ve yanındaki Kureyşlilerin dışarı çıkarılmasını emretti.
 
 O hepinizden
  hayırlıdır!
 
 Daha Müslüman olmamış olan Ebû Süfyân, Peygamberimizin da’vâsını başarıyla
  sonuçlandıracağına inandığını, burada yemînle söylemiştir. Hz. Dıhye, o
  mübârek güzel yüzü ile Heraklius’un karşısına geçip, tatlı sesi ile dedi ki:
 
 - Ey Kayser beni sana, Humus’tan Hâris adlı bir kimse gönderdi ki, o, senden
  hayırlıdır. Allahü teâlâya yemîn ederim ki, beni ona gönderen zât, ya’nî
  Resûlullah ise, hem ondan, hem de senden daha hayırlıdır.
 
 Sözlerimi alçakgönüllülükle dinleyip, verilen nasîhatleri kabûl et! Çünkü
  alçakgönüllülük edersen nasîhatları anlarsın. Nasîhatları kabûl etmezsen
  insaflı olamazsın.
 
 Heraklius dedi ki:
 
 - Devam et!
 
 - Öyle ise ben seni, Mesîh’in kendisine namaz kılmış olduğu Allaha
  da’vet ediyorum. Seni, önceden Mûsâ’nın, ondan sonra Îsâ’nın geleceğini
  müjdeleyip haber verdiği şu Ümmî Peygambere îmâna da’vet ediyorum. Eğer bu
  husûsta bir şey biliyor, dünya ve âhıret saâdetini kazanmak istiyorsan,
  onları gözlerinin önüne getir. Yoksa âhıret saâdetini elinden kaçırır,
  dünyada küfür ve şirk içinde kalırsın. Şunu da iyi bil ki, senin Rabbin olan
  Allah, zâlimleri helâk edici ve ni’metleri değiştiricidir.
 
 Heraklius, Peygamberimizin mektubunu okuyunca, öpüp gözlerine sürdü ve başına
  koydu. Sonra da şöyle dedi:
 
 - Ben, ne elime geçen bir yazıyı okumadan, ne de yanıma gelen bir âlimden
  bilmediklerimi sorup öğrenmeden bırakmam. Böylece hayır ve iyilik görürüm.
  Sen bana hakîkatı düşünüp buluncaya kadar mühlet ver.
 
 O îmân ederse
 
 Heraklius daha sonra Hz. Dıhye’yi yanına çağırıp başbaşa konuştu. Kalbinde
  olanı izhâr etti. Dedi ki:
 
 - Ben biliyorum ki seni gönderen Zât, kitaplarda geleceği müjdelenen ve
  gelmesi beklenen âhır zaman Peygamberidir. Yalnız ben Ona uyarsam; Rumların
  beni öldürmesinden korkuyorum.
 
 Onların içinde en büyük âlimleri ve benden daha ziyâde itibâr gösterdikleri
  bir kimse vardır ki, Dağatır derler. Seni ona göndereyim. Bütün Hıristiyanlar
  ona tâbi’dir. Eğer o îmân ederse, bütün hepsi ona uyup îmân ederler. Ben de o
  zaman kalbimde olanı ve i’tikâdımı açığa vururum.
 
 Bundan sonra Heraklius bir mektup yazdı ve Hz. Dıhye’ye verip, Dağatır’a
  gönderdi.
 
 Hz. Dıhye, Heraklius’un mektubu ile beraber Resûlullahın da bir mektubunu
  Dağatır’a götürdü. Zaten Resûlullah efendimiz Dağatır’a ayrıca mektup
  yazmıştı. Dağatır, Peygamberimizin mektubunu okuyup, vasıflarını işitince;
 
 - Vallahi senin sahibin, Allah tarafından gönderilmiş bir
  peygamberdir. Biz Onun sıfatlarını tanıyoruz. İsmini de kitaplarımızda yazılı
  bulduk, dedi ve îmân etti.
 
 Bundan sonra Dağatır evine gitti ve her pazar yaptığı va’zlara üç hafta
  çıkmadı. Hıristiyanlar bağırıyorlardı:
 
 - Dağatır’a ne oluyor ki, o Arabla görüştüğünden beri dışarı çıkmıyor, onu
  istiyoruz!
 
 Ahmed'den mektup
  geldi
 
 Dağatır üzerindeki siyah papaz elbisesini çıkardı. Beyaz bir elbise giydi ve
  eline âsâsını alıp kiliseye geldi. Hıristiyanları topladı. Ayağa kalkıp dedi
  ki:
 
 - Ey Hırıstiyanlar! Biliniz ki bize Ahmed’den mektup geldi. Bizi hak
  dîne da’vet etmiş. Ben açıkça biliyor ve inanıyorum ki, O, Allahü teâlânın
  hak peygamberidir.
 
 Hıristiyanlar bunu işitince, hepsi Dağatır’ın üzerine hücûm ettiler ve onu
  döverek şehîd ettiler.
 
 Hz. Dıhye gelip, durumu Heraklius’a haber verdi. Heraklius da bunun üzerine
  dedi ki:
 
 - Ben sana söylemedim mi? Dağatır, Hırıstiyanlar katında benden daha sevgili
  ve azîzdir. Eğer duysalar beni de onun gibi katlederler.Heraklius Humus’taki
  köşkünde, Rumların büyüklerini çağırtıp, kapıların kapatılmasını emretti.
  Sonra yüksek bir yere çıktı ve onlara dedi ki:
 
 - Ey Rum cemâ’atı! Sizler saâdete, huzura kavuşmayı ve hâkimiyetinizin
  temelli kalmasını, Hz. Îsâ’nın söylediğine uymak ister misiniz?
 
 - Ey bizim hükümdârımız, bunları elde etmek için ne yapalım?
 
 - Ey Rum cemâ’atı, ben sizleri hayırlı bir iş için topladım. Bana Muhammed’in
  mektubu geldi. Beni İslâm dînine da’vet ediyor. Vallahi O, gelmesini bekleyip
  durduğumuz, kitaplarımızda kendisini yazılı bulduğumuz ve alâmetlerini
  bildiğimiz Peygamberdir. Geliniz Ona tâbi olalım da dünyada ve âhırette
  selâmet bulalım.
 
 Öldürülmesinden
  korktu
 
 Bunun üzerine herkes kötü sözler söyleyip homurdanarak dışarı çıkmak için
  kapılara koştular. Fakat kapılar kapalı olduğu için bir yere gidemediler.
  Heraklius Rumların bu hareketlerini görüp, İslâmiyetten böyle kaçındıklarını
  anlayınca, öldürülmesinden korktu ve;
 
 - Ey Rum cemâ’ati, benim biraz önce söylediğim sözler, sizlerin, dîninize
  olan bağlılığınızı ölçmek içindi. Dîninize bağlılığınızı ve beni sevindiren
  davranışınızı şimdi gözlerimle gördüm, dedi.
 
 Bunun üzerine Rumlar Heraklius’a secde ettiler. Köşkün kapıları açıldı ve
  çıkıp gittiler. Heraklius, Hz. Dıhye’yi çağırıp olanları anlattı. Bahşişler,
  hediyeler verdi. Peygamberimize bir mektup yazdı. Mektubu ve hazırlattığı
  hediyeleri Hz. Dıhye ile Peygamberimize gönderdi.
 
 Heraklius, Müslüman olmak istemişse de, makâm ve ölüm korkusundan îmân
  etmedi. Peygamberimize yazdığı mektupta şöyle diyordu:
 
 “Hz. Îsâ’nın müjdelediği Allahın Resûlü Muhammed’e Rum hükümdârı Kayser’den,
  Elçin mektubunla birlikte bana geldi. Ben şehâdet ederim ki sen Allahın hak
  Resûlüsün. Zaten biz seni İncil’de yazılı bulduk ve Hz. Îsâ seni bize
  müjdelemiş idi. Rumları sana îmân etmeye da’vet ettim. Fakat îmân etmeye
  yanaşmadılar.
 
 Beni dinleselerdi
 
 Onlar beni dinleselerdi muhakkak ki, bu onlar için hayırlı olurdu. Ben senin
  yanında bulunup, sana hizmet etmeyi ve ayaklarını yıkamayı çok arzû
  ediyorum.”
 
 Hz. Dıhye, Heraklius’tan ayrılıp Hismâ’ya geldi. Yolda Şenar vâdisinde Huneyd
  bin Us, oğlu ve adamları Hz. Dıhye’yi soydular. Eski elbiselerinden başka
  herşeyini aldılar. Bu mevkide Dübey bin Rifâe bin Zeyd ve kavmi, İslâmiyeti
  kabûl etmişlerdi.
 
 Hz. Dıhye bunlara geldi. Bunlar Hüneyd bin Us ve kabîlesinin üzerine yürüyüp
  Dıhye’den aldıkları şeylerin hepsini kurtardılar.
 
 Daha sonra Efendimiz Zeyd bin Hâris’i Hüneyd bin Us ve adamlarının üzerine
  gönderdi. O beldede olanların hepsi îmân etti. Bu mes’ele böylece kapandı.
 
 Hz. Dıhye Medîne’ye gelince, evine uğramadan hemen doğruca Resûlullahın
  kapısına gitti. İçeri girdi ve bütün olanları anlattı. Peygamberimize
  Heraklius’un mektubunu okudu.
 
 - Onun için bir müddet daha saltanatta kalmak vardır. Mektubum
  yanlarında bulundukça, onların saltanatı devam edecektir, buyurdu.
 
 Heraklius daha sonra da Peygamberimize îmân ettiğini bildiren mektup yazmış
  ise de Resûlullah efendimiz;
 
 - Yalan söylüyor. Dîninden dönmemiştir, buyurdu.
 
 Mektubu muhâfaza
  ettiler
 
 Heraklius Peygamberimizin mektubunu ipekten bir atlasa sarıp, altından
  yuvarlak bir kutunun içerisinde muhafaza etti. Heraklius ailesi bu mektubu
  saklamışlar ve bunu da herkesten gizli tutmuşlardır. Bu mektup ellerinde
  bulunduğu sürece saltanatlarının devam edeceğini söylerler ve buna
  inanırlardı. Hakîkaten de öyle olmuştur. İslâm kumandanlarından onu görmek
  isteyenlere:
 
 (Bize baba ve dedelerimiz, “Bu mektup elinizde kaldıkça saltanat bizden
  gitmeyecektir” diye tenbîh etmişlerdir) demişlerdir.
 
 Dıhye-i Kelbî Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden ve simâ olarak en
  güzellerindendir. İsmi; Dıhye bin Halîfe bin Ferve bin Fedâle bin Zeyd
  İmrü’l-Kays bin Hazrec olup, Dihyet-ül Kelbî diye meşhûr olmuştur. Doğum yeri
  ve târihi bilinmemektedir.
 
 Bedir gazâsı dışındaki Resûlullahın bütün gazvelerine iştirak eden Hz. Dıhye,
  Hz. Ebû Bekir’in hilâfeti zamanında Suriye seferine katıldı. Hz. Ömer
  zamanında Yermük savaşında bulundu. Şam seferlerine katıldı. Şam’ın fethinden
  sonra oraya yerleşti ve Muzze’de oturdu. Hz. Muaviye zamanında, Şam’da 672’de
  vefât etti.
 |